Add to Flipboard Magazine.

31 Ocak 2008

NE ŞİŞ YANSIN NE KEBAP: “REKTÖRLER TÜRBANA, İKTİDAR ALANLARINI YİTİRMEMEK İÇİN KARŞIDIR.” DEMİŞTİK:


DEDİĞİMİZ OLDU; İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ YÖNETİMİ, TÜRBANA, “BAŞÖRTÜSÜ OLARAK” EVET DEDİ... BAŞÖRTÜSÜ YASAL HALE GELİRSE, YARGI KARARLARINI MI, YASAYI MI UYGULAYACAĞINI BELİRSİZ BIRAKTI...

Biraz geriye gidelim ve hafızamızı tazeliyelim. Bundan iki ay kadar önce sivil anayasa tartışmaları bağlamında, Profesör Mesut Parlak, İ.Ü. Rektörü olarak şunları söylüyordu:

''Bizim başörtüsü ile sorunumuz yoktur. Bu ülkenin de başörtüsü ile sorunu yok, türbanla sorunu var. Bu ülkenin Kürtle sorunu yok, Kürtçü ile sorunu var. Bu ülkenin dinle sorunu yok, dinci ile sorunu var. Biz demokratik, hukuk devletine inanıyoruz. Demokratik hukuk devletinde hukuk ne diyorsa o yapılır.” (Mesut Parlak, Rektörden Anayasa Uyarısı, AA)

Bu sözler ne demek, Sayın Rektör? “Adaletli” bir eğitim hakkından yana mısınız, karşı mı? Derslere, aynı ideolojiden erkekler girerken, kızlar neden giremesin? Şu anda önerilen değişiklik, “başörtüsü” diyor; bunu kabul edecek misiniz? Bugün arş-ı âlâya İstanbul Üniversitesinin türbana karşı görüşlerini açıklayacağını duyurduğu toplantıda, bu soruların hepsi belirsiz kalmıştır.

Tıpçıların rağbet ettiği, 31 Ocak 2008 tarihli türban konulu toplantıda, Cerrahpaşa ve Çapa fakülteleri ağırlıktaydı. İ.Ü. Öğretim Üyeleri Derneği üyeleri neredeyse tam sayı ile (300-350) ile toplantıda bulunuyordu. Diğer fakültelerden katılım ise çok azdı. Toplantıda, Profesör Şefik Dursun’un “yıllar önce bir paneldeki yasalara uyarız demiştiniz, yasada başörtüsü serbest bırakılırsa uyar mısınız?” sorusuna Mesut Parlak “ben hukukun üstünlüğüne inanıyorum” diye yanıt verdi. Daha önce Vatan gazetesine verdiği demeçte söylediği, “bu değiğiklikler Anayasa Mahkemesi'nden geri döner” ifadesini ise bu kez kullanmadı. Çok genel geçer şeyler söyledi. Okuduğu metin oldukça uzundu ve acele ile hazırlandığı belliydi. İfade ve anlam karmaşasıyla dolu metnin hedefi belirsizdi. Toplantıda Senato duyurusunu Profesör Şafak Ural okudu, daha sonra Rektör Parlak, konuşmasını yaptı. Ardından salonun arka tarafına geçen Profesör Parlak, gazetecilerin sorularını yanıtladı. Daha sonra salona döndü ve toplantının kalan kısmının basına kapalı olduğu duyuruldu. Tam o sırada Profesör Şefik Dursun konuşmaya çalıştı. Hafif bir huzursuzluk oldu. Daha sonra gazeteciler, Şefik Dursun’u dinlemesinler diye olacak, salondan çıkarıldılar. Ardından da bermutad, Yönetime destek konuşmaları ve övücü değerlendirmeler geldi.

Bundan dört ay kadar önce, 2007-2008 öğrenim yılının açılış konuşmasında ise daha da belirsiz bir duruş ile karşı karşıyayız: Rektör Profesör Mesut Parlak, bu konuşmasında, “Atatürk’ü sadece bir arka plan” olarak kabul ediyordu. Bir tıp profesöründen beklenmeyecek felsefi bir irdeleme ile şunları söylüyordu:

“Laik ve demokratik yapı niçin tartışılmak istenilmektedir? Çağımızda gündemde olan bazı felsefi söylemler, tüm dünyayı etkilemiş olan terör olayları ve Sovyetler Birliğinin çökmesiyle birçok alanda ortaya çıkan köklü değişimler bu tartışmaya gerekçe olarak gösterilmek istenilebilir. Gerçekten de bu oluşumlar, devlet, cumhuriyet, ulus, değerler gibi kavramların tartışılması ile doğrudan ilgilidirler. Bu tartışmaların yapılmasının entelektüel hayatımız için son derece yararlı olacağına inanıyorum. Fakat bu tartışma konuları sorunumuz ile ilgili değildir. “Çünkü karşımızda, Atatürk ilkeleri, Cumhuriyet kazanımları ve laikliğin, milli bütünlüğümüz ile olan kopmaz ilişkisi durmaktadır. Bu konuda yapılacak her tartışma, yanlış sorulmuş bir sorunun gereksiz olarak gündeme getirilmesidir. Böyle bir ilişkinin sorgulanması, herhangi bir felsefi görüşün, postmodern söylemin veya entelektüel tercihlerin tartışma konusu içinde olamaz.
“Atatürk ilkeleri ve cumhuriyet kazanımlarının toplum içindeki yerlerini doğru olarak tanımlamak zorundayız. Yukarıda da işaret edildiği gibi, onlar köklerini tarihimizden almaktadırlar ve vazgeçilmezdirler. Bireylerin davranışlarını, toplumun tercihlerini, ekonomik hayatın dinamiklerini etkilemektedirler. Bu ilkeler aynı zamanda devlet bütünlüğünün belirleyici öğeleri arasındadır. “Bu ilkelerle oynanılmasının tehlikesi de buradadır: değiştirilmesi, hatta değiştirilmesinin teklif dahi edilmesi, sonunda üniter yapının zaafa düşürülüp yok edilmesi tehlikesini de beraberinde getirecektir. “Şu bir gerçektir: Atatürk ilkeleri, siyasi yapının kültürel arka planını biçimlemektedir ve devletin bölünmez bütünlüğünün dayanaklarından birisidir. Fakat bunlar günlük politikanın, değişen ekonomik ve sosyal yapının dışındadır; dolayısıyla değişen politikalarla ilgili değildir."
(Mesut PARLAK'ın İstanbul Üniversitesi 2007-2008 Eğitim-Öğretim Yılı Açılış Konuşmasından)

