Add to Flipboard Magazine.

18 Ekim 2009

PROF. DR. ÜNSAL OSKAY (1939-2009)

İletişim bilimi en önemli öncülerinden birini yitirdi. Frankfurt Okulu diye tanınan “eleştirel kuramın” Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden biriydi Ünsal Hoca. “Eylem değil, söylem önemlidir” tezi ile özetlenebilecek olan bu kuram, 1980 sonrası solcularına büyük oranda pasifistlik bahanesi ve post-modern teoriye açılım sağlamıştı.


Aytaç Oksal Buldan tarafından Amerika’dan bir nüshası getirilmiş olan Martin Jay’in The Dialectical Imagination kitabının Siyasal Bilgiler Fakültesi doktora öğrencilerinin başucu kitabı olduğu 1979-1982 yıllarında Ünsal Oskay da doktora programında Frankfurt Okulu üzerine dersler veren bir doçentti; o zamanlar başlamıştı, Martin Jay’in doktora tezi olan ve C. Wright Mills’in The Sociological Imagination’ına sanki nazire olarak yazılan kitabını çevirmeye. Ünsal Hoca aynı zamanda bir C. Wright Mills hayranıydı. Mills’in katı anti-pozitivizmiyle, Adorno’nun esnek anti-pozitivizmini birleştirmiş ve Walter Benjamin izinden neredeyse amorf bir iletişim teorisine varmıştı. Bu teoriyi son yirmi yılda bol bol medyada dillendirdi, makaleler yazdı ve kitaplar yayınladı.



Ünsal Oskay o zamanlar SBF-BYYO’da asistanları ve doktora öğrencileri ile sıcak ilişki kurmuş, herkese hocadan çok bir ağabey gibi davranmış, derslerindeki belagat ve kapsam ile, 12 Eylül’ün baskıcı boğucu faşizminde soluk alınacak bir vadi yaratmıştı. Veysel Batmaz, Aydın Uğur, Erol Mutlu, Hikmet Özdemir, Aytaç Oksal Buldan, Bülent Ece öğrencilerinden bir kaçıydı. Giriştiği devasa toplumsal açıklama, kılavuz olarak benimsediği teorik bütünlükle yer yer uyuşuyor, uyuştuğu zaman medya ünlüsü oluyor; uyuşmadığı zaman da inzivaya çekilerek yeni açılımlar biriktiriyordu. Benim 3 kurucusundan biri olduğum Beykent Üniversitesi’ni benim kuruculukla uğraştığım yıllarda, vakıf üniversiteleri genel bağlamında çok eleştirmişti; talih onu, Beykent Üniversitesi Rektör Yardımcısı olduğu bir zamanda yakaladı. Onda müşahaslaşmış olan bu ironi, aslında tüm akademisyenler için tam bir Türkiye klasiği. Benim içinse durum tersi: ilkönce vakıf üniversitesi kurdum, daha sonra devlet üniversitesine geçtim. Şu sıralarda da tüm üniversitelerin vakıf üniversitesi olması için projeler üzerinde çalışıyorum. Tüm devlet üniversitelerinin, üniversitenin gerçek sahipleri olan mezunlarının, çalışanlarının ve öğrencilerinin kuracağı vakıflara devredilmesini öneriyorum. Aynı o çok izinden gittiğimiz Bologna Süreci’nin yer aldığı kentteki Bologna Üniversitesi gibi. Benim bu türlü projeler yaratmamın temelinde ise Ünsal Hoca’nın bana kazandırdığı sağlam açılım ve bağlam analizleri yatıyor. Onun ironisini hiç olmazsa biraz olsun gerçekliğin temelinde söylemden kurtarıp eyleme dönüştürüyorum, yine onun öğrettikleri ile.



İletişim eğitiminin bugünkü hali, eksik yanlış, ondan çok şey öğrendi. Onun açtığı pencereden bakmayı bilenler başka ufuklar da gördüler; Ünsal Hoca’nın sisli bıraktığı yerleri, sınıfsal analizlerle doldurmaya çalıştılar ve onu eleştirdiler. Ancak Türkiye’de iletişim bilimi alanı, onun açtığı yoldan değil de, 12 Eylül sonrası medyada (MEME) belirlenen sığlıkta ilerlediğinden medyada zaman zaman yer alarak sanki kendi kendine tuzak kurmuş gibi bir hale dönüşen Ünsal Hoca’nın amacı hasıl olamadı. Üstelik, medya (MEME) yerine üniversiteyi temel uğraşı alanı haline getirmeyen her akademisyenin makus talihine o da boyun eğdi. Üniversitenin yerini mainstream medyanın alması ile artık iyice zıvanadan çıkmış olan akademik çalışmalar (özellikle ve ironik olarak “medya çalışmaları”), Ünsal Hoca tarafından başlatılan açılımı artık hiç bir zaman yakalayamayacak. İkinci ironisi de buydu: Medyayı üniversite yapmaya çalıştı ama Adorno’nun kuramını izleseydi olamayacağını bilirdi. Medyada medya eleştirisi yapmak ne kadar şart ve olanaklı?



Hepimiz O’na herşeyimizi borçluyuz.
O, hepimizden alacaklı.
Güle güle sevgili Ünsal Hocam...



Senin için çok eleştirel bir inceleme yazmayı hep düşündüm ama son yıllardaki sağlığınla ilgili sorunlar nedeniyle hep erteledim. Ama artık gereği de pek kalmadı. Yanıt vermen artık olanaksız. Seni hep sevdim. En büyük kötülüğü de bana yaptın, beni borçlu bıraktın. Borcumu ne zaman ödeyeceğim, bilemiyorum.


Prof. Dr. Veysel Batmaz
Bu yazı 19 Ekim 2009'da Birgün'de de yayınlandı:

Hiç yorum yok: