Tam gün yasa tasarısı, üniversiteyi “tıp fakültelerinden” müteşekkil ve üniversite öğretim üyesini de “memur” zannediyor...
Prof. Dr. Veysel Batmaz
Eski Rektör adayı
Sorun:
“Üniversite ve Sağlık Personelinin tam gün çalışmasına ve bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun tasarısı” adlı sağlık personeli ile ilgili bir tasarı TBMM gündemine girmiş ve kanunlaşma sürecine başlamış bulunuyor.
Tasarının sahibi Sağlık Bakanlığı. Fakat, 15 maddeden oluşan bu tasarının dört maddesi doğrudan ve üç maddesi de dolaylı olarak, Sağlık Bakanlığı ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan, uzun zamandır “özerk ve demokratik” denilegelen; Yasasında da bu ibarenin “bilimsel özerklik” olarak yer aldığı ve YÖK ile diğer bakanlıklardan ayrılmış bulunan “üniversite” ile ilgili olarak, 2547 sayılı Yasanın en önemli maddeleri olan 36. (çalışma esasları) ve 58. (döner sermaye) maddelerini değiştiriyor.
Herşeyden önce, üniversiteyi “tıp fakültelerinden” müteşekkil ve üniversite öğretim üyesini de “memur” zanneden bir anlayışın ürünü olan bu yasa tasarısı uygulanamaz, Anayasa Mahkemesi’nden döner ve en önemlisi de “öğretim üyesi/biliminsanı” kavramına hakarettir.
Tasarı, 2547 sayılı yasanın çalışma esasları ile ilgili 36. maddesindeki bütün ayrıntıları kaldırarak, dört paragraflık bir metinle, üniversitede kısmî statü denilen “part-time” çalışma hakkını yok ediyor ve “öğretim elemanları, üniversitede devamlı statüde görev yapar” hükmünü getiriyor. Buna ek olarak, “öğretim elemanının görevi ile bağlantılı olarak verdiği hizmetin karşılığında telif ücreti adıyla bir bedel tahsil etmesi halinde 58inci madde hükümleri uygulanır” diyerek, üniversite alt yapısından hiç bir biçimde yararlanmayan ve üniversite ile ilgili olmayan bilimsel/akademik eser müelliflerini de, sadece üniversitede çalıştıkları için üniversiteye zorla para kazandırma “angaryasına” zorluyor.
Bütün bunları da, İstanbul Üniversitesi’nin Cerrahpaşa ve Çapa Tıp Fakültelerindeki tüm profesör kadrolarını dağıtmak için yapıyor.
Başka amacı yok. Çünkü, yasa tasarısı, arkeoloji veya iletişim profesörünü de tıp profesörü zannediyor olmasa, eğer sağlık alanında tam gün çalışmanın üniversiteye getireceği bir yarar varsa, tıp fakültelerine özel bir statü atfederek, bu yarar doğrultusunda kanunî tanımlar yapardı. Veya, tıp fakültelerini diğer sağlık personeli statüsüne indirgemeyerek, özel bir konum kazandırırdı.
Tasarının, özde ve üniversitenin toplumun en önemli yapı taşı olarak varolmasının 12 Eylül ile budanmış halini bile daha geri götüren iki önemli sakatlığı bulunuyor:
1- Üniversite öğretim üyelerinin tamamını "sağlık personeli" zannediyor;
2- Üniversitede çalışan tüm öğretim üyelerini "memur" zannediyor.
İstanbul Üniversitesi’nde Alemdaroğlu ve Parlak kafalı profesörlerin yarattığı bu iki yanlış algılamanın ve genel olarak üniversiteyi bir kışla görünümüne sokan, paşalardan yardım aldığını artık gizlemeyerek, “onlar olmasaydı, ben ne yapardım” gibi, bir öğretim üyesine yakışmayacak hallere düşenlerin bizi getirdiği son durum, bütün öğretim üyelerini, bir Sağlık Bakanı’nın eline, “sağlık personeli” ve “memur” olarak düşürmektir. Bu ironik duruma, şimdiki İstanbul Üniversitesi yönetiminin nasıl tepki göstereceğini merakla bekliyorum. YÖK ne yapacaktır, onu da merakla bekliyorum.