Son olarak gelinen nokta ise şu: İstanbul Üniversitesi yönetimi, hukuki olarak kabul edilen bir yasa hükmü kaşısında, Mahkeme kararlarını mı, yoksa yasa hükümlerini mi uygulayacaktır? Bu belirsizdir. Anlaşılan, diğer rektörler gibi Sayın Mesut Parlak da, iktidar alanını yitirmemek fakat bağlı bulunduğu ideolojik destekleri de fazla kızdırmamak için, ne şiş yansın ne kabap demektedir. İstanbul Üniversitesi Senato kararı ise belirsizlik ve suskunluk yönetiminin en güzel örneklerinden biridir.

İşte Senato Bildirisi:

“Üniversitemiz, türban yasağının kaldırılması konusunda gelinen noktayı endişe ile izlemektedir. “İstanbul Üniversitesi Senatosu olarak türban yasağının anayasa değişikliği yapılarak aşılmaya çalışılmasının yanlış olacağını düşünüyoruz. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve mevcut anayasamızın temel ilke ve dayanaklarının başında laiklik ilkesi gelmektedir. “Laiklik ilkesi, hukukun üstünlüğünün, insan haklarına saygının, demokrasinin varlığının ve bilimsel özgürlüğün korunmasının bir ön koşuludur. Bu anlamda Cumhuriyetin özünün ayrılmaz ve vazgeçilmez bir parçasıdır. Türban yasağının anayasa değişikliği yoluyla aşılmak istenilmesi laiklik ilkesine, yani anayasanın ruhuna aykırı olacaktır. Üniversitelerimizde dinsel simgelerin kullanılması yasağı dayanağını laiklik ilkesinden almaktadır. “Politik çıkarlar ve siyasi tercihlerin, din ve vicdan özgürlüğü adı altında, Üniversitelerde bilimsel özgürlükleri tehdit etmesi kabul edilemez. Türkiye, din istismarına ve şeriat oyunlarına sahne olmayacaktır. Sosyal düzenimizi bilerek veya bilmeyerek değiştirmek isteyenlere göz yumulamaz. “İstanbul Üniversitesi her zaman laik ve demokratik Cumhuriyete sahip çıkmış, Ülkemizin bölünmez bütünlüğüne ve demokratik hukuk devleti ilkesine kararlılıkla bağlı kalmıştır. Üniversitemizin, Ulusumuzu aydınlık bir geleceğe taşıyabilecek öğrenciler yetiştirmek için bu ilkelerin savunucusu olmaya devam edeceğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.” (İstanbul Üniversitesi Senato Duyurusu 31.01.2008 Saat: 10:45)

Alemdaroğlu’nun gerilim politikasından daha “soft” bir yaklaşımla, bir yıl daha, üzerimizde, haksız ve hukuksuz bir iktidar kullanımı yaşayacağız gibi görünüyor.

Bu nedenle diyoruz ki, Cumhubaşkanı’nın kızının bir YÖK üniversitesinde türbanla diploma almasına resmî olarak ses çıkarmayan tüm rektörler, iktidar alanlarını yitirmemek için türbana karşı çıkıyorlar, “başörtüsüne evet” diyorlar.

İşin anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz özeti bu.
REKTÖRLER İKTİDAR ALANLARINI YİTİRMEMEK İÇİN TÜRBANA KARŞI ÇIKIYORLAR. BAKALIM İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ BU KONUDA NE DİYECEK?

MERAKLA BEKLİYORUZ: "HUKUKU UYGULAYACAĞIZ"; "TÜRBAN'A EVET" DİYECEKLER...

