Add to Flipboard Magazine.

30 Ağustos 2008

İLK ve TEK BAŞARILI MİLLÎ KURTULUŞ SAVAŞI'NIN ZAFERİ MUTLU OLSUN...

20 Ağustos 2008

ELEŞTİRİYE, İKÂZA ve İYİ BİR İLETİŞİM EĞİTİMİNE TAHAMÜLLERİ YOK...


Prof. Dr. Veysel Batmaz, Dekan Suat Gezgin tarafından, İ.Ü. İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Başkanlığı görevinden dördüncü kez uzaklaştırıldı. İlk üçünde, yargı kararı ile geri dönen Prof. Batmaz, yine yargıya gidecek.

18 Ağustos 2008

ŞAŞŞIRDIKKK


ÖSS sıralaması ile çeşitli bölümlere yeni öğrencilerin dağıtımı yapıldı. 2008-2009 öğretim yılı için üniversitelere kayıtlar başladı... ÖSS ile üniversiteye bu yıl 250 bin küsuru devlet üniversitelerinin lisans programlarına olmak üzere, 550 bin küsur öğrenci yerleştirildi. Bu oran ÖSS’ye giren her 3 kişiden 1’inin “üniversiteli” olduğu gibi yüzeysel ve yanlış bilgi veriyor. Kazın ayağı hiç de öyle değil. Muteber bölümlere sadece 50 bin küsur kişi girebildi. Yani ÜNİVERSİTE’ye girme oranı 30’da 1. Bu 50 bin’in dışında, üniversiteye girdim zannedenlerin çoğunu, istemedikleri bölümlerde dört beş yıl boşuna okumak, mezun olabilirlerse, işsizlik bekliyor. Bu garip sistemi sorgulayan ve çözüm gösteren çok ama değiştiren yok. ÖSS Sistemini eleştirerek daha değişik bir yapı önerenler ise, sistemi pek anlamamışa benziyorlar. İşte iki örnek:

Haber aynen yanda da okuduğunuz gibi. İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suat GEZGİN, vakıf üniversiteleri ile devlet üniversiteleri arasındaki puanların “anormal derecede farklılıklarının”, “puanların eşdeğer olarak yapılması” ile giderileceğini söylüyor. Ne demek bu bilmiyoruz... Kelimeler, Cumhuriyet’e göre aynen onun. Biraz “sosyalizm” (belki de “sosyal devlet”) sosu katılmış olarak, Cumhuriyet gazetesine yaraşır bir isteği de belirtmiş Dekan: ““parası olan okur” anlayışından vazgeçilmeli.” Bu ne demek, onu da anlayabilmiş değiliz. Parası olan Vakif üniversitelerine gidiyor. Olmayan ise, cüzzi bir harçla (iletişim için bu yıl 260 bin YTL) devlet üniversitelerine giriyor. Yani, parası olmayan da, şimdilik, yıllık sigara parasına “okuyabiliyor.”

Dönelim habere: Haber’in başlığı da, aynı: ‘puanlar eşdeğer olarak yapılmalı’ Belli ki, haberi yapan gazeteci de iletişim fakültesi mezunu.

Öyle günde sekiz saat değil, az biraz üniversitede “çalışan,” üniversitede okuyan, ÖSS’ye girmiş herkesin bildiği gibi, vakıf ile devlet arasındaki üniversiteye giriş puanlarının eşdeğer bölümler için eşdeğer olmaması, sadece bir “talep ve para” fonksiyonu. Akademik başarı değil. Başarı, sadece bu talep ve para fonksiyonunun küçük bir değişkeni. İki nedeni var bunun: (1) ÖSS, sıralama yapıyor, bilgi ölçmüyor. (2) Yüksek ÖSS puanına sahiplerin üniversiteye girenlerin son % 40’lık dilimi ile, giremeyenlerin ilk % 40’lık dilimi arasında sadece 2-3 doğru cevaplanmış soru farkı var. Girenlerin otuzda biri dışında, akademik başarının (doğru cevapların ve puanın), üniversiteye girme ile ilişkisinin ağırlığı yüzde on bile değil.

Haberde tek şaşırtıcı olan Prof. Gezgin’in sözleri değil sadece, niteliği ile önde gelen bir üniversitenin rektörü de aynı şeyleri söylüyor: ODTÜ Rektörü Ural AKBULUT, “vakıf üniversileri ile devlet üniversitelerindeki puanların birbirine yakın olması gerektiğini” dile getiriyor. Prof. Akbulut, “tıp ve mühendislik gibi insan hayatının düzenlendiği bilim alanlarında, devlet ile vakıf üniversitelerinin aynı alana giren öğrencilerinin eşdeğer puanlara”, yani, puanın başarıyı gösterdiğini varsayarak, eşdeğer bilgi ve zeka düzeyine sahip olması gerektiğini vurguluyor. GEZGİN’in sözlerinde ise, mesele para ve sosyal eşitlik.

