Ben öncelikle bir Marksist, bir sosyalist olarak Mustafa Kemal’i bugün hayırla yad edilecek bir burjuva devrimcisi olarak değerlendiriyorum....Mustafa Kemal’den akademik bir kimliği ya da tam oturmuş ideolojik formasyonu olmamasına rağmen tarihten öğrenme, farklı kültürlerden öğrenme, dünyaya geniş bir ufukla bakabilme anlayışının bugün için ciddi bir anlam ifade ettiğini düşünüyorum. Diğer taraftan yaşama sevincinin, estetik kaygılarının, belagata önem vermesinin önemli olduğunu düşünüyorum.... Aynı şekilde Cumhuriyet’in yetmiş iki buçuk millet denen, Balkanlardan Kafkaslara ve Ortadoğu’ya kadar farklı coğrafi ve etnik kökenlerden gelen insanları bir gelecek umudunda, bir ortak yaşam sürme iradesinde birleştirmek konusunda tarihsel olarak başarısız sayılamayacağını düşünüyorum. Bugün bizi bir arada tutan, sorunlara rağmen bize bir arada yaşama gücü veren de bu anlayıştır. Diğer taraftan bugünün insan hakları, özgürlükler anlayışı çerçevesinde bu yetmiş iki buçuk milletin tümünün taleplerini karşılamaktan Cumhuriyet’in uzak olduğunu görmek gerekir. Özellikle Mustafa Kemal’in kendi ifade ettiği ‘Kürtlerin kendi iradelerini özerk biçimde sağlamaları gerektiği anlayışını” bugün hatırlamak Kürt sorunun çözümü için çok önemli olacaktır.
Aydın Çubukçu:
1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren Avrupa’ya hâkim olan totaliter milliyetçi akımlara da sempatiyle bakmasının bir yanında bu modernizm tutkusunun bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. 12 Mayıs 1937’de Meclis’te yaptığı konuşmada, İspanya İç Savaşı’nı değerlendirirken söyledikleri, aslında kendi ülkesi için düşündüklerinin bir ifadesidir: “Dünya Endülüs'te muazzam bir ihtilâle şahitlik etmektedir. General Franco'nun milletperverlerden müteşekkil ordusu, İspanyol halkının desteğini de ardına alarak, halkı sınıf tabanında parçalamak gibi bir felakete girişmiş olan hükümete karşı haklı bir mukavemet göstermekte ve yirmi beş milyonluk büyük İspanyol milletini tek bayrak ve mukaddes bir milli ülkü etrafında birleştirerek zafere yürümektedir.”
Bu bir iç politika konuşmasıdır ve özellikle kendi devlet ve toplum anlayışının açıklanması için İspanya’daki durum vesile olarak kullanılmıştır. İmtiyazsız sınıfsız bir millet yaratmak ve onu tek bayrak ve mukaddes bir ülkü etrafında birleştirmek… Atatürk’ün Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren düşüncesinde köklü bir yer bulan hedefi aslında tam da budur. Bu yüzden, onun yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti, Batı’daki örneklerinden fazlasıyla feyiz almış, fakat eksik sermaye gücü dolayısıyla asla onlarla yarışamayacak olan özenti bir faşist diktatörlüktü.
Metin Çulhaoğlu:
Mustafa Kemal, 20. yüzyılın en büyük burjuva devrimcisidir.
İsteyen, 20. yüzyıla şöyle bir bakıp “daha büyük” bir başka burjuva devrimcisi olup olmadığını araştırabilir. Akla gelebilecek olan Sun Yat-Sen’dir; ama Kemal kadarını şu veya bu nedenle yapamamış, gerisini “başkaları” getirmiştir.
“En büyük” olması, soluğu daha 19. yüzyılın ilk yarısında kesilen bir devrim dalgasını 20. yüzyıla ve Türkiye gibi çorak bir toprağa sarkıtabilmesinden, “burjuvalığı” bu sınıfın ufkunu hiç aşamamasından, “devrimciliği” de aynı sınıfın ufkundan bakıldığında yapılabileceklerin azamisini yapmış olmasından kaynaklanır.
Bir burjuva devrimcisi olarak Mustafa Kemal sonrasında gelmesi gereken devrimci dalganın kaynaklarını mı kurutmuştur, yoksa bu dalga için az çok (Türkiye’de olabilecek kadarıyla) elverişli bir zemin mi bırakmıştır?