İstanbul Üniversitesi Türban Konusunda Görüşünü Açıklıyor
"İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mesut PARLAK, tüm dekan ve öğretim üyelerinin katılacağı toplantıyla türban konusunda İstanbul Üniversitesi’nin görüşlerini kamuoyuna açıklıyor." İstanbul Üniversitesi, yaklaşık bir aydır gündemi meşgul eden ve çeşitli düzenlemelerin hazırlığı içinde farklı görüş ve düşüncelerin dile getirildiği, kanun tasarılarının yapıldığı, laiklik bağlamında çeşitli eleştirilerin yöneltildiği türban konusunda, akademik ve bilimsel bir kurum, lider bir üniversite olarak kendi düşüncelerini kamuoyuna bildirmek için, Rektör Prof. Dr. Mesut PARLAK’ın yanı sıra rektör yardımcıları Prof. Dr. Şafak URAL, Prof. Dr. İrfan PAPİLA, Prof. Dr. Erhan GÜZEL’in ve tüm öğretim üyelerinin de katılacağı bir toplantı düzenlemektedir. Toplantı, 31 OCAK 2008 Perşembe günü saat 10.30’da Fen Fakültesi Cemil Bilsel Salonu’nda yapılacaktır. TARİH: 31 OCAK 2008/Perşembe YER: İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Cemil Bilsel Salonu Vezneciler SAAT: 10.30

29 Ocak 2008

ÇENE ALTINDA KAÇ BAĞ VAR?


VİSTİLEF UYARISINDAN SONRA, VİSTİLEF ÇÖZÜMÜNE ÇOK YAKLAŞTILAR FAKAT TÜRBANA DOLAŞTILAR:
Türbana son rötuş İşte AKP ve MHP'nin yaptığı Anayasa değişikliğinin son hali.
29.01.2008 18:01

AK Parti ile MHP, yüksek öğretimde başörtüsünün serbest bırakılması için Anayasada yapılması öngörülen değişikliğe son şeklini verdi. AK Parti ve MHP yöneticileri, dün akşam üzerinde uzlaşmaya varılan teklifte değişiklik yaptı.Alınan bilgiye göre, Anayasanın ''kanun önünde eşitlik'' başlıklı 10. maddesinin son fıkrasına, ''... ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında'' ibaresi eklenirken, maddenin son fıkrası şöyle düzenlendi:''Devlet organları ve idari makamları, bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinin yararlanmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.''Anayasanın ''eğitim ve öğretim hakkı ve ödevi'' başlıklı 42. maddesine ise yeni bir fıkra ekleniyor. Maddeye 6.fıkradan sonra gelmek üzere 7. fıkra olarak, ''Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir'' ifadesi konuluyor. -YÜKSEK ÖĞRETİM YASASI'NDA DEĞİŞİKLİK- Anayasanın 2 maddesinin yanısıra Yüksek Öğretim Yasası'nın ek 17. maddesinde de değişiklik yapılıyor.Ek 17. maddede, ''Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla, yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir'' ifadesinden sonra gelmek üzere, ''Hiç kimse, başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir'' ifadesi ekleniyor. A.A.

TÜRBAN MANİFESTOSU

Foto: Açık Lise Sınavı, Milliyet
AKP ve MHP, KAPATILMAMAK İÇİN, VİSTİLEF’İN ÇÖZÜMÜNE YAKLAŞIYORLAR

İşte 3 maddelik değişiklik...
* Anayasa Madde 10: İdare makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.
* Anayasa Madde 42: Kimse, kanunda açıkça yazılı olmayan hiçbir sebeple eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğrenim hakkının kapsamı ve kullanılmasının sınırları kanunla tespit edilir ve düzenlenir.
* YÖK Kanunu Ek Madde 17: Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir. Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve
kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir.”
(Ajanslar)

Bu üç madde Anayasa ve Yasada tanımlanırsa, TÜRBAN SORUNU çözülecekmiş...

Tam tersini düşünüyoruz:

Bu üç madde ile türban sorunu, siyasal bir istismar konusu yapılarak, oy’a devşirilmeye devam eder.

Türban’ı, bu haliyle üniversitelerde, Vistilef’in çözüm önerileri (Bkz: Bir alt yazı) doğrultusunda serbest bırakmak gerekmektedir. Gerekmektedir ki, türban siyasilerin ve bir takım “dindar” görünümlü dincilerin elinde istismar kaynağı olmasın. Rektörlerin iktidar alanı haline getirilmesin. Laikçilerin ülkeyi din kurallarına teslim etmelerinin önü kapansın.

Diyorlar ki, türban üniversitelerde serbest olursa, laiklik gider...

Diyoruz ki, dincilerin ağzında çiklet olan laiklik, zaten 12 Martçı/12 Eylülcü cici laikçiler tarafından yok edilmiştir. Laiklik halk, demektir, halkçılık demektir; demokrasi demektir. Mustafa Kemal döneminde (1919-1939) gibi, hayat tarzı olması yerine, pespaye ağızlarda oy devşirme değirmeni gibi işleyen bir kavram haline getirilmiştir, laiklik. Bu tür bir laikliğin yok olması zaten gerekmektedir.

Diyorlar ki, türban üniversitelerde serbest olursa, kamusal alana girer...


Diyoruz ki, girmiştir bile. Cumhurbaşkanı’nın kızı bir YÖK üniversitesinde, diplomasını türbanla almıştır. Neredeydi, o Senato kararları ile türbana geçit vermeyen; “burası bir hukuk devletidir, hukuku uygularız” diyerek yave yave konuşan rektörler? Hangisi kınadı bu durumu resmi olarak? Bilkent Üniversitesi, kendilerinin deyişiyle “kamusal alan” değil midir? Uzun zamandır türban kamusal alandadır, zaten. İstanbul B. Belediyesi’nin tüm şirketlerinde türbanlı kadınlar çalışmaktadır. Belediye devletin malı değil midir? Açık Lise sınavları devletin organizasyonu değil midir? Çukurova Üniversitesi devletin üniversitesi değil midir?