Başta tıpçı öğretim üyeleri de dahil olmak üzere, bu tasarıya, “sağlık personeli” ve “memur” olmadığımızı haykırmak için karşı çıkmamız lazımdır.
“Sağlık personeli” değiliz; tıpçı profesör, doçent ve yardımcı doçentler de değil.
“Memur” değiliz; 657 ile özlük bağımız olmasına karşın; üniversite öğretim üyesi olarak, bizzat 2547 sayılı yasanın 3-d maddesinde belirtilen, “bilimsel özerkliğe sahip, eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapan” kişi olarak çalışmakla yükümlüyüz.
Bilimsel eğitim/öğretim, araştırma, yayın ve danışmanlık yapmakla görevliyseniz, bunların hiç birini “memur” olarak yapamazsınız.
Çünkü, memur-amir, Arapça emir’den türeyen ve “emir alan” ile “emir veren” ilişkisini tanımlayan hukuki statülerdir. Dikkat ettiniz mi bilemem ama, 657’nin bir çok maddesinde “amir” sözü geçerken, 2547’de sadece “disiplin veya sicil amiri” olarak (yani, özlük ile ilişkili olarak) bu sözün kullanılması, pozitif hukukta da, üniversitede öğretim üyesinin memur olamayacağına ilişkindir. Üniversitede rektör dahil tüm yöneticiler (Bölüm Başkanı hariç) “kurul kararlarını” uygulamakla (2547-13 ve 16) yükümlüdür.
Tıp fakültelerinin başımıza açtığı bir sorun olarak, tasarıdan kaynaklanan bu iki algılama ve uygulama sorununu, ilk önce onların çözmesi gereklidir. Sağlık Bakanlığına ve YÖK’e başvurarak, “sağlık personeli” ve “memur” olmadıklarını söylemelidirler.
Çünkü bilimsel/akademik eğitim, “memur zihniyetiyle,” “tam gün çalışma” ile (her ne demekse), “sağlık sorunlarını” çözmek için geliştirilen akla ziyan önerilerle yapılamaz.
Üniversitelerde çalışan öğretim üyelerinin büyük bir çoğunluğu “tıpçı” değillerdir.
Öneriler:
1. Üniversitelerde çalışan tüm öğretim üyeleri (doktorasını almış ve 2547’ye göre öğretim üyesi sıfatı kazanmış herkes), üniversitede günde en fazla üç saat çalışmalıdır. Bu çalışma, münavebeli (nöbetli) olarak tüm güne yayılmalıdır.
2547’nin şu hali ile (36. madde, 2-d) ve Tasarının Madde 2-2. paragrafına göre, zaten bugün, bir öğretim üyesinin haftalık çalışma saati 10 saattir. Bu söylediğim kafaları karştırmamalıdır. Bu iki maddede de, “öğretim üyesinin haftalık ders yükü en az 10 saattir” denmektedir ve bunun mesai saatini kastetmediği ileri sürülebilir. Oysa, bu görüş tam anlamıyla hukuken yanlıştır. Çünkü, Yasanın ve Tasarının diğer maddelerinde, haftalık 10 saat ders yükünün üzerinde ders verenlere, “ek ders ücreti” ödenmesi hükmü vardır. Bu demektir ki, haftada ek ders ücreti olmadan 10 saat dersten fazla ders vermek angaryadır ve Anayasa ile yasaklanmıştır. Bu da, bir öğretim üyesinin haftalık olarak doğrudan üniversite ile ilişkin çalışma saatini (mesai saatini) belirlemektedir. 10 saatlik (eğitim-öğretim) ders vermenin üstünde, bir öğretim üyesi, araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak için, isterse, haftada, 109 saat daha “çalışabilir” [7 X 24 = 168 (haftalık saat toplamı); 168 – 10/zorunlu ders saati + 49/haftalık ortalama uyku) = 109] ancak bu çalışmasını üniversitede belirlenmiş yerlerde yapmak zorunda değildir. Bu çalışmasının karşılığı da sadece telif olarak ödenir veya hiç ödenmez. Üniversite öğretim üyesi, klinik, poliklinik, gelir getirici proje yapmak zorunda değildir. Çünkü, 2547 sayılı Yasa çok açıktır (3-d), “üniversite [sadece] eğitim-öğretim, araştırma, yayın ve danışmanlık” yapar. Teşhis, ameliyat, tedavi, proje, gelir getirici başka iş yapamaz. Değiitirilecekse, bu durum değiştirilmelidir.