Asıl soru budur ve özellikle bugün pek çok solcuya göre bunlardan birincisi doğrudur.
Kişisel olarak, birincisini “doğru” bulanları yanlış buluyorum.
“Yanlış” bulmanın ötesinde, tarihsel bakış olarak aciz ve zavallı bulduğumu da söyleyebilirim. Bir burjuva devrimcisine “madem burjuva devrimcisisin, neden benim gelişmem için elverişli zemin yaratmadın?” diye bakmak tam tamına zavallılıktır. Tarihteki bütün burjuva devrimler ve devrimciler sahnedeki yerlerini “burası işin sonudur” diye almışlardır; “ben buraya kadar getirdim, gerisi başkalarına düşer” türü “aşkın” bir tarihselciliği burjuva devrimlerinden ve devrimcilerinden beklemek safdilliktir. (http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/marksistlerin-mustafa-kemale-bakisi-haberi-35639)
Prof. Dr. Veysel Batmaz:
Yakın tarihte unutulan, göz ardı edilen veya bilinmeyen ve özellikle de Marksistler tarafından anlaşılamayan bir aynılık ile işe başlayalım: Mustafa Kemal’in “sınıfsız, imtiyazsız bir ulus” yaratma projesi, Marx’a göre, “sınıfsız” bir toplum yaratmak görevine tarihsel olarak sahip olan proletaryanın deterministik amacı ile aynıdır.
Lenin ve Mustafa Kemal’in bu aynı amaçsal projeyi, epifenomen bir gerçekmiş gibi kendi toplumlarına uygulamaları da, tarihsel olarak aynı ontolojik sonla bitmiştir. Her iki önder de sınıflı toplum içinde yeni bir sınıflı toplum yaratmıştır (Bkz: özellikle Sovyetler ve Lenin için James C. Scott, Devlet Gibi Görmek, Çev: Nil Erdoğan, Versus Yayınları, 2008).
Ve her iki önderin yarattıkları toplum, Sovyetlerde merkeziyetçi, temellükçü bürokrasinin; Türkiye’de ise emperyalizmle bütünleşmiş laikçi Atatürkçü militer ve sivil sağcıların marifetiyle tarihin sayfalarına gömülmüş durumdadır....
Mustafa Kemalcilik bir anti-emperyalizm praxis’idir. Açıkçası, günümüzde, Fidel Castro için Jose Marti; Hugo Chavez için Simon Bolivar neyse, Türkiye’deki sosyalist sol için de Mustafa Kemal odur. Ne daha fazlası, ne daha azı. Laikçi Atatürkçülüğe dönüştürülerek kabul veya ret edilemez. Aynı Bolivar ve Marti gibi, bütünsel bir teorik metinsel külliyata dönüşmemiş eylemselliğin (parxis’in) sadece söylem olduğu bir süreçten oluşur. Ancak farkı, yirmi yıllık bir devlet uygulaması ile pekişmiş ve daha sonra da egemen sınıflar tarafından ideolojik çarpıtmaya uğratılmış olmasıdır. “Sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum” projesi için girişilen ultra-modernist yöntem, dönemin genel havası içinde örtük bir sınıfsal analizin sonucudur (Bu, Lenin’de açık bir sınıfsal analizdi). (http://www.adilmedya.com/makale.asp?yazid=29&id=134 )
10 Kasım 2010
09 Kasım 2010
REKTÖR İLETİŞİM FAKÜLTESİ'NE DE BAKTI MI?
İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet: "İkna odası görüntüleri üniversitenin arşivinde yok." Başörtülü kızların başlarını açmaları için ikna odasına alarak gizlice kaydettiği ortaya çıkan CHP Milletvekili Nur Serter'in bahsettiği kamera kayıtları, görev yaptığı İstanbul Üniversitesi'nde bulunamadı. Konuyu detaylı bir şekilde araştırdıklarını belirten İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet, "Üniversitenin arşivinde kayıtlara dair bir belgeye rastlamadık. İkna odalarına dair bir video da bulamadık." diyor. Söylet, Serter'in kamera kayıtlarını üniversitenin imkanlarıyla mı yoksa kişisel olarak mı çektiğini belirleyemediklerini söylüyor (Gazeteler).