Diyorlar ki, türban üniversitelerde serbest olursa, kadın-erkek eşitliği bozulur, mahalle baskısı ile giymeyenler baskıya maruz kalır...

Diyoruz ki, kalmaktadır, bozulmuştur zaten. Kadının, kılının neresini nerede gösterip gösteremeyeceğini erkeklerin tartıştığı bir ortamda zaten kadın-erkek eşitliği yoktur. Muzaffer Şerif’in (yanlış okumadınız, Nakşibendi Şerif Mardin’in değil, Muzaffer Şerif’indir “mahalle baskısı” kavramı) gurup baskısı, konformizm diye nitelediği baskı, karşılıklıdır. Elizabeth Noelle Neumann’ın sessizlik helezonu da... (Değil mi iletişimciler?) Eğer başı açıklar, kendilerinden, inançlarından ve duruşlarından eminseler, mahalle baskısı tersine işler. O nedenle, diyoruz ki, başı türbanlı genç bir kızın, aynı görüşteki erkekle eşit olarak (adalet gereği) üniversiteye girmesi, başını açma olasılığı olan tek eylemdir.

Mütedeyyin bir türbanlı ve/veya erkek, hekim, hâkim, Darwinci öğretmen olmak zaten istememelidir. Bütün bunlar günahtır.

Evet diyoruz ki;

Cici Atatürkçü, “hukuk bilmez hukuk üstünlüğü mehdisi pozundaki tıpçı” Rektörlerin iktidar alanlarını kısıtlamak için;

Dincilerin ağızlarındaki çikleti almak için;

Siyasi yobazların, ekonomik-politik binlerce sorunu olan bu ülkede yapay gündem yaratarak, aslında bir özgürlük boğulması olan türbanı kullanmalarına bir son vermek için,

Evet, diyoruz ki, TÜRBAN ÜNİVERSİTELERDE SERBEST OLMALIDIR. BU HALİYLE...

Serbest olmalıdır ki, üniversitelerde din dahil her şey özgürce tartışılabilsin ve barika-ı hakîkat müsademe-i efkârdan doğsun.

NE AKP, NE MHP BAŞARABİLİR BUNU...

1919-1939 DÖNEMİNE, YENİ TEKNOLOJİLERLE ve GÜNCEL ULUSLARARASI DENGELERLE ve GLOBAL MODERNİTE’NİN KAVRAMLARI İLE DÖNMEK, TEK ÇÖZÜMDÜR...

25 Ocak 2008

TÜRBAN’A ÇÖZÜM:

Foto: Veysel Batmaz Cumhuriyet Mitinginden- 29 Nisan 2007

HUKUK İŞTE BÖYLE GUGUK OLUR...

“AKP MYK toplantısında Anayasa'nın 10, 13, ve 42. maddelerinde değişiklik öngören türban paketi hazırlandı. Buna göre, "Kanun önünde eşitlik" başlıklı 10. maddesiyle ilgili olarak MHP'nin sunduğu öneriye "Kamu hizmeti alanlar" ifadesi eklenerek yeniden düzenlenecek. "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması" başlıklı 13. maddeye, "Özgürlüklerin sınırlandırılmasında sadece mahkeme hükümlerinin bağlayıcı olmasına, mahkeme gerekçelerininse özgürlüklerin sınırlandırılmasına yönelik kullanılamayacağına" ilişkin bir hüküm eklenecek.” (22 Ocak 2008, Ajanslar)

AKP, Anayasa, hukuk, yasa yapmayı bilmeyen, kişiye ve/veya olaya özel olarak Anayasa’nın değiştirilebileceğini ve Mahkeme kararlarının hüküm ve gerekçe olarak ayrı ayrı yaptırım içerdiğini zanneden cahillerle dolu demek ki.

Gelişmelere göre, AKP ile MHP türban sorununda anlaşmaya varamıyorlar... Dolu koysalar boşalıyor, boşlasalar birileri dolduruyor. İşte Türk-İslam sentezciliğinin müşahhas son vücudu: MHP-AKP. Yerseniz... Bu millet yiyor.

Burada Vistilef’in uyarısı şu: Büyük bir olasılıkla bu madde değişikliklerini ya öneren ya da onaylayan kişi olduğunu düşündüğümüz, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı AKP Milletvekili Profesör Burhan Kuzu, İstanbul Üniversitesi’nde, eski Rektör Kemal Alemdaroğlu tarafından, Profesör Bülent Tanör’ün “profesör olamaz” kaydıyla uzun süre direndiği halde profesör yapılmış bir kişidir. Profesör Kuzu gibilerinin ülkeyi getirdiği nokta hukuktan ve idareden anlamayan tıpçı profesörlerin sadece üniversiteyi değil, ülkeyi de ne hale getirebileceğine karinedir.

Şimdi ise Alemdaroğlu, Profesör Burhan Kuzu ile birlikte, milletin başına bela ettiği türban konusunda hâlâ, hukuk bilmez haliyle TV’lere çıkıp ahkâm kesmektedir. Burhan Kuzu, türbanın kamusal görevlerde de serbest olması gerektiğini vaaz eden bir anayasa gugukçusudur. Kamusal hizmetin eşit, tarafsız, bir başkasına verilmezse hiç kimseye verilemeyeceği ilkelerinden bi-haberdir.Alemdaroğlu da zaten bu konularda fikir yürütemeyecek bir tıpçıdır.