2. Yukarıdaki 1. maddedeki öneriye bağlı olarak, Üniversitelerde, döner sermayeye bağlı olmadan gelir getirici iş yapılması sağlanmalıdır.
Bugünkü Yasa ve Tasarı, üniversite öğretim üyesini devletten başka yerden para almadan, bir sağlık personeli gibi, 2547 sayılı yasada yer almamış bazı işlerden kazanacağı para kazanma sistemi getirmiş ve bu sistem bugüne kadar Yasanın öngördüğü biçimde burada tartışmadığım ama herkesce malum nedenlerle uygulanmamıştır.
Böylelikle, artık öğretim üyesine (üstelik 2547 sayılı yasanın 3-d maddesine aykırı olarak) üniversiteye (devlete) para kazandıran bir tüccardan başka bir gözle bakmanın zamanı gelmiştir.
Üstelik öğretim üyesine “devlete para kazandıran tüccar” konumu, paradoksal olarak, Tasarının ve (belli ölçüde 2547 sayılı Yasayı Alemdaroğlu ve Parlak kafalı profesörler gibi uygulayanlara göre Yasanın), öğetim üyesini “sağlık personeli” ve “memur” konumuna indirdiği bir aşamada kazandırılmak istenmektedir.
Şimdi sorulması gereken durum şudur:
Bir hukukî düzenleme, hukuk sistemi içinde dört farklı hak/yetki statüsü olan, öğretim üyeliği, tüccarlık, sağlık personeli ve memur statülerini aynı kişide nasıl birleştirebilir? Birleştirmesi mümkün müdür?
Birleştirirse, bunun istismarını önlemek mümkün olabilir mi?
Sağlık Bakanı diyecektir ki, “işte bunun için tam gün yasasını çıkartıyoruz; tüccar öğretim üyesi ile, memur öğretim üyesini ayıralım, hatta, öğretim üyeliğini “memur” olduğu sürece tüccarlaştırmayalım.” Peki, o zaman, “döner sermaye” ne için var? Adı üstünde bu “sermaye,” bütçeden ayrı olarak kişisel ve kurumsal bir para kazanma (tüccarlaşma) durumudur. Bu sermaye, işin kötüsü sadece Tıp Fakültelerinde “iş yapmaktadır.”
Bu döngüsel durumun en sade çözümü şudur:
Üniversite öğretim üyesi, haftada 15 saat (veya günde üç saat) üniversitede çalışmasının dışında, kendi adına bir tüccar gibi para kazanmalıdır ve vergisini ödeyerek (bu vergi doğrudan üniversitesine de ödenebilir) devlete katkıda bulunmalıdır.
Üstüne üstlük yeni Tasarı, telif ücretlerini de döner sermayeye irat kaydedtmiştir. Karşımızda, Üniversite alt yapısından hiç bir şekilde yararlanmadan yazılan bilimsel eserlerden de, para kazanan bir devlet vardır. Bu da, bütün öğretim üyelerini tıpçı zannetmenin bir başka yansımasıdır.
3. Yukarıda önerilen aynı anda uygulanması zorunlu iki çözüm önerisi “beğenilmemişse,” öğretim üyeliği haftada genel olarak 40 saatlik bir mesai biçiminde (tam zamanlı) uygulanırsa, bu kez de, şu andaki maaşın dört katı maaşla, tüm fakültelerde tekli statü sağlanmalıdır.