Vistilef'in Notu: Bu kayıtlar, açık bir biçimde Serter'in ifadesi ile, "üniversiteye kayıt gününü çekmekle görevlendirilen İletişim Fakültesi kameraları" ile yapıldı. Bu nedenle o günlerin İletişim Fakültesi idarecileri soruşturulursa, konu açıklığa kavuşur. O günlerden daha önce, Prof. Dr. Veysel Batmaz, "dersindeki türbanlı öğrencileri dersten çıkartmadı" diye soruşturma tehdidi içindeydi; gayr-i resmi olarak dekanlık tarafından yumuşak bir biçimde sorgulandı. Prof. Batmaz, bu ikazcı ve iknacı gayr-i resmi sorgulama sırasında, "ben üniversite'nin polisi değilim, derse gireni çıkartmam, benim dersime isteyen girer, istediği anda çıkar" demişti.
Nur Serter'in ilgili demeci: "İletişim Fakültemizin öğrencileri, kayıt şenliğini çekiyorlardı. Onlardan bir kamera aldık odaya, görüşmeye giren kızlara da söyleyerek tabi. Öğretim üyeleri baskı uyguladı mı uygulamadı mı, ilerde yasal bir durum olursa diye, tümü kayda alındı." (Star Gazetesi) “Zaten sadece İstanbul Üniversitesi’nin Avcılar Kampüsü’nde yeni kayıt yaptıran 10 bin öğrenciyi kayda aldık. Üniversitenin diğer fakültelerinin rektörlüğün kararı olmadan kendi inisiyatiflerine dayanarak öğrencilerle görüştüler. Bu kayıtları kimseye teslim etmem, çünkü bu hususta öğrencilerin mahremiyeti söz konusu. Kaldı ki tüm kayıtlar da bende değil. Kayıtların bir kısmı da İstanbul Üniversitesi’ndeydi. (Internet)
Vistilef'in Notu: Bu kayıtlar, açık bir biçimde Serter'in ifadesi ile, "üniversiteye kayıt gününü çekmekle görevlendirilen İletişim Fakültesi kameraları" ile yapıldı. Bu nedenle o günlerin İletişim Fakültesi idarecileri soruşturulursa, konu açıklığa kavuşur. O günlerden daha önce, Prof. Dr. Veysel Batmaz, "dersindeki türbanlı öğrencileri dersten çıkartmadı" diye soruşturma tehdidi içindeydi; gayr-i resmi olarak dekanlık tarafından yumuşak bir biçimde sorgulandı. Prof. Batmaz, bu ikazcı ve iknacı gayr-i resmi sorgulama sırasında, "ben üniversite'nin polisi değilim, derse gireni çıkartmam, benim dersime isteyen girer, istediği anda çıkar" demişti.
Nur Serter'in ilgili demeci: "İletişim Fakültemizin öğrencileri, kayıt şenliğini çekiyorlardı. Onlardan bir kamera aldık odaya, görüşmeye giren kızlara da söyleyerek tabi. Öğretim üyeleri baskı uyguladı mı uygulamadı mı, ilerde yasal bir durum olursa diye, tümü kayda alındı." (Star Gazetesi) “Zaten sadece İstanbul Üniversitesi’nin Avcılar Kampüsü’nde yeni kayıt yaptıran 10 bin öğrenciyi kayda aldık. Üniversitenin diğer fakültelerinin rektörlüğün kararı olmadan kendi inisiyatiflerine dayanarak öğrencilerle görüştüler. Bu kayıtları kimseye teslim etmem, çünkü bu hususta öğrencilerin mahremiyeti söz konusu. Kaldı ki tüm kayıtlar da bende değil. Kayıtların bir kısmı da İstanbul Üniversitesi’ndeydi. (Internet)
07 Kasım 2010
CUMHURBAŞKANI HAKLI...