Şu andaki, “üniversitelerde türban yasağı kaldırılsın” şeklinde ortaya atılan türban sorunu, ekonomik bunalımı gizlemek için gündem yaratma taktiğinden başka bir şey değildir.

Artık çok geçtir. Türban toplumu ikiye, üçe bölen bir kangren haline gelmiştir. 1997’den sonra Alemdaroğlu gibi kişilerce kaşınarak sorun haline getirilmiştir.

Konunun hukuksal gelişimi şöyle:

"TÜRBAN SORUNU ANAP DÖNEMİNDE BAŞLADI: Türban yasağındaki temel çerçeve, Anayasa Mahkemesi'nin 1989'da aldığı kesin kararla çizildi. YÖK Yasası, Turgut Özal başkanlığındaki ANAP hükümetinin işbaşında olduğu 27 Aralık 1988'de yürürlüğü giren 3511 sayılı yasayla değiştirildi. YÖK Yasası'na ek yapan bu yasanın 2. maddesi, "Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir" hükmüyle büyük bir tartışma yarattı. 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, 4 Ocak 1989'da bu hükmün iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu.
MAHKEME İPTAL ETTİ: Mahkeme düzenlemeyi 7 Mart 1989'da iptal etti. İptal kararının dayanakları, üniversitedeki türban yasağının bugüne kadar "değiştirilemeyen" temeli oldu. İptal kararı; Anayasa'nın "başlangıç" kısmı, "kanun önünde eşitliği" düzenleyen 10. maddesi, "din ve vicdan özgürlüğü"nü düzenleyen 24. maddesi, İnkılap Kanunları'nı koruyan 174. maddesinin yanı sıra Cumhuriyet'in laik niteliğini vurgulayan ve "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen" 2. maddesine dayandırıldı. Anayasa Mahkemesi, kararında, dini inançların devlet yönetimine egemen olamayacağını vurguladı.
İÇTİHAT GÜÇLENDİ: Anayasa Mahkemesi, türban konusundaki ikinci önemli kararını 2 Nisan 1991'de aldı. ANAP iktidarı döneminde yine YÖK Yasası'na eklenen maddedeki "yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir" hükmünün iptali istendi. Yüksek mahkeme düzenlemenin iptali istemini reddetti, ancak kararının gerekçesine çok önemli bir şerh düştü. Türk hukukuna göre "mahkeme kararlarıyla bir bütün oluşturan" gerekçede, kıyafet serbestisinin başın örtülerek kapatılması ve dini nitelikli giysileri kapsamayacağı vurgulandı.
DANIŞTAY İÇTİHADA KATILDI: Danıştay da, 9 Aralık 1999'da gerekçeleri açıklanan kararında türban yasağını teyit etti. 8. Daire, Samsun İdare Mahkemesi'nin "bir öğrencinin türbanıyla okula alınmasına" ilişkin hükmünü bozarken "laik eğitime, yükseköğretimin ilke ve amaçlarına aykırılık teşkil eden eylemlerin demokratik hak olarak savunulamayacağını" kararına geçirdi.
AİHM YASAKLARI ONAYLADI: Bu konuda son önemli karar, 10 Kasım 2005 tarihinde, Anayasa uyarınca kararları iç hukukta da bağlayıcı etki yaratan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden geldi. 1993 yılında henüz "komisyon" statüsündeyken "diplomada türbanlı fotoğraf" reddini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) "ifade ve inanç özgürlüğü" ilkesine aykırı bulmayan AİHM, nihai yaklaşımını İstanbul Üniversitesi'ne türbanla alınmayan Leyla Şahin'in açtığı davada ortaya koydu. AİHM, Türkiye'deki türban yasağını "Türk hukukundaki yasal dayanaklar", "meşru bir amaca dayanma" ve "demokratik toplum ölçütleri" açılarından AİHS'ye aykırı bulmadı."

İşin hukuksal safahat özeti bu. Türkiye Cumhuriyeti, artık isterse, Anayasa da değiştirse, bu hükümleri yok sayamaz. Çünkü, Mahkeme kararları, bir başka Mahkeme tarafından kaldırılmadığı sürece devletin sürekliliği kadar süreklidir.

Konunun çözümü, soruna “adalet” açısından yaklaşmaktan ve toplumsal uzlaşma yolları aramaktan geçmektedir. Hukuk olarak sorun çözülemez. Bölünmeler yaratarak, çatışmalara ve gerilimlere yol açar, açmaktadır.


Çözüm 1:

Üniversitelerin bilim dalları, kamusal-devletsel meslek olarak diploma verenlerle (Tıp, Hukuk, Siyasal Bilgiler, Eğitim, gibi), vermeyenler (beşeri ve sosyal bilimler, vs.) olarak ikiye ayrılarak, kamusal-devletsel meslek diploması verenlere türban yasağı, diğerlerine serbestlik vererek, “palyatif olarak” çözülebilir. Zaten, din ulemalarının bazıları, türbanlı öğrencinin (ve takmayan erkeğinin) hekim veya hâkim veya Darwin okutan öğretmen olmayı istemesinin dini inançlara aykırı olduğunu, bunu istemenin, kadın-erkek ilişkilerinde din olarak getirilen yasakların ve şeriat hukukunu uygulamak demek olan dini düzen yerine laik düzende karar verme yetkisine sahip olma isteğinin inanç ve din yaptırımları açısından günah olarak sayılacağını söylemektedir. Bu durumda, türbanlı öğrenci ve erkeği, zaten kamusal-devletsel meslek diplomalarına yönelmeleri dinen mekruh sayılacağı için bu yasaklara itiraz da edilemeyecektir.