Bugün, “citation index”lerine girmeye çabaladığımız gelişmiş ülkelerde (AB ve ABD), bir öğretim üyesi (profesör) maaşı yılda 75-100 bin dolardır. Türkiye’de ise bu maaş 25 bin dolardır. Ancak dört kat fazla maaşla, öğretim üyeleri üniversitede haftada genel olarak (647-99) 40 saat çalıştırmak adaletlidir. Bu durumda, tıpçılarla diğer öğretim üyeleri arasında bir fark kalmayacağı ve tıp fakültesi hastanelerinin sadece “tetkik ve eğitim hastanesi” olacağından, sorun çözülmüş olur.
Ayrıca, yukarıda değindiğim gibi, 2547 sayılı Yasa, zaten bir öğretim üyesini haftada sadece 10 saat çalıştırma (ders verme) zorunluluğu getirmekte ve üzerinde çalışanlara ek ücret ödemektedir. Bu nedenle de, maaşın dört katına çıkması, adalet açısından zorunludur.
Ayrıca, haftada 40 saatin dışında yine, isteyenin gelir getirici iş yapmasında bir sakınca bulunmamalıdır.
Sonuç:
Tasarı, bizleri “sağlık personeli” ve “memur” olarak görmektedir.
Öğretim üyesi/biliminsanı, memur da değildir, sağlık personeli de...
Sadece 12 Eylülden bu yana zaman zaman görülen bu iki algılama (zannetme) durumunun, üniversitede yarattığı tahribat, küçük Tasarılarla ve bazı tıp fakültelerine karşı girişildiği mutlak olan düzenleyici işlemlerle geçiştirilecek ve çözülecek durumda değildir.
Bu nedenle, üniversitede herkese part-time (haftada 15 saat) ve döner sermaye katkılı ve/veya gelir getirici iş yapma serbestili bir düzen istiyoruz. [NOT: Ben, biliyorsunuz ki, 2547 içinde bu öneriyi Rektör Adaylığı Kampanyası süresince yapmıştım.]
Ya da, üniversitede 2547 sayılı Yasanın ruhuna uygun olarak, yani şu andaki 10 saat zorunlu ders yükünü ve çalışmayı 40 saatli tam zamanlılığa yükselterek, maaşlarımızın dört katına çıkartılmasını talep ediyoruz.
“Sağlık personeli” ve “emir alan (memur)” değiliz...
Bir başka çözüm yok !
Herşeyden önce, üniversiteyi “tıp fakültelerinden” müteşekkil ve üniversite öğretim üyesini de “memur” zanneden bir anlayışın ürünü olan bu yasa tasarısı uygulanamaz, Anayasa Mahkemesi’nden döner ve en önemlisi de “öğretim üyesi/biliminsanı” kavramına hakarettir.
Tasarı, 2547 sayılı yasanın çalışma esasları ile ilgili 36. maddesindeki bütün ayrıntıları kaldırarak, dört paragraflık bir metinle, üniversitede kısmî statü denilen “part-time” çalışma hakkını yok ediyor ve “öğretim elemanları, üniversitede devamlı statüde görev yapar” hükmünü getiriyor. Buna ek olarak, “öğretim elemanının görevi ile bağlantılı olarak verdiği hizmetin karşılığında telif ücreti adıyla bir bedel tahsil etmesi halinde 58inci madde hükümleri uygulanır” diyerek, üniversite alt yapısından hiç bir biçimde yararlanmayan ve üniversite ile ilgili olmayan bilimsel/akademik eser müelliflerini de, sadece üniversitede çalıştıkları için üniversiteye zorla para kazandırma “angaryasına” zorluyor.
Bütün bunları da, İstanbul Üniversitesi’nin Cerrahpaşa ve Çapa Tıp Fakültelerindeki tüm profesör kadrolarını dağıtmak için yapıyor.