"YÖK’ün değişmesi gerek"
.... Cumhurbaşkanı YÖK’ün, üniversite sisteminin değişmesi gerektiğini söylüyor: “Bizdeki üniversite sistemi kesinlikle değişmesi lazım. Kadro kapmak için değil başarı için yarışmalı üniversiteler. Bir üniversitenin kadrosu verilmemiş filan olmamalı. İlk oluşturulduğunda YÖK yapısı üniversiteleri kontrol etmeye yönelikti. Rektörlerin böyle seçim ve sonra atama şeklinde belirlenmesi sistemi gibi bir şey olmamalı artık.” http://www.haber3.com/atamalarda-bana-haksizlik-yapiliyor-618348h.htm
Evet, 2547 sayılı yasanın 21. maddesi dışında değişmesi gereken bir çok maddesi var. Ancak herkes bilmeli ki, ne YÖK Başkanı'nın zannettiği gibi, ne rektörlerin hayal ettikleri gibi, ne de çalışan ve öğrencilerinin manipüle edildiği gibi, 2547 sayılı yasa, ne YÖK'e, ne rektörlere, ne de dekanlara yetki veriyor. Her birinin yetki ve görevleri tadat edilmiş durumda... İdare mahkemeleri de bu yönde karar veriyorlar: Üniversite'yi bölüm başkanları, kendi bölümlerini yöneterek, yönetmiş olur... Durum bu... Dileyen çeşitli Internet taramaları yapar ve mahkeme kararlarını okur.
Ancak Vistilef'in bir başka önerisi de var, çok yazdık, duyurduk. TÜM DEVLET ÜNİVERSİTELERİ DE VAKIF ÜNİVERSİTESİ OLSUN... Yani, mütevelli heyetleri ile yönetilsin. Nasıl mı? Her devlet üniversitesinin mezunları, öğrencileri ve öğretim üyeleri, her birinin eşit hakka sahip olduğu bir VAKIF kursunlar ve o vakıflar üniversiteleri devir alsın. Bu iş her şeyi çözer...
.... Cumhurbaşkanı YÖK’ün, üniversite sisteminin değişmesi gerektiğini söylüyor: “Bizdeki üniversite sistemi kesinlikle değişmesi lazım. Kadro kapmak için değil başarı için yarışmalı üniversiteler. Bir üniversitenin kadrosu verilmemiş filan olmamalı. İlk oluşturulduğunda YÖK yapısı üniversiteleri kontrol etmeye yönelikti. Rektörlerin böyle seçim ve sonra atama şeklinde belirlenmesi sistemi gibi bir şey olmamalı artık.” http://www.haber3.com/atamalarda-bana-haksizlik-yapiliyor-618348h.htm
Evet, 2547 sayılı yasanın 21. maddesi dışında değişmesi gereken bir çok maddesi var. Ancak herkes bilmeli ki, ne YÖK Başkanı'nın zannettiği gibi, ne rektörlerin hayal ettikleri gibi, ne de çalışan ve öğrencilerinin manipüle edildiği gibi, 2547 sayılı yasa, ne YÖK'e, ne rektörlere, ne de dekanlara yetki veriyor. Her birinin yetki ve görevleri tadat edilmiş durumda... İdare mahkemeleri de bu yönde karar veriyorlar: Üniversite'yi bölüm başkanları, kendi bölümlerini yöneterek, yönetmiş olur... Durum bu... Dileyen çeşitli Internet taramaları yapar ve mahkeme kararlarını okur.
Ancak Vistilef'in bir başka önerisi de var, çok yazdık, duyurduk. TÜM DEVLET ÜNİVERSİTELERİ DE VAKIF ÜNİVERSİTESİ OLSUN... Yani, mütevelli heyetleri ile yönetilsin. Nasıl mı? Her devlet üniversitesinin mezunları, öğrencileri ve öğretim üyeleri, her birinin eşit hakka sahip olduğu bir VAKIF kursunlar ve o vakıflar üniversiteleri devir alsın. Bu iş her şeyi çözer...
01 Kasım 2010
EKŞİ'YE ZEYL: HERKES VİSTİLEF GİBİ DÜŞÜNÜR...
Nasıl oldu da "Analarını da satarlar" diye çok çirkin ve hakaret içeren bir deyimi kullandı. Acaba sinir hapını mı almamıştı, uykusuz muydu? Yoksa "Ne bu ya yeter artık. Hep ince hesaplı olmaktan bıktım. Bari ömrümün son yıllarında biraz Donkişot olayım. Benim Emin'den, Bekir'den neyim eksik" mi dedi? Sonuçta olan oldu, 60 yaşında da olsam "Oktay Ekşi'siz Hürriyet"i gördüm. Zaten hiç okumazdım. Hürriyet'i böyle görmek bile gerçekten büyük keyif. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda devrimlere ilk adım atıldı. Kalıcı devrim için daha yapılacak çok iş var. Hele bir de Ertuğrul Özkök gazeteciliği bırakıp üniversiteye dönsün... Aykut IŞIKLAR
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)