Bu iki “akademik memurlar” grubu “yöneticisi”nin, son zamanlarda ayuka çıkan toplumsal olaylarda, tesadüf müdür bilemeyiz aynı saflarda olması mı, her ikisine de aynı yanlışı “yaptırıyor”? Biz de şöyle bir manşet kullanalım isterseniz: “Üniversitede dekanlar, rektörler eşdeğer olarak yapılmalı.” Anladığımız kadarıyla da zaten “yapılıyor.”

Şimdi soruyoruz: Şu andaki ÖSS sistemi ile veya başka bir sistem ile, paralı bir üniversite ile parasız (az harçlı) üniversitedeki varolan giriş puanları eşdeğerlenebilir” mi, eşdeğerlemek her neyse?

Belli bir eleme barajı üstünde olan kişilerin sınavla kontenjanı az olan yerlere yerleştirilmelerinde aldıkları puan’ın hiç önemi olmadığını bu yıl OKS’ye giren yüzbinlerce öğrenci bile biliyorken (Bkz: en alttaki haber), bu iki, dekan ve rektörün “eşdeğerlilik” istemelerinin ardında yatan ne? Ne menem bir “eşdeğer puanlama yapmak” olacak bu? Cevabını vereceğiz ama vermiyoruz, çünkü “ceberut’u”, “cebr” ile karıştıran; “tekid (sağlamlaştırmak) ile tenkid (eleştirmek)” ve “mahal (yer) ile meal (yorum)” arasındaki farkı bilmeyenlere, vereceğimiz her cevap, bize soruşturma olarak geri dönebilir. Biliyorsunuz Vistilef yazarlarının hepsi için Dekanla yaptıkları zararsız bu tür polemikler yüzünden ayrı ayrı soruşturmalar açıldı; hepsi okuldan kovuldular. Geri dönecekler ve geride kalanlara öğretecekler ama onlar dönene kadar biz ÖSS sistemini biraz irdeleyelim de, bakalım “eşdeğer puanlama” ile vakıf ile devlet üniversiteleri arasındaki fark giderilebilir mi? Ya da, ne menem bir şeymiş bu “dekanlık” ve “rektörlük,” onu görelim.

Hemen bilmeyene belirtelim: ÖSS, OKS veya benzeri sınav sistemlerinde, alınan puanın hiç önemi yok. Yani, cevaplanan “doğru” sayısının okula girişte bir önemi yok. Önemli olan, aynı sayıda doğruyu kaç kişinin yaptığı. Çünkü bu tür sınavlar, katılanları, doğru cevaplarını temel alarak sıralıyorlar. Herkes kendi yaptığı doğru soru sayısı kadar eşit bir “fırsatı” elde edemiyor. İşi basitleştirirsek örneğin, derslerde alınan notlar (puanlar) kendi başlarına değerli, orada bir sıralama yapılmıyor. Okuldan mezun olan herkes eşit olarak aynı diplomayı kazanıyor. Tersi ise ÖSS, OKS gibi YERLEŞTİRME sınavlarında yaşanıyor. Bu yıl yaşanan OKS’de olduğu gibi, aynı sayıda doğru yapanların sayısı çoğaldıkça, bu tür sınavlarının da sıralama gücü azalıyor. OKS’de bu yıl 263 öğrenci sıfır yanlış yaptı ve geçen yıl 92 net puan alan öğrenci Robert Kolej’e giriyorken, en fazla öğrenci alan bu okulun bu yıl yanına bile yaklaşamıyor. Ya sınav kolaydı, ya da sorular çalındı veya bazı kişilere dağıtıldı.

Gelelim ÖSS’ye. Burada iş biraz daha karışık: Mesleksel ve alansal seçimlere göre ağırlıklandırmadan tutun; tercih listelerini doğru yapılmasına kadar, bir öğrencinin gireceği okulun ne olacağını belirleyen en az beş değişken var. Ama bunların en önemlilerinin ikisi, bir öğrencinin hangi “sırada” olduğu ve “tercihinin” hangi okul olduğu. Puanın hiç önemi yok. Dolayısıyla “puan eşdeğerlendirmenin” kıymeti harbiyesi yok.