Çözüm 2:

18 yaşına kadar, hiç bir kişinin, ailesi veya kendisi tarafından özgürce istense de, dini ve siyasi sembollerle kamusal (sokak, vs.) ve devletsel (okul, vs.) alanlarda kendini ifade edemeyeceği yasağı Anayasa’ya getirilebilir. Kamusal ve devletsel meslekler (hekim, hâkim, öğretmen, vs.) tanımlanarak, aynı yasağın bu mesleklerde de uygulanacağı kesin olarak tanımlanabilir. Bunun dışında, türban heryerde serbest olur.

Çözüm 3:

Türban her yerde serbest olur; zorunlu eğitimi tevhid-i tedrisatı güçlendirerek 2+12 yıla çıkartırsınız, zorunlu olduğundan yasa ile kılık kıyafet sınırlanır, türban bu aşamada yasaklanır; İmam-Hatiplere dinin gereği olarak kız öğrenci alınmaz; kamu kuruluşlarında ve stratejik mesleklerde, özel kıyafet zorunluluğu getirerek, her mesleğin kıyafetini yasa ile tanımlarsanız. Olur biter.

Bu üç çözümden başka çözüm yoktur. Bu çözümler, Hıristiyan hastanelerinde ve dinsel okullarında da dini kıyafetin serbest olduğu tüm Batılı ülkelerde bulunur.

Türkiye’yi bu türlü palyatif çözüm aşamalarına getirenlerden de, dincisi ve 12 Eylülcü laikçisi de dahil olarak, hesap sorulmalıdır.

Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için tıklayın: http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=51434

18 Ocak 2008

PROF. VEYSEL BATMAZ BU ANALİZİ BEŞ YIL ÖNCE YAPMIŞTI...

PROF. VEYSEL BATMAZ BU ANALİZİ BEŞ YIL ÖNCE YAPMIŞTI;AGB DENETÇİSİ PROF. aa1 DE, PROF. BATMAZ’I MAHKEMEYE VERMİŞTİ.MAHKEME BATMAZ’I HAKLI BULMUŞTU. YARGITAY DA PROF. aa1’in İTİRAZINI REDDETMİŞTİ...

"AGB ÖLÇÜMLERİ ZARAR VERİYOR"

Rakip olarak hangi kanalı gördüğünün sorulması üzerine TRT GENEL MÜDÜRÜ İbrahim Şahin, TRT'nin rakibinin sadece kendisi olduğunu vurgulayarak şöyle konuştu:
“Biz zaten reyting ölçümlerine de itiraz ediyoruz. Türkiye'nin tamamında 2 bin ölçüm aleti var. Bunların çok büyük bölümü de gelir düzeyi yüksek bölgelerde. Oysa TRT'nin Anadolu'da en fazla izlenen televizyon olduğuna inanıyoruz. Reklamlar da reyting ölçümlerine göre veriliyor. Bisküviyi sadece zenginler yemiyor, buzdolabını sadece zenginler kullanmıyor. Bunların reklamları da reytinglere göre veriliyor. AGB'nin yetkilileriyle görüştük ve onlara da söyledim. Ölçüm yapan alet sayısı 20 bin olmaz ve Anadolu'ya yaygınlaştırılmazsa biz AGB'den ayrılacağız. Bu reyting ölçüm sistemi TRT'ye zarar veriyor. Reklam gelirlerini olumsuz etkiliyor.”

Konu ile ilgili ayrıntılı Bilgi Vistilef’te yayınlandı, ARŞİV’i tıklayın, eskilere uzanın...
ALEMDAROĞLU SUSSUN !

İstanbul Üniversitesi’nin, hukuksuzluk yaptığı için görevinden alınmış ilk ve şimdilik tek rektörü olan Alemdaroğlu, 18 Ocak 2008’in ilk saatlerinde KANAL-D’de, 32. Gün programında, üniversite içinde türbanlı öğrenciler için kurduğu “ikna odalarının” kendisi “bilimsel bir toplantı”dayken, o zamanın Rektör Yardımcısı ve Vekili, şu anda CHP Milletvekili Prof. Dr. Nur SERTER tarafından kurulduğunu söyleyip, topu yardımcısına attı. İstanbul Üniversitesi’nde gelenektir, hukuksuzluk yapıldıkça top hep başkalarına atılır.

Hukuksuz eski Rektör Alemdaroğlu, yasaklayarak, din istismarcısı siyasi partilere koz vererek, ülkenin başına musallat ettiği “türban” konusunda sussun ve Mahkemelerce mahkum olduğu tazminatları, kendi mi ödüyor, yoksa devlete mi ödetiyor, kalem kalem onları açıklasın.

Daha iki ay önce, 12 öğrencinin okuldan uzaklaştırılması nedeniyle öğrencilerin İstanbul Üniversitesi’ne karşı açtıkları dava sonuçlandı ve 2004 yılından bu yana işleyen faiz hariç her bir öğrenci 4000 YTL tazminata hak kazandı. Bu toplam 120.000 küsur YTL’nin Rektörlük tarafından ödeneceği demektir. Bakalım, Rektörlük, eski Rektöre rücu edecek mi bu tazminatları, yoksa türban’ı siyasi bir konu haline getirmenin öncüsü Alemdaroğlu yerine, Alemdaroğlu’nun o çok savunduğu göründüğü “Devlet” mi ödeyecek bu paraları?