Başka amacı yok. Çünkü, yasa tasarısı, arkeoloji veya iletişim profesörünü de tıp profesörü zannediyor olmasa, eğer sağlık alanında tam gün çalışmanın üniversiteye getireceği bir yarar varsa, tıp fakültelerine özel bir statü atfederek, bu yarar doğrultusunda kanunî tanımlar yapardı. Veya, tıp fakültelerini diğer sağlık personeli statüsüne indirgemeyerek, özel bir konum kazandırırdı.
Tasarının, özde ve üniversitenin toplumun en önemli yapı taşı olarak varolmasının 12 Eylül ile budanmış halini bile daha geri götüren iki önemli sakatlığı bulunuyor:
1- Üniversite öğretim üyelerinin tamamını "sağlık personeli" zannediyor;
2- Üniversitede çalışan tüm öğretim üyelerini "memur" zannediyor.
İstanbul Üniversitesi’nde Alemdaroğlu ve Parlak kafalı profesörlerin yarattığı bu iki yanlış algılamanın ve genel olarak üniversiteyi bir kışla görünümüne sokan, paşalardan yardım aldığını artık gizlemeyerek, “onlar olmasaydı, ben ne yapardım” gibi, bir öğretim üyesine yakışmayacak hallere düşenlerin bizi getirdiği son durum, bütün öğretim üyelerini, bir Sağlık Bakanı’nın eline, “sağlık personeli” ve “memur” olarak düşürmektir. Bu ironik duruma, şimdiki İstanbul Üniversitesi yönetiminin nasıl tepki göstereceğini merakla bekliyorum. YÖK ne yapacaktır, onu da merakla bekliyorum.
Başta tıpçı öğretim üyeleri de dahil olmak üzere, bu tasarıya, “sağlık personeli” ve “memur” olmadığımızı haykırmak için karşı çıkmamız lazımdır.
“Sağlık personeli” değiliz; tıpçı profesör, doçent ve yardımcı doçentler de değil.
“Memur” değiliz; 657 ile özlük bağımız olmasına karşın; üniversite öğretim üyesi olarak, bizzat 2547 sayılı yasanın 3-d maddesinde belirtilen, “bilimsel özerkliğe sahip, eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapan” kişi olarak çalışmakla yükümlüyüz.
Bilimsel eğitim/öğretim, araştırma, yayın ve danışmanlık yapmakla görevliyseniz, bunların hiç birini “memur” olarak yapamazsınız.
Çünkü, memur-amir, Arapça emir’den türeyen ve “emir alan” ile “emir veren” ilişkisini tanımlayan hukuki statülerdir. Dikkat ettiniz mi bilemem ama, 657’nin bir çok maddesinde “amir” sözü geçerken, 2547’de sadece “disiplin veya sicil amiri” olarak (yani, özlük ile ilişkili olarak) bu sözün kullanılması, pozitif hukukta da, üniversitede öğretim üyesinin memur olamayacağına ilişkindir. Üniversitede rektör dahil tüm yöneticiler (Bölüm Başkanı hariç) “kurul kararlarını” uygulamakla (2547-13 ve 16) yükümlüdür.
Tıp fakültelerinin başımıza açtığı bir sorun olarak, tasarıdan kaynaklanan bu iki algılama ve uygulama sorununu, ilk önce onların çözmesi gereklidir. Sağlık Bakanlığına ve YÖK’e başvurarak, “sağlık personeli” ve “memur” olmadıklarını söylemelidirler.
Çünkü bilimsel/akademik eğitim, “memur zihniyetiyle,” “tam gün çalışma” ile (her ne demekse), “sağlık sorunlarını” çözmek için geliştirilen akla ziyan önerilerle yapılamaz.
Üniversitelerde çalışan öğretim üyelerinin büyük bir çoğunluğu “tıpçı” değillerdir.
Öneriler:
1. Üniversitelerde çalışan tüm öğretim üyeleri (doktorasını almış ve 2547’ye göre öğretim üyesi sıfatı kazanmış herkes), üniversitede günde en fazla üç saat çalışmalıdır. Bu çalışma, münavebeli (nöbetli) olarak tüm güne yayılmalıdır.
2547’nin şu hali ile (36. madde, 2-d) ve Tasarının Madde 2-2. paragrafına göre, zaten bugün, bir öğretim üyesinin haftalık çalışma saati 10 saattir. Bu söylediğim kafaları karştırmamalıdır. Bu iki maddede de, “öğretim üyesinin haftalık ders yükü en az 10 saattir” denmektedir ve bunun mesai saatini kastetmediği ileri sürülebilir. Oysa, bu görüş tam anlamıyla hukuken yanlıştır. Çünkü, Yasanın ve Tasarının diğer maddelerinde, haftalık 10 saat ders yükünün üzerinde ders verenlere, “ek ders ücreti” ödenmesi hükmü vardır. Bu demektir ki, haftada ek ders ücreti olmadan 10 saat dersten fazla ders vermek angaryadır ve Anayasa ile yasaklanmıştır. Bu da, bir öğretim üyesinin haftalık olarak doğrudan üniversite ile ilişkin çalışma saatini (mesai saatini) belirlemektedir. 10 saatlik (eğitim-öğretim) ders vermenin üstünde, bir öğretim üyesi, araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak için, isterse, haftada, 109 saat daha “çalışabilir” [7 X 24 = 168 (haftalık saat toplamı); 168 – 10/zorunlu ders saati + 49/haftalık ortalama uyku) = 109] ancak bu çalışmasını üniversitede belirlenmiş yerlerde yapmak zorunda değildir. Bu çalışmasının karşılığı da sadece telif olarak ödenir veya hiç ödenmez. Üniversite öğretim üyesi, klinik, poliklinik, gelir getirici proje yapmak zorunda değildir. Çünkü, 2547 sayılı Yasa çok açıktır (3-d), “üniversite [sadece] eğitim-öğretim, araştırma, yayın ve danışmanlık” yapar. Teşhis, ameliyat, tedavi, proje, gelir getirici başka iş yapamaz. Değiitirilecekse, bu durum değiştirilmelidir.
2. Yukarıdaki 1. maddedeki öneriye bağlı olarak, Üniversitelerde, döner sermayeye bağlı olmadan gelir getirici iş yapılması sağlanmalıdır.
Bugünkü Yasa ve Tasarı, üniversite öğretim üyesini devletten başka yerden para almadan, bir sağlık personeli gibi, 2547 sayılı yasada yer almamış bazı işlerden kazanacağı para kazanma sistemi getirmiş ve bu sistem bugüne kadar Yasanın öngördüğü biçimde burada tartışmadığım ama herkesce malum nedenlerle uygulanmamıştır.
Böylelikle, artık öğretim üyesine (üstelik 2547 sayılı yasanın 3-d maddesine aykırı olarak) üniversiteye (devlete) para kazandıran bir tüccardan başka bir gözle bakmanın zamanı gelmiştir.
Üstelik öğretim üyesine “devlete para kazandıran tüccar” konumu, paradoksal olarak, Tasarının ve (belli ölçüde 2547 sayılı Yasayı Alemdaroğlu ve Parlak kafalı profesörler gibi uygulayanlara göre Yasanın), öğetim üyesini “sağlık personeli” ve “memur” konumuna indirdiği bir aşamada kazandırılmak istenmektedir.
Şimdi sorulması gereken durum şudur:
Bir hukukî düzenleme, hukuk sistemi içinde dört farklı hak/yetki statüsü olan, öğretim üyeliği, tüccarlık, sağlık personeli ve memur statülerini aynı kişide nasıl birleştirebilir? Birleştirmesi mümkün müdür?
Birleştirirse, bunun istismarını önlemek mümkün olabilir mi?