Yukarıdaki dekan ve rektöre kolaylık olsun diye örnekleyelim: Bir öğrenci 17.000inci olsun. Bu öğrenci eğer, bütün tercihlerini 5.000inci sıradaki öğrenciyi olan okullardan yapmışsa, açıkta kalıyor, hangi puanı almış olursa olsun. Tersi de geçerli: 17.002inci olan eğer 18.000inci sıradan bir okul bile tercih etse, üniversiteye giriyor. Bu yıllara göre de değişiyor. Örnek mi, al sana örnek: Beş yıl önce eğitim fakülteleri, iletişim fakültelerinin on puan altındaydı; bu yıl on puan üstünde. Yani bu, şu demek: öğretmen olmak değerlendi, iletişimci olmak değersizleşti. Bu “değersizleştirme” işlemini, umarız iletişim fakültelerindeki dekanlar becermemiştir.

Bu tür bir sistemde, herhangi bir alana veya okula olan tercihin fazlalığı, o okul için gerekli olan puanı da arttırıyor. Bu 1965’ten bu yana böyle. 1980’den önce, önkayıt sistemi ile her fakülte kendi taban puanlarını açıklıyordu fakat durum yine değişmiyordu.

Bu durumda, vakıf üniversiteleri ile devlet üniversiteleri arasındaki puanları “eşdeğerlenmesi” mümkün değil. Eşdeğerlenebilmesi için, bu iki tip üniversitenin “parasız” ve aynı nitelikte olmaları gerekiyor. Yani, “taleb”in aynı olması gerekiyor. Sanırız, ceberrut ile cebir’i karıştıran zihniyet, talep ile talebe’yi karıştırmış burada. Diyarbakır’daki tıp fakültesi yerine İstanbul’daki tıp fakültesini talep eden talebe arasında bile önemli puan farkı var. Oysa bunlar eşdeğer. Bu şu demek, ÖSS sınav sitemini uyguladığınızda, arz taleple eşdeğer olmadığı sürece, puan eşdeğerlenmesi yapılamıyor.

Peki, bu iki akil öğretim üyesi ne demeye olmayacak ve önerilirse komik olacak bir ifade kullanmışlar. Bilmiyorlar mı ÖSS’nin nasıl işlediğini? Ya da, sistemi değiştirerek bu iki tip üniversite arasındaki puanların eşdeğerliliğini sağlamak için önerileri ne? Belki yer darlığından, tanımıyoruz ama bu haberi yapan iletişim fakültesi mezunu olduğundan şüphemiz olmayan “gazeteci”, önerilerine yer vermemiştir. Biz, her iki “akademik”ten de bu öneriyi bekliyoruz. Çünkü eğer, böyle bir sistem bulmuşlarsa, bu Türkiye’ye katacakları en büyük katkı olur. Bıraksınlar türbanla mürbanla Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkelerini savunmayı; öğrencilere daha adil sistemler önersinler. Bir de nasıl öğrenci aldıklarını bilsinler. İşleri bu.

Bu konuda örnek haber de aşağıda:
"Geçtiğimiz yıla göre tercih yapan çok sayıda öğrenci açıkta kaldı. En yüksek puanın 500 olduğu OKS sisteminde, 400'ün altında öğrenci alan sadece birkaç lise var. Anadolu liselerinin büyük bölümü 450 puanın üzerine çıktı. Özel okullar dışındaki kontenjanların tamamı dolmasına rağmen 1. yerleştirmede sonuç alamayan öğrencilerin şansları sürüyor. Bazı Anadolu liselerinin geçen sene ve bu sene 1. yerleştirme sonucunda aldıkları en son öğrencinin puanı (taban puan) şöyle: Kalaba Anadolu (398.4-425), Aydın Adnan Menderes (410.9-455.3), Balıkesir Cumhuriyet (348.5-394.8), Erzurum Anadolu (375.4-431.5), Beşiktaş Anadolu (435.7-455.7), Kabataş Erkek (465.7-490.3), Şehremini Anadolu (412.3-459.1), Kadıköy Anadolu (448.5-482). (AA)"

Bu haberden sonra, “eşdeğerlendirme” neden yapılamaz anladınız mı, ey önerenler, ey aklı başında akil adamlar, ey “akademik memurları” yönetenler? Belki zorlanırsınız diye ekleyelim; mesele ÖSS’de de aynı. Kısacası, rektörü de, dekanı da aynı.

14 Ağustos 2008

ÜNLÜ İLETİŞİMBİLİMCİ HASTANEYE KALDIRILDI...

İletişim ve sosyal bilimci Prof. Dr. Ünsal Oskay, Memorial Hastanesi'ne yatırıldı.

Memorial Hastanesi'nden yapılan yazılı açıklamada, yürümede güçlük, dengesizlik ve konuşma bozukluğu şikayetleriyle hastaneye getirilen Prof. Dr. Oskay'a çekilen MR sonucunda, Trans İstemik Atak (TIA), yani beyin damarlarında geçici pıhtı oluşumu tanısının konulduğu bildirildi.Açıklamada, acil servisteki ilk müdahalesinin artından hastaneye yatırılan Oskay'ın sağlık durumunun iyi olduğu, ilaç tedavisinin uygulanacağı belirtildi. Oskay'ın iki gün içinde taburcu edilmesinin planlandığı kaydedildi.

-ÜNSAL OSKAY KİMDİR-

Şanlıurfa'da 1939 yılında doğan Prof. Dr. Ünsal Oskay, üniversite eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde tamamladı. ABD'de 1967-1968 yıllarında iletişim üzerine yüksek lisans-konuk öğrenci olarak eğitim alan Oskay, 1970'li yıllarda Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nda başlayan akademik hayatı sonrasında doçentlik tezi olarak 19. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişimin Kültürel İşlevleri adlı çalışmasını yayımladı. Oskay, Frankfurt Okulu'nun popüler kültür konusundaki çalışmalarının Türkiye'de tanınmasına yazıları ve çevirileriyle büyük katkıda bulundu. Siyaset bilim, iletişim teorileri, sosyoloji, estetik ve sosyal teori konularında çok sayıda eserin Türkçe'ye çevrilmesini sağlayan Oskay, 1980'li yıllardan itibaren İstanbul ve Marmara Basın Yayın Yüksek Okullarında dersler verdi.1990'lı yıllarda Marmara İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Bölüm Başkanlığı ve 2000-2002 arasında İletişim Fakültesi Dekanlığını yapan Oskay, 2002 yılında Marmara Üniversite'sinden emekliye ayrıldı. Oskay, Kültür ve Beykent Üniversitesi gibi özel üniversitelerde öğretim üyeliğini ve idari görevlerini halen sürdürüyor. Prof. Veysel Batmaz, Prof. Ünsal Oskay'ın ilk asistanıydı. AA

07 Ağustos 2008

Cumhurbaşkanı YÖK listelerini de değiştirerek 21 üniversiteye yeni rektör atadı. Kutluyoruz... Yeni rektörleri beğenmeyen “akademik memurların” Cumhurbaşkanı'nı ve YÖK’ü protesto eden istifalarını kartelci medya (MEME) “üniversitede isyan” başlığı ile verdi.

Üniversitenin isyan filan ettiği yok. O, 1982 yılından beri eyyamcı olarak kim başına gelirse “eyvallah” diyen “akademik memurlardan” oluşuyor. Bu akademik memurlar rektörü bir şey zannediyorlar. Ziyadesiyle rektörler de bu gazla, “şeyhi müritler uçurur” tabirine uygun olarak, kendilerini yetkili zannediyorlar. Oysa 2547 sayılı yasanın uygulanması gerçek haliyle yapılırsa, bu baş akademik memur’un (kendine “rektör” deniyor, ilgilenenlere etimolojisini tavsiye ederiz) yetkileri öyle sandığı ve sanıldığı gibi değil. Nereden mi biliyoruz; idare mahkemeleri, bu YETKİLİ ZANNEDİLEN rektörün işlemlerini durmadan iptal edip duruyor. Yani, “mevzuatın” rektör ve dekanlara verdiği zannedilen yetki ve işlemlerin, Mahkemelerce “keenlem yekün”, “yok hükmünde” olduğu hükme bağlanıyor.

YÖK’den dileğimiz şudur: 2547 sayılı Yasayı tam anlamıyla uygulayın. Orada yazan rektör yetkilerini denetleyin. Orada yazan Dekan görev ve sorumluluklarını harfiyen yerine getirilmesini sağlayın. Orada yazan "Bölüm bölüm başkanı tarafından yönetilir” (madde 21) amir hükmünü tam olarak uygulayın. Rektörün kendinden menkul yetkilerinin olmadığını bir genelge ile herkese duyurun. Rektörün kendinden menkul iktidar alanını 2547 sayılı yasa içine çekin. Üniversitelerde uygulanan disiplin yönetmeliğini, “2547’deki öğretim elemanları,” “657’ye bağlı memurlar” ve rektör, dekan gibi “yöneticiler” için ayrı ayrı düzenleyin. Yoksa, orada bulunan 2547’lisi, 657’lisi, herkes kendini “akademik memur” zannediyor. Yasaklara karşı olmak, yasakların olmadığı bir yer yaratmak değil, adil ve öngörülebilir yetki ve sorumlulukların hukuk içinde paylaşıldığı bir bilimsel ortam ve yer yaratmak demektir. Üniversitede her düzeydeki yönetici primus inter pares’tir. Akademik ortam primus inter pares’lerin ortamıdır.

Şimdilik “pasif tavsiyelerde” bulunuyoruz; daha sonra “aktif tavsiyelerde” bulanacağız. Elimizde Mahkeme kararları var. O da yetmezse, Vistilef olarak, “iletişimsel eyleme” geçeceğiz.