10 Ocak 2008

İLETİŞİM FAKÜLTESİ YIKILIYOR...

Duvarlarında çatlaklar oluşan İletişim Fakültesi’ne Şişli Belediyesi yeni bina yapacak.Hazirana kadar bitirilecek binaya geçen yıl kaybettiğimiz CHP Onursal Başkanı Fizik profesörü Erdal İnönü’nün adı verilecek. Fakülte binasında, Teşvikiye’de yapımı devam eden katlı otopark inşaatı nedeniyle çatlaklar olmuştu. Fakülte yönetiminin belli derslikleri tedbir amacıyla boşalttığı İletişim Fakültesi’ni dün ziyaret eden Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necla Pur ve fakülte dekanı Prof. Dr. Ahmet Orkan’la bir araya geldi. Binanın önümüzdeki hafta yıkılacağını söyleyen Sarıgül, 4 katlı yeni bina yapılacağını söyledi. (AA)

09 Ocak 2008

Ömer Dinçer: 'aşırmacı', "İNTİHALCİ BİLİM ve FİKİR HIRSIZI"

Mahkeme, Dinçer’in, YÖK tarafından "intihal" yaptığına ilişkin kararına itirazını reddetti.

Vistilef'in Notu: Ömer Dinçer, Prof. Dr. Veysel BATMAZ'ı, kendisine "intihalci" dediği için kişilik haklarına saldırmış olduğunu ileri sürererek Mahkemeye vermişti. Mahkeme hâlâ devam ediyor. Prof. BATMAZ, 2001 yılından itibaren 4 yıl sürekli yazdığı www.haber3.com sitesinde, Ömer Dinçer'in intihal yaptığını, Dinçer Başbakalık Müsteşarı olur olmaz, ilk olarak iddia etmişti. Bunun üzerine Cumhuriyet gazetesi yazıyı haber yaptı. Ardından da Oktay EKŞİ Hürriyet varakında, konuyu sütunlarına taşıdı. Ardından YÖK harekete geçerek soruşturma başlattı ve Ömer Dinçer'i öğretim üyeliği mesleğinden çıkarttı. Ömer Dinçer'in BATMAZ aleyhine açtığı Dava, Oktay EKŞİ aleyhine açtığı dava ile birleştirilmişti. Şu anda, Veysel BATMAZ ile Oktay EKŞİ aynı davanın sanığı olarak yargılanıyor.

Ankara 1. İdare Mahkemesi, eski Başbakanlık Müsteşarı ve AKP İstanbul milletvekili Ömer Dinçer’in, YÖK tarafından "intihal" yaptığına ilişkin verdiği karara yaptığı itirazı reddetti. Mahkeme, “İntihal eylemi gerçekleşmiştir, Üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin dava konusu işlemde hukuka aykırılık görülmemiştir” dedi.

Bu kararın ardından Dinçer, üniversitelerde öğretim üyesi olarak görev yapamayacak.YÖK Yüksek Disiplin Kurulu, Dinçer’in Yardımcı Doçent Yahya Fidan ile birlikte yazdığı “İşletme Yönetimi” isimli eserde, intihal suçu işlediğine karar vermişti. YÖK’ün yaptığı bu işleme ilişkin olarak Ankara 1. İdare Mahkemesi’ne işlemin iptali için dava açan Dinçer’in bu talebi reddedildi.

İdare Mahkemesi yazdığı 6 sayfalık gerekçeli kararda, Dinçer’in "intihal" yapıp yapmadığına ilişkin bir bilirkişinin "intihal yapılmamıştır" şeklinde görüş bildirdiği, iki ayrı bilirkişin de "intihal yapılmıştır" görüşünü dile getirdiği belirtildi. Gerekçeli kararda, bilirkişilerin hazırladığı raporlara atıfta bulunarak şu görüşler dile getirildi:“Bilirkişi kurulunda yer alan öğretim üyelerinden birinin incelenen eserde, intihal niteliğinde alıntı görmeyip alıntıların ihmal olarak değerlendirilmesine yönelik azlık oyu ve görüşüne karşın, diğer iki öğretim üyesinin sonucu itibariyle intihal eyleminin gerçekleştiğine ilişkin bilimsel görüş bildirdikleri anlaşılmakla, hukuki ve bilimsel verilere uygun olarak hazırlandığı görülen anılan bilirkişi raporu Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasası uyarınca taraflara bildirilmiş, tarafların herhangi bir itirazlarının bulunmadığı görülmüş olup, karar vermeye esas alınabilecek nitelikte olduğu sonucuna varılmıştır.”

Kararda, Dinçer’in YÖK’ün Disiplin Yönetmeliği’nin 11. maddesinin 3. bendinde yer alan, “Bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasınhın tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek” eyleminin üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezasını gerektiren filer arasında sayıldığına dikkat çekildi. Dinçer’in intihal yaptığına karar verilen “İşletme Yönetimi” adlı kitabında 32 yerde dipnot kullanmadan alıntı yaptığı da vurgulandı.-

DAVA SÜRECİ-Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, intihal iddiaları üzerine Yayın Etiği İnceleme Komisyonu’nu toplayarak konuyu inceletmiş ve hazırladığı raporda, Dinçer ve Fidan’ın yazdığı kitap, Prof. Dr. Tamer Koçel’in kitabından pek çok "aşırma" yani ‘intihal’ yapıldığı belirtilmişti. Söz konusu rapor, Dinçer’in kitabı yazdığı tarihte çalıştığı Marmara Üniversitesi’ne gönderilmiş, üniversite de, “yayında ihtihal yapıldığını kabul ettikleri” bir yazıyı YÖK’e iletmişti.Gelen raporlar doğrultusunda çalışmalarını sürdüren YÖK Denetleme Kurulu, Başbakanlık’a gönderdiği yazı ile Dinçer’in savunmasını istemişti. Dinçer’in avukatı, intihal iddiaları ile ilgili yazılı açıklama yaparak YÖK’ün soruşturma yapma yetkisinin olmadığını belirtmişti.Soruşturma sonrası toplanan YÖK Disiplin Kurulu, Dinçer’in intihal yaptığına karar vererek akademisyen olarak görev yapamayacağını açıklamıştı. Dinçer, YÖK’ün kararının iptali için İdare Mahkemesi’ne dava açmıştı.Ankara 1. İdare Mahkemesi’nin verdiği karar sonrası Dinçer’in kararı temyiz etme hakkı bulunuyor. Dinçer, kararı temyiz ederse dosya Danıştay gündemine gelecek. ANKA

02 Ocak 2008

Yeni Yılda YÖK Reformu....

Yök’e, reform olur mu? Yeniden-biçimlendirme anlamında olur. Düzeltme ve işe yarar hale getirme açısından olmaz.

Vistilef’in görüşünü biliyorsunuz. Üniversiteler ancak çeşitlendirilerek ve küçültülerek “adam” edilebilir.

* Tıp fakülteleri ayrı bir üniversite olmalıdırlar. Sağlık ve Çevre Üniversiteleri kurulmalıdır. Tüm tıp fakülteleri de bu üniversite çatısı altında toplanarak, diğer disiplinlerle ilişkilerinin kesilmesi gereklidir–hayvan sağlığı dahil- .

* Bölümlere ita amirliği ve tüzel kişilik tanınmalıdır. Bugün, sağlık bilimleri ve hukuk dışında, ÖSS’den öğrenciler bölümlere girmekte, bölüm diplomaları almaktadırlar. Bu nedenle, bölümler, dekanlıklardan ve rektörlüklerden bağımsızlaştırılmalıdır. Eski ODTÜ yasası bu konuda örnek olabilir.


* Öğrenciler, yönetime etkin olarak katılmalıdır.


* Üniversite adı yanısıra, Akademi, Enstitü, Araştırma Merkezi gibi adlarla da yüksek okul diploması verilebilmelidir. Bir tür, 1750’ye dönüş gerçekleştirilmelidir.

* Üniversite öğretim elemanları, ancak Mahkemelerce yargılanabilmelidir. Akademik personele, İdari soruşturma yok edilmelidir.


* Rektör veya Başkan veya Müdür, sadece fiziki-idari yetkilerle donatılan temsilci, koordinatör ve denetleyici görevine çekilmelidir. Disiplin amirliği yetki ve görevi lağv edilmelidir.


* Dekanların, disiplin amirliği yetki ve görevi lağv edilerek, diğer görev ve yetkileri aynen korunmalıdır: Bugün dekan, 2547 sayılı yasanın 16. maddesine göre, “temsilci,” “koordinatör,” “genel gözetmen-denetmen” ve “kurul kararlarını uygulayan” bir görevlidir, başka yetkisi yoktur. Dekanlar bugünkü halinde bırakılmalıdır.


* Büyük kent üniversiteleri bölünerek işlevsel küçük üniversite, akademi ve enstitüler haline getirilmelidir.


* Bölüm başkanı hariç, yüksek öğrenimde tüm idari makamlar atama yoluyla yapılmalıdır.
Senato’lar yetki bakımından, idari kademelere atama yetkisi de verilerek, güçlendirilmeli ve Rektör’den bağımsızlaştırılmalıdır.


* Rektörü Senato’nun seçmesi düşünülebilir. Senato, her bölümden seçimle iş başına gelen bir Senatör’den oluşmalıdır. İdareciler senatör olmamalıdır. Kendi arasından seçeceği bir başkanı bulunmalıdır. Rektör Senatonun, oy hakkı olmayan, bir üyesi olabilir. İdeali, Rektör'ün Senato tarafından yönetilmesidir. Bu sistemi uygulayan bir çok üniversite vardır: ABD’deki, President-Provost farkı bu tür bir sistemdir.


* Vakıf üniversitelerine de aynı yapı uygulanmalıdır. Kâr amaçlı özel meslek yüksek okulları veya üniversiter kurumlar kurulabilmelidir. Öğrenci okul tercihi yaparken, istediği okulun hangi tür okul olduğunu açık olarak bilebilmelidir. Diğer bütün üniversiter kuruluşlar (devlet ve vakıf) kâr amacı gütmeyen ve öğrencisinden ya para almayan ya da güçlü burs olanakları sağlayan kuruluşlar haline getirilmedilir.

Bu tür bir yeniden yapılanma sağlanmadıkça, YÖK’de bir reform beyhudedir. Rektörün doğrudan seçimle iş başına gelmesi, vs. gibi hiç bir işe yaramayacak palyatif düzenlemeler, düzeltme olmayacaktır.