Hürriyet gazetesi (varakı) yazarı Oktay Ekşi görevinden istifa etti. ("Görevi" neydi?)
Hürriyet gazetesinin Perşembe günkü taşra baskısında yazar Oktay Ekşi'nin köşesinde, HES'ler ile ilgili hukuki sorunları aşmak için yasa taslağı hazırlayan AKP hükümeti üyelerine dönük olarak "Bu zihniyet analarını da satar" şeklinde ifade yer aldı. Başbakan Erdoğan dün, Ekşi'ye şöyle yüklendi: “Gazetecilik buysa böyle gazetecilerle mücadele etmem, savaşırım. Bunların cibilliyeti bu. Sonra ‘Başbakan neden bu kadar sinirleniyor' diye söyleniyorlar. Eskiden de Başbakanlar, bakanlarla ilgili yazarlarmış. Onlar cevap vermezmiş. Yine öyle zannediyorlar ama öyle değil.” AKP'lilerin yoğun büyük tepki gösterdiği Oktay Ekşi, sonraki yazısında özür dileyerek, "Kantarın topuzunu kaçırdım, özür dilerim" demişti. Ancak tepkiler dinmedi. Hürriyet Gazetesi'nin önünde toplanan grup Ekşi'yi istifaya çağırdı. Akşam saatlerinde de Ekşi'nin istifa ettiği haberi geldi. (soL-Haber Merkezi) http://haber.sol.org.tr/medya/oktay-eksi-istifa-etti-haberi-35193
Vistilef'in Notu: İyi oldu. Oktay Ekşi, süpermarket gazeteciliğinin süperegosu olarak köşeci yazıcılığı yapıyordu. Kullandığı kavramların hepsinin içi boştu. Örnek: (B)Asın Konsey'i dahil, bütün platformlarda bir "iletişim özgürlüğü'nden" söz etmekteydi. Oysa, bilinmektedir ki, iletişimin özgürlüğü olmaz, sadece iletişim araçlarının kullanılması ve ifade özgürlüğü olur. Kullandığı bu boş ve yanıltıcı ve cahilleştirici söz, aynı, "düşünce özgürlüğü" gibi bir boş kelamdı...hoş bir seda olarak bile kalmadı. Ayrıntılı eleştiri için Bkz: Veysel Batmaz'ın kitapları
Hürriyet Varak'ının 36 yıldır başyazarlığını yapan Oktay Ekşi okuyucularına veda etti.
"Okuyucularıma veda
BAZEN habbenin (dam-lacığın) kubbe, kubbenin de habbe yapıldığı dönemlerden geçersiniz. Benim 28 Ekim tarihli yazımın son cümlesinde (nasıl istismar edilebileceğini hesaplayamadan) değiştirdiğim iki kelime buna örnek teşkil etti. Gerçeği olduğu gibi anlatmam anlamak istemeyenlere yetmedi. Bu durumda 1966 yılından beri mensubu olduğum, 1974 yılından beri de “Başyazar”ı sıfatını taşıdığım Hürriyet Gazetesi’nden ayrılmaya karar verdim. Bana ne mutlu ki bunca yıl en iyi patronlarla ve mükemmel gazetecilerle çalıştım. Hepsine içten teşekkür borçluyum. Bugüne kadar ülkem ve mesleğim için hangi görüşleri savundumsa ömrümün sonuna kadar onları savunacağımın bilinmesini isterim."
31 Ekim 2010
30 Ekim 2010
NUR SERTER: İKNA ODALARINDA İLETİŞİM FAKÜLTESİ KAMERALARINI KULLANDIK
(29 Ekim'i kutlamıyoruz... Özal, Doğramacı ve Alemdaroğlu'nu kutluyoruz...)
Senelerdir “İkna odaları” sizin isminizle anılıyor?...
NUR SERTER (İ.Ü. Eski Rektör Yardımcısı/CHP Milletvekili)-12 senedir anlatıyorum ama bir şey ifade etmiyor. Çünkü önemli olan peşin hükümle yaklaşmak. “İkna odası” bir kadın gazeteci tarafından yakıştırıldı. Olay şudur: 10 bin öğrencinin ilk yasaklı kayıt dönemiydi. Avcılar’da gruplar halinde içeri öğrencileri alıyoruz. Tek tük başı örtülü türbanlı öğrenci de oluyor ama kaydını yapamıyoruz. Herkesin içinde kızlara ‘Başını açman gerekir’ deniliyordu. Kendimi onların yerine koydum. Biri bana gelse o kadar insanın içinde ‘başını aç’ dese rahatsız olurum çünkü. Bunun üzerine bir araştırma görevlisini görevlendirdik. Farklı bir mekana yönlendirip hukuki durumla ilgili bilgi vermeye başladı. Pedagojik formasyonu olan hanım, iki öğretim görevlimiz de vardı. Ama çok ayak altı bir yer olunca Medikososyal merkezinde -çocuklar rahatsız olmasın diye- boş bir odayı kullanalım dedik. Tek bir odadır o. Ama ben endişeye kapıldım. O dönem bazı malum basın organları çok ağır iftiralar atıyorlardı. Şimdi, “Çocukları kapalı mekana alıyoruz. Kızlara baskı yaptın, işkence yaptın denilebilir” dedim. Bunun için İletişim fakültesi öğrencilerinin kameralarından birini bu odaya kurduk. http://www.haber3.com/ikna-odalarini-anlatti--616497h.htm
Vistilef'in Notu: O sırada İletişim Fakültesi Dekan Yrd. olan Prof. Dr. Suat Gezgin, Alemdaroğlu tarafından atandığı dekanlığı sırasında, ikna odaları mucidi Nur Serter'in Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nu, Cumhurbaşkanı Sezer tarafından "hukuksuzluk" yaptığı gerekçesiyle rektörlük görevinden uzaklaştırılmadan bir gün önce, bakın nasıl savunmuştu... : http://vistilefblog.blogspot.com/2010_07_04_archive.html TEK ADAM yazısı ve yazının jpg'si (büyütmek için fotoğrafı tıklayın.)...