Sağlık Bakanı diyecektir ki, “işte bunun için tam gün yasasını çıkartıyoruz; tüccar öğretim üyesi ile, memur öğretim üyesini ayıralım, hatta, öğretim üyeliğini “memur” olduğu sürece tüccarlaştırmayalım.” Peki, o zaman, “döner sermaye” ne için var? Adı üstünde bu “sermaye,” bütçeden ayrı olarak kişisel ve kurumsal bir para kazanma (tüccarlaşma) durumudur. Bu sermaye, işin kötüsü sadece Tıp Fakültelerinde “iş yapmaktadır.”
Bu döngüsel durumun en sade çözümü şudur:
Üniversite öğretim üyesi, haftada 15 saat (veya günde üç saat) üniversitede çalışmasının dışında, kendi adına bir tüccar gibi para kazanmalıdır ve vergisini ödeyerek (bu vergi doğrudan üniversitesine de ödenebilir) devlete katkıda bulunmalıdır.
Üstüne üstlük yeni Tasarı, telif ücretlerini de döner sermayeye irat kaydedtmiştir. Karşımızda, Üniversite alt yapısından hiç bir şekilde yararlanmadan yazılan bilimsel eserlerden de, para kazanan bir devlet vardır. Bu da, bütün öğretim üyelerini tıpçı zannetmenin bir başka yansımasıdır.
3. Yukarıda önerilen aynı anda uygulanması zorunlu iki çözüm önerisi “beğenilmemişse,” öğretim üyeliği haftada genel olarak 40 saatlik bir mesai biçiminde (tam zamanlı) uygulanırsa, bu kez de, şu andaki maaşın dört katı maaşla, tüm fakültelerde tekli statü sağlanmalıdır.
Bugün, “citation index”lerine girmeye çabaladığımız gelişmiş ülkelerde (AB ve ABD), bir öğretim üyesi (profesör) maaşı yılda 75-100 bin dolardır. Türkiye’de ise bu maaş 25 bin dolardır. Ancak dört kat fazla maaşla, öğretim üyeleri üniversitede haftada genel olarak (647-99) 40 saat çalıştırmak adaletlidir. Bu durumda, tıpçılarla diğer öğretim üyeleri arasında bir fark kalmayacağı ve tıp fakültesi hastanelerinin sadece “tetkik ve eğitim hastanesi” olacağından, sorun çözülmüş olur.
Ayrıca, yukarıda değindiğim gibi, 2547 sayılı Yasa, zaten bir öğretim üyesini haftada sadece 10 saat çalıştırma (ders verme) zorunluluğu getirmekte ve üzerinde çalışanlara ek ücret ödemektedir. Bu nedenle de, maaşın dört katına çıkması, adalet açısından zorunludur.
Ayrıca, haftada 40 saatin dışında yine, isteyenin gelir getirici iş yapmasında bir sakınca bulunmamalıdır.
Sonuç:
Tasarı, bizleri “sağlık personeli” ve “memur” olarak görmektedir.
Öğretim üyesi/biliminsanı, memur da değildir, sağlık personeli de...
Sadece 12 Eylülden bu yana zaman zaman görülen bu iki algılama (zannetme) durumunun, üniversitede yarattığı tahribat, küçük Tasarılarla ve bazı tıp fakültelerine karşı girişildiği mutlak olan düzenleyici işlemlerle geçiştirilecek ve çözülecek durumda değildir.
Bu nedenle, üniversitede herkese part-time (haftada 15 saat) ve döner sermaye katkılı ve/veya gelir getirici iş yapma serbestili bir düzen istiyoruz. [NOT: Ben, biliyorsunuz ki, 2547 içinde bu öneriyi Rektör Adaylığı Kampanyası süresince yapmıştım.]
Ya da, üniversitede 2547 sayılı Yasanın ruhuna uygun olarak, yani şu andaki 10 saat zorunlu ders yükünü ve çalışmayı 40 saatli tam zamanlılığa yükselterek, maaşlarımızın dört katına çıkartılmasını talep ediyoruz.
“Sağlık personeli” ve “emir alan (memur)” değiliz...
Bir başka çözüm yok !
2 yorum:
Zaman ne diyor bu konuda?!
Vistilef de, Adsız'ın bu konuda ne dediğini merak etmektedir...
Yorum Gönder