Türkiye'de ve üniversitelerde tartışılacak ve düzeltilecek başka bir şey yokmuş gibi, "türban" meselesini ülkenin bir numaralı sorunu haline getirenler üç kişidir: Turgut Özal, İhsan Doğramacı ve Kemal Alemdaroğlu... Üçünü de bu böyyük başarılarından dolayı kutluyoruz. "Türban" üniversitelerde serbest olmalıdır; bu serbestlik "özgürlük için" değil, adaletin bir gereğidir.
Türkiye Sahtekarlıklar Ülkesi:
Özlem Çelik'le Türban Kadın ve Medya Üzerine
--Türbanlı ve türbansız kadının farkına gelince… Fark var mı sizce? Kimse atölyelerde kayıt dışı çalıştırılan başörtülü kadınlardan söz etmiyor. Ya da başı kapalı olduğu için kendi cemaatinin erkekleri tarafından bile işe alınmayan kadınların yaşadığı durum konuşulmuyor. Bugüne kadar üniversitelere sokulmayan o kadınların eşleri, oğulları “medeni” kıyafetleriyle her yere girebildiler. Bu sistemin sahtekârlığı değilse nedir? Sistem kadınlardan korunuyor ama erkeklere kapılar sonuna kadar açık!
Son yıllarda kadın sürücülerin arabalarında başörtüsü taşıdığını biliyor musunuz? Polis kontrolünü görünce başını kapatıp durdurulmadan geçmenin yolunu böyle bulmuş kadınlar. Öğrenci eylemlerinde genç kadınları saçından sürükleyerek ve döverek gözaltına alan polis türbanlı kadınlara hiç dokunmuyor. Neden, çünkü onların dokunulmazlığı var. Dindar kesimin, “inanç özgürlüğü” tanımıyla basite indirgemeye çalıştığı konu aslında hiç basit değil. Din onlara dokunulmazlık, bize ise dokunulurluk veriyor. Açıklar günahkâr, kapalılar ise masum!...
Tamamı için:
http://haber.sol.org.tr/kadinin-gunlugu/turkiye-sahtekarliklar-ulkesi-haberi-35172
Senelerdir “İkna odaları” sizin isminizle anılıyor?...
NUR SERTER (İ.Ü. Eski Rektör Yardımcısı/CHP Milletvekili)-12 senedir anlatıyorum ama bir şey ifade etmiyor. Çünkü önemli olan peşin hükümle yaklaşmak. “İkna odası” bir kadın gazeteci tarafından yakıştırıldı. Olay şudur: 10 bin öğrencinin ilk yasaklı kayıt dönemiydi. Avcılar’da gruplar halinde içeri öğrencileri alıyoruz. Tek tük başı örtülü türbanlı öğrenci de oluyor ama kaydını yapamıyoruz. Herkesin içinde kızlara ‘Başını açman gerekir’ deniliyordu. Kendimi onların yerine koydum. Biri bana gelse o kadar insanın içinde ‘başını aç’ dese rahatsız olurum çünkü. Bunun üzerine bir araştırma görevlisini görevlendirdik. Farklı bir mekana yönlendirip hukuki durumla ilgili bilgi vermeye başladı. Pedagojik formasyonu olan hanım, iki öğretim görevlimiz de vardı. Ama çok ayak altı bir yer olunca Medikososyal merkezinde -çocuklar rahatsız olmasın diye- boş bir odayı kullanalım dedik. Tek bir odadır o. Ama ben endişeye kapıldım. O dönem bazı malum basın organları çok ağır iftiralar atıyorlardı. Şimdi, “Çocukları kapalı mekana alıyoruz. Kızlara baskı yaptın, işkence yaptın denilebilir” dedim. Bunun için İletişim fakültesi öğrencilerinin kameralarından birini bu odaya kurduk. http://www.haber3.com/ikna-odalarini-anlatti--616497h.htm
Vistilef'in Notu: O sırada İletişim Fakültesi Dekan Yrd. olan Prof. Dr. Suat Gezgin, Alemdaroğlu tarafından atandığı dekanlığı sırasında, ikna odaları mucidi Nur Serter'in Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nu, Cumhurbaşkanı Sezer tarafından "hukuksuzluk" yaptığı gerekçesiyle rektörlük görevinden uzaklaştırılmadan bir gün önce, bakın nasıl savunmuştu... : http://vistilefblog.blogspot.com/2010_07_04_archive.html TEK ADAM yazısı ve yazının jpg'si (büyütmek için fotoğrafı tıklayın.)...
Türkiye'de ve üniversitelerde tartışılacak ve düzeltilecek başka bir şey yokmuş gibi, "türban" meselesini ülkenin bir numaralı sorunu haline getirenler üç kişidir: Turgut Özal, İhsan Doğramacı ve Kemal Alemdaroğlu... Üçünü de bu böyyük başarılarından dolayı kutluyoruz. "Türban" üniversitelerde serbest olmalıdır; bu serbestlik "özgürlük için" değil, adaletin bir gereğidir.
Türkiye Sahtekarlıklar Ülkesi:
Özlem Çelik'le Türban Kadın ve Medya Üzerine
--Türbanlı ve türbansız kadının farkına gelince… Fark var mı sizce? Kimse atölyelerde kayıt dışı çalıştırılan başörtülü kadınlardan söz etmiyor. Ya da başı kapalı olduğu için kendi cemaatinin erkekleri tarafından bile işe alınmayan kadınların yaşadığı durum konuşulmuyor. Bugüne kadar üniversitelere sokulmayan o kadınların eşleri, oğulları “medeni” kıyafetleriyle her yere girebildiler. Bu sistemin sahtekârlığı değilse nedir? Sistem kadınlardan korunuyor ama erkeklere kapılar sonuna kadar açık!
Son yıllarda kadın sürücülerin arabalarında başörtüsü taşıdığını biliyor musunuz? Polis kontrolünü görünce başını kapatıp durdurulmadan geçmenin yolunu böyle bulmuş kadınlar. Öğrenci eylemlerinde genç kadınları saçından sürükleyerek ve döverek gözaltına alan polis türbanlı kadınlara hiç dokunmuyor. Neden, çünkü onların dokunulmazlığı var. Dindar kesimin, “inanç özgürlüğü” tanımıyla basite indirgemeye çalıştığı konu aslında hiç basit değil. Din onlara dokunulmazlık, bize ise dokunulurluk veriyor. Açıklar günahkâr, kapalılar ise masum!...
Tamamı için:
http://haber.sol.org.tr/kadinin-gunlugu/turkiye-sahtekarliklar-ulkesi-haberi-35172
23 Ekim 2010
EN İYİ ÜNİVERSİTE SIRALAMASI-2010
ODTÜ Enformatik Enstitüsü bünyesinde oluşturulan University Ranking by Academic Performance(URAP) laboratuvarlarında yürütülen çalışmayı, ODTÜ eski Rektörü Prof. Dr. Ural Akbulut’un koordinatörlüğünde eski rektörler Prof. Dr.Nusret Aras, Prof. Dr. Tunçalp Özgen, Prof. Dr. Engin Ataç, Prof. Dr. Ülkü Bayındır, Prof. Dr. Atilla Askar, Prof. Dr. Yaşar Sütbeyaz yaptı. URAP’ın yaptığı çalışmanın Türkiye’de ilk kez yapıldığını belirten Akbulut, sıralamada, YÖK, ÖSYM, ISI Web of Science, Google Scholar gibi açık, güvenilir kaynaklardan alınan ve yayın sayısı, kişi başına düşen yayın sayısı, atıf sayısı, kişi başına düşen atıf sayısı, Google Scholar yayın sayısı, kişi başına düşen Google Scholar yayın sayısı, doktora öğrenci sayısı, doktora öğrenci oranı, kişi başına düşen öğrenci sayısı gibi tamamen bilimsel üretkenliğe dayanan verilerin kullanıldığını bildirdi.
İşte Türkiye'nin en iyi üniversiteleri:
1) HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ Puanı: 624.49
2) ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ Puanı: 599.43
3) ANKARA ÜNİVERSİTESİ Puanı: 574.77
4) İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ Puanı: 550.12
5) EGE ÜNİVERSİTESİ Puanı: 445.39
6) İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ Puanı: 436.56
7) GEBZE YÜKSEK TEKNOLOJİ ENSTİTÜSÜ Puanı: 416.06
8) GAZİ ÜNİVERSİTESİ Puanı: 403.84
9) BİLKENT ÜNİVERSİTESİ Puanı: 383.03
10) BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ Puanı: 371.5
11) SABANCI ÜNİVERSİTESİ Puanı: 339.03
12) KOÇ ÜNİVERSİTESİ Puanı: 334.64
13) İZMİR YÜKSEK TEKNOLOJİ ENSTİTÜSÜ Puanı: 333.49
14) ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ Puanı: 325.82
15) BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ Puanı: 325.56
16) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ Puanı: 323.64
17) DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ Puanı: 317.8
18) GÜLHANE ASKERİ TIP AKADEMİSİ Puanı: 315.5
19) MARMARA ÜNİVERSİTESİ Puanı: 295.25
20) ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ Puanı: 287.97
Diğerleri için: http://www.haber3.com/turkiyenin-en-iyi-universiteleri-foto-galerisi-14514-p1.htm#image
İşte Türkiye'nin en iyi üniversiteleri:
1) HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ Puanı: 624.49
2) ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ Puanı: 599.43
3) ANKARA ÜNİVERSİTESİ Puanı: 574.77
4) İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ Puanı: 550.12
5) EGE ÜNİVERSİTESİ Puanı: 445.39
6) İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ Puanı: 436.56
7) GEBZE YÜKSEK TEKNOLOJİ ENSTİTÜSÜ Puanı: 416.06
8) GAZİ ÜNİVERSİTESİ Puanı: 403.84
9) BİLKENT ÜNİVERSİTESİ Puanı: 383.03
10) BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ Puanı: 371.5
11) SABANCI ÜNİVERSİTESİ Puanı: 339.03
12) KOÇ ÜNİVERSİTESİ Puanı: 334.64
13) İZMİR YÜKSEK TEKNOLOJİ ENSTİTÜSÜ Puanı: 333.49
14) ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ Puanı: 325.82
15) BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ Puanı: 325.56
16) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ Puanı: 323.64
17) DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ Puanı: 317.8
18) GÜLHANE ASKERİ TIP AKADEMİSİ Puanı: 315.5
19) MARMARA ÜNİVERSİTESİ Puanı: 295.25
20) ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ Puanı: 287.97
Diğerleri için: http://www.haber3.com/turkiyenin-en-iyi-universiteleri-foto-galerisi-14514-p1.htm#image
13 Ekim 2010
KÖŞE YAZARLARI KAPIŞTI: İNTİHAL VAR MI YOK MU?
Fatih Altaylı
fatihaltayli@haberturk.com
Sınıf atlama tahtası olarak köşe yazarlığı
12 Ekim 2010 Salı, HaberTürk
“Köşe yazarlarının önemi artacak” tartışmasına dün Murat Bardakçı anlamlı bir katkıda bulundu.
Ertuğrul Özkök, Dünya Editörler Forumu’ndan bildirmiş ve “Köşe yazarlarının önemi artacak” demişti bir araştırmaya dayanarak.
Bardakçı da “Evet artabilir ama arkadaşının lokantasına gidip sarmısaklı baklavasının ne kadar güzel olduğunu yazan köşe yazarının değil, konusuna hâkim köşe yazarının önemi artacak” diye yanıt verdi.
Şimdi ben size bambaşka bir şey söyleyeyim.
Dünya Editörler Forumu da, diğer gazetecilik organizasyonları da “bir halt” değildir.
Daha doğrusu bir şey bilmezler.
Hepsi kendi egolarının pervanesi olmuş, alışkanlıklarını doğru zanneden, dünya değişirken yazılı basının da değişmesi gerektiğini anlamaktan aciz bir grup adamdır.
Bu yüzden de alternatif medyalar gelişirken, gazeteler sürekli tiraj kaybeder, pazar payı kaybeder, reklam geliri kaybeder, genç okur kazanamaz, giderek küçülen bir pazarın oyuncuları olurlar.
Habertürk çıkarken söylediğim ve yazdığım gibi, 19. yüzyıl alışkanlıklarıyla, gelenekleriyle 21. yüzyıl gazeteciliği yapılamaz.
Dünyanın okur yazar oranları en yüksek ülkelerinde, giderek yok olan, batan gazetelerin editörlerinin bu konuda bize öğreteceği hiçbir şey yoktur.
“O kadar akılları varsa, önce kendilerini kurtarsınlar” diyorum kendilerine.
Türkiye’de köşe yazarlığı meselesine gelirsek. Ben köşe yazarlarının öneminin artacağına inananlardan değilim.
Bugün Türkiye’de sayısını bilemediğim sayıda gazetede, gökteki yıldızlar kadar çok köşe yazarı var.
Çıkın sokağa sorun bakalım, vatandaş hangisini tanıyor, hangisini biliyor, hangisini okuyor?
Bırakın sokağı, bir gazetenin okurlarına sorun o gazetedeki köşe yazarlarını, bakalım kaçını tanıyor, kaçını biliyor.
Bu kadar çok köşe yazarının, ancak kendilerine faydası var.
Çünkü dünyanın hiçbir yerinde olmadığı şekliyle Türkiye’de köşe yazarlığı, pek çok yazar tarafından “sınıf atlama trambolini” olarak kullanılıyor.
Köşe yazarlarımız birdenbire sosyetemizin birer mensubu, sanat camiasının yakını, iş dünyasının bireyi haline geliveriyorlar.
Lüks lokantaların müdavimi, pahalı semtlerin sembolü, dünya mutfağının uzmanı, işadamlarının sırdaşı, siyasetçilerin danışmanı, gustonun belirleyicisi olduklarını ilan ediyorlar.
Köşe yazarı olunca kalemleri değil ama dillerindeki tat alma duygusu bile gelişiyor sanki.
Temelsiz burjuva, soysuz aristokrat oluyorlar. Ve daha vahimi, kendi meslektaşlarını beğenmez,muhabirleri hakir görür bir havaya giriyorlar.
Hiçbirinin uzun bir geçmişi yok.
Sanki hayatları köşe yazarı olunca başlamış gibi davranıyor,mazilerini köşe yazarlıklarıyla sınırlıyor, kapatıyorlar.
Siz bu “davranış biçimine” köşe yazarlığı diyorsanız demeye devam edin.
Ama “sınıf atlama aygıtı” olarak köşe yazarlığını Dünya Editörler Forumu’na tartışma konusu olarak önerirseniz, hep birlikte hayli eğleniriz...
Yukarıdaki satırlar, köşe yazarları arasında müthiş bir kavganın yaşandığını gösteriyor. Vistilef'ten Prof. Dr. Veysel Batmaz, Birgün Gazetesi Kitap Eki'nde (09.10.2010) Medyaya Düşman Yetiştiriyorum'un 3. Baskısını tanıtırken, şunları söylemişti:
BirGün: Peki nereye getirdi Hürriyet ve Ertuğrul Özkök Türkiye’yi?
Veysel Batmaz: Olumlu bir yere getirmedi, cahilleştirdi, zaten mesele de bu. Medya aslında bir ara güçtür ve insanları kullanacakları, bilgi haline getirecekleri enformasyonu verir ve onları, enforme eder, yani içsel olarak biçimler. Türkiye’de yaşanan hal ve gidiş tabii sadece bir gazetenin ve onun neşriyat müdürünün marifeti olamaz. Zaten hem sözkonusu gazete, hem de mezkur yönetmen, çok da yüksek örnekler değiller, ne enformasyon verme becerisinde, ne manipüle yapma becerisinde. Fakat her ikisi de epifenomen. Kitapta ve diğer kitaplarımda son on yıldır hep bunu işledim. Ertuğrul Özkök’ü ve gazetesini epifenomenik bir örnek olarak eleştirdim. Hep söylerim, Türkiye’de medyayı, köşeyazarı denen meslek grubunu kim yaratmışsa, o bozdu. Alaaddin Şenel hocamın kulakları çınlasın, tarif onundur, “her sabah çiş yapar gibi yazı yazma” mesleği olan köşe yazarlığını bu hale getiren bence dört kişi var: Çetin Altan, İlhan Selçuk, Zafer Mutlu ve Ertuğrul Özkök. Ben de zaten bunları eleştiriyorum kitaplarımda. Ayrıca, şunu da vurgulayayım, Ertuğrul Özkök’ü on yıl önce eleştirmek biraz zordu, şimdi herkes yapıyor. Bu kitap bunun da yolunu açtı.
BirGün: Köşe yazarları olumlu bir işlev görmüyorlar mı diyorsunuz?
Veysel Batmaz: Görüyorlar mı?
BirGün: Kanaat önderleri oluyorlar, olayları analiz ederek anlaşılır veya kavranabilir kılmıyorlar mı? Kötülerinin yanısıra nesnel analiz yapan da var.
Veysel Batmaz: Ben sanmıyorum. Kakafoni yaratmaktan başka bir iş yapmıyorlar. Zaten insan enformasyonla alış veriş haline eğer ihtiyacı varsa girer. Yani, ayva, armut gibi yendiğinde tok tutan doğrudan işleve sahip bir nesne değil enformasyon. Bir başka işinizi yapmak için elde ederseniz yararlı olabilecek bir şey. Yemezseniz aç kalırsınız ama enformasyon almazsanız size hiç bir şey olmaz, hatta daha sağlıklı bile kalabilirsiniz. Düşünün köşe yazarı olmayan, talk-show yapılmayan, ama doğru ve anında haber veren, eğlendiren bir medya olsa, daha doğru bir kanaate sahip olmaz mısınız? Bu kanaat önderi lafı da köşe yazarları için oluşturulmuş bir kavram değil. Daniel Lerner, okurlara ilginç gelebilir, The Passing of Traditional Society-Geleneksel Toplum Geçip Giderken (1958) kitabını 1956-57 yılında Ankara-Balgat’ta yaptığı bir araştırmaya dayandırdı. Balgat Köyü’ndeki radyo ve gazete iletişiminin yapısını irdelediği alan araştırmasında “iki akışlı iletişim,” “kanaat önderi” gibi kavramlar geliştirdi. Muhtar, köy öğretmeni, imam, jandarma komutanı gibi kişilere deniyordu, kanaat önderi. Yani genel olarak olay ve olguları kendi formasyonlarınca anlayamayacak olan köylülere, enformasyonu yorumlayan, aktaran, sunan kişilere deniyordu. Günümüzde artık enforme olmayan köylü kalmadığı gibi, bu geleneksel kanaat önderleri de toplumun gerisinde kaldılar. Yerlerine köşe yazarları geldi demek işi biraz kolaycı açıklama ile geçiştirmek olur. Çünkü kanaat önderi toplumda bir otoriteyi temsil eder veya otoritenin kendisidir. “Kanaat önderi” kavramının kaynağı olmuş olan bu toplumda, köşe yazarı kimi temsil ediyor?
BirGün: Patronu, siyasetçiyi, cemaat önderini temsil ediyor, etmiyor mu?
Veysel Batmaz: İşte Ertuğrul Özkök’ü eleştirdiğim nokta burada. O “süpermarket medyası” diye bir kavram ortaya attı. Aslında Aydın Doğan’ın Koç’larla olan söylentiye dayanan ilişkisi belki de bu kavramı yarattı. Öyle ya, Migros’lar Koç’ların ve birer süperemarket, yani size lazım olan her şey, her markadan bu marketlerin raflarında var. Ertuğrul Özkök’e göre de, başta köşe yazarları olmak üzere, gazetesi ve medya, her görüşten her dalgaya açık kişi ve haberlerden oluşuyordu ve okur da sanki gazeteyi eline alınca ya da bir tv kanalını zaplayınca bir süpermarket koridorları arasında raflara bakarak alış veriş yapan müşterilere dönüşüyordu. İşte bu durumda, sorabiliriz, kanaat önderi diye bize enformasyon yorumlayan köşe yazarı kimin temsilcisi? Ya, gizli bir temsilci ki demokrasilerde çok ayıp karşılanır böylesine üstü kapaklı tencereler, ya da açık bir markası var. Her ikisi de, bir araç olan medyada olmayacak şeyler. Neden? Lerner’ın iki eşikli iletişimi oluşturan “kanaat önderi” tanımına dönersek, onunkiler zaten temsilci de olsalar, kendi başlarına da hareket etseler, birer kamusal hizmet gören kişiler. Enformasyonu da bu kamusal işlevleri aracılığı ile aktarıyorlar. Köşe yazarı eğer gizliyorsa kendini, kamusal hizmet göremez, özel bir çıkara bağlıdır; eğer açık açık markasını belli ediyorsa zaten kamusal bir işlevi yoktur. İşte köşe yazarını süpermarketteki raflarda bulunan deterjan kutularına dönüştüren bir medya ve onun teşkilatçılarını eleştiriyorum. Köşe yazarından ve bu umumi neşriyat müdürlerinden acilen kurtulmamız lazım. Bütün gazeteler ve medya onlarla dolu.
fatihaltayli@haberturk.com
Sınıf atlama tahtası olarak köşe yazarlığı
12 Ekim 2010 Salı, HaberTürk
“Köşe yazarlarının önemi artacak” tartışmasına dün Murat Bardakçı anlamlı bir katkıda bulundu.
Ertuğrul Özkök, Dünya Editörler Forumu’ndan bildirmiş ve “Köşe yazarlarının önemi artacak” demişti bir araştırmaya dayanarak.
Bardakçı da “Evet artabilir ama arkadaşının lokantasına gidip sarmısaklı baklavasının ne kadar güzel olduğunu yazan köşe yazarının değil, konusuna hâkim köşe yazarının önemi artacak” diye yanıt verdi.
Şimdi ben size bambaşka bir şey söyleyeyim.
Dünya Editörler Forumu da, diğer gazetecilik organizasyonları da “bir halt” değildir.
Daha doğrusu bir şey bilmezler.
Hepsi kendi egolarının pervanesi olmuş, alışkanlıklarını doğru zanneden, dünya değişirken yazılı basının da değişmesi gerektiğini anlamaktan aciz bir grup adamdır.
Bu yüzden de alternatif medyalar gelişirken, gazeteler sürekli tiraj kaybeder, pazar payı kaybeder, reklam geliri kaybeder, genç okur kazanamaz, giderek küçülen bir pazarın oyuncuları olurlar.
Habertürk çıkarken söylediğim ve yazdığım gibi, 19. yüzyıl alışkanlıklarıyla, gelenekleriyle 21. yüzyıl gazeteciliği yapılamaz.
Dünyanın okur yazar oranları en yüksek ülkelerinde, giderek yok olan, batan gazetelerin editörlerinin bu konuda bize öğreteceği hiçbir şey yoktur.
“O kadar akılları varsa, önce kendilerini kurtarsınlar” diyorum kendilerine.
Türkiye’de köşe yazarlığı meselesine gelirsek. Ben köşe yazarlarının öneminin artacağına inananlardan değilim.
Bugün Türkiye’de sayısını bilemediğim sayıda gazetede, gökteki yıldızlar kadar çok köşe yazarı var.
Çıkın sokağa sorun bakalım, vatandaş hangisini tanıyor, hangisini biliyor, hangisini okuyor?
Bırakın sokağı, bir gazetenin okurlarına sorun o gazetedeki köşe yazarlarını, bakalım kaçını tanıyor, kaçını biliyor.
Bu kadar çok köşe yazarının, ancak kendilerine faydası var.
Çünkü dünyanın hiçbir yerinde olmadığı şekliyle Türkiye’de köşe yazarlığı, pek çok yazar tarafından “sınıf atlama trambolini” olarak kullanılıyor.
Köşe yazarlarımız birdenbire sosyetemizin birer mensubu, sanat camiasının yakını, iş dünyasının bireyi haline geliveriyorlar.
Lüks lokantaların müdavimi, pahalı semtlerin sembolü, dünya mutfağının uzmanı, işadamlarının sırdaşı, siyasetçilerin danışmanı, gustonun belirleyicisi olduklarını ilan ediyorlar.
Köşe yazarı olunca kalemleri değil ama dillerindeki tat alma duygusu bile gelişiyor sanki.
Temelsiz burjuva, soysuz aristokrat oluyorlar. Ve daha vahimi, kendi meslektaşlarını beğenmez,muhabirleri hakir görür bir havaya giriyorlar.
Hiçbirinin uzun bir geçmişi yok.
Sanki hayatları köşe yazarı olunca başlamış gibi davranıyor,mazilerini köşe yazarlıklarıyla sınırlıyor, kapatıyorlar.
Siz bu “davranış biçimine” köşe yazarlığı diyorsanız demeye devam edin.
Ama “sınıf atlama aygıtı” olarak köşe yazarlığını Dünya Editörler Forumu’na tartışma konusu olarak önerirseniz, hep birlikte hayli eğleniriz...
Yukarıdaki satırlar, köşe yazarları arasında müthiş bir kavganın yaşandığını gösteriyor. Vistilef'ten Prof. Dr. Veysel Batmaz, Birgün Gazetesi Kitap Eki'nde (09.10.2010) Medyaya Düşman Yetiştiriyorum'un 3. Baskısını tanıtırken, şunları söylemişti:
BirGün: Peki nereye getirdi Hürriyet ve Ertuğrul Özkök Türkiye’yi?
Veysel Batmaz: Olumlu bir yere getirmedi, cahilleştirdi, zaten mesele de bu. Medya aslında bir ara güçtür ve insanları kullanacakları, bilgi haline getirecekleri enformasyonu verir ve onları, enforme eder, yani içsel olarak biçimler. Türkiye’de yaşanan hal ve gidiş tabii sadece bir gazetenin ve onun neşriyat müdürünün marifeti olamaz. Zaten hem sözkonusu gazete, hem de mezkur yönetmen, çok da yüksek örnekler değiller, ne enformasyon verme becerisinde, ne manipüle yapma becerisinde. Fakat her ikisi de epifenomen. Kitapta ve diğer kitaplarımda son on yıldır hep bunu işledim. Ertuğrul Özkök’ü ve gazetesini epifenomenik bir örnek olarak eleştirdim. Hep söylerim, Türkiye’de medyayı, köşeyazarı denen meslek grubunu kim yaratmışsa, o bozdu. Alaaddin Şenel hocamın kulakları çınlasın, tarif onundur, “her sabah çiş yapar gibi yazı yazma” mesleği olan köşe yazarlığını bu hale getiren bence dört kişi var: Çetin Altan, İlhan Selçuk, Zafer Mutlu ve Ertuğrul Özkök. Ben de zaten bunları eleştiriyorum kitaplarımda. Ayrıca, şunu da vurgulayayım, Ertuğrul Özkök’ü on yıl önce eleştirmek biraz zordu, şimdi herkes yapıyor. Bu kitap bunun da yolunu açtı.
BirGün: Köşe yazarları olumlu bir işlev görmüyorlar mı diyorsunuz?
Veysel Batmaz: Görüyorlar mı?
BirGün: Kanaat önderleri oluyorlar, olayları analiz ederek anlaşılır veya kavranabilir kılmıyorlar mı? Kötülerinin yanısıra nesnel analiz yapan da var.
Veysel Batmaz: Ben sanmıyorum. Kakafoni yaratmaktan başka bir iş yapmıyorlar. Zaten insan enformasyonla alış veriş haline eğer ihtiyacı varsa girer. Yani, ayva, armut gibi yendiğinde tok tutan doğrudan işleve sahip bir nesne değil enformasyon. Bir başka işinizi yapmak için elde ederseniz yararlı olabilecek bir şey. Yemezseniz aç kalırsınız ama enformasyon almazsanız size hiç bir şey olmaz, hatta daha sağlıklı bile kalabilirsiniz. Düşünün köşe yazarı olmayan, talk-show yapılmayan, ama doğru ve anında haber veren, eğlendiren bir medya olsa, daha doğru bir kanaate sahip olmaz mısınız? Bu kanaat önderi lafı da köşe yazarları için oluşturulmuş bir kavram değil. Daniel Lerner, okurlara ilginç gelebilir, The Passing of Traditional Society-Geleneksel Toplum Geçip Giderken (1958) kitabını 1956-57 yılında Ankara-Balgat’ta yaptığı bir araştırmaya dayandırdı. Balgat Köyü’ndeki radyo ve gazete iletişiminin yapısını irdelediği alan araştırmasında “iki akışlı iletişim,” “kanaat önderi” gibi kavramlar geliştirdi. Muhtar, köy öğretmeni, imam, jandarma komutanı gibi kişilere deniyordu, kanaat önderi. Yani genel olarak olay ve olguları kendi formasyonlarınca anlayamayacak olan köylülere, enformasyonu yorumlayan, aktaran, sunan kişilere deniyordu. Günümüzde artık enforme olmayan köylü kalmadığı gibi, bu geleneksel kanaat önderleri de toplumun gerisinde kaldılar. Yerlerine köşe yazarları geldi demek işi biraz kolaycı açıklama ile geçiştirmek olur. Çünkü kanaat önderi toplumda bir otoriteyi temsil eder veya otoritenin kendisidir. “Kanaat önderi” kavramının kaynağı olmuş olan bu toplumda, köşe yazarı kimi temsil ediyor?
BirGün: Patronu, siyasetçiyi, cemaat önderini temsil ediyor, etmiyor mu?
Veysel Batmaz: İşte Ertuğrul Özkök’ü eleştirdiğim nokta burada. O “süpermarket medyası” diye bir kavram ortaya attı. Aslında Aydın Doğan’ın Koç’larla olan söylentiye dayanan ilişkisi belki de bu kavramı yarattı. Öyle ya, Migros’lar Koç’ların ve birer süperemarket, yani size lazım olan her şey, her markadan bu marketlerin raflarında var. Ertuğrul Özkök’e göre de, başta köşe yazarları olmak üzere, gazetesi ve medya, her görüşten her dalgaya açık kişi ve haberlerden oluşuyordu ve okur da sanki gazeteyi eline alınca ya da bir tv kanalını zaplayınca bir süpermarket koridorları arasında raflara bakarak alış veriş yapan müşterilere dönüşüyordu. İşte bu durumda, sorabiliriz, kanaat önderi diye bize enformasyon yorumlayan köşe yazarı kimin temsilcisi? Ya, gizli bir temsilci ki demokrasilerde çok ayıp karşılanır böylesine üstü kapaklı tencereler, ya da açık bir markası var. Her ikisi de, bir araç olan medyada olmayacak şeyler. Neden? Lerner’ın iki eşikli iletişimi oluşturan “kanaat önderi” tanımına dönersek, onunkiler zaten temsilci de olsalar, kendi başlarına da hareket etseler, birer kamusal hizmet gören kişiler. Enformasyonu da bu kamusal işlevleri aracılığı ile aktarıyorlar. Köşe yazarı eğer gizliyorsa kendini, kamusal hizmet göremez, özel bir çıkara bağlıdır; eğer açık açık markasını belli ediyorsa zaten kamusal bir işlevi yoktur. İşte köşe yazarını süpermarketteki raflarda bulunan deterjan kutularına dönüştüren bir medya ve onun teşkilatçılarını eleştiriyorum. Köşe yazarından ve bu umumi neşriyat müdürlerinden acilen kurtulmamız lazım. Bütün gazeteler ve medya onlarla dolu.
11 Ekim 2010
YARGI KARARLARINI UYGULAMAMAK ve RTÜK
RTÜK tarafından 12 Kasım 2008'de İstanbul'da gerçekleştirilen "Terör ve Medya" konulu bilgilendirme toplantısına RTÜK Üyesi olarak katılan Prof. Dr. Davut Dursun, toplantı boyunca yaptığı konuşmaların redaksiyonunu yaparak metni kitap formatına getirdi. Dursun daha sonra bu malzemeleri Eğitim Dairesi Başkanı Ayhan Özçelik'e vererek gerekli düzeltme ve kısaltmaları yapmasını istedi. Özçelik'in, yaptığı çalışmaların ardından Dursun'un konuşmaları kitap haline getirildi. Ancak Dursun, kitapta hataların olduğu gerekçesiyle Özçelik'i Teftiş Kurulu Başkanlığı'na şikayet etti. Dursun, Özçelik'in bilerek ve isteyerek kendi çalışmasını dikkate almadığını, yaptığı uyarıları göz ardı ettiğini, metni ham haliyle yayımlayarak kurumun itibarını zedelediğini savunarak, Özçelik hakkında RTÜK Personel Yönetmeliği'nin ilgili maddeleri uyarınca 1/30 oranında aylıktan kesme cezası verilmesini istedi. Üst Kurul'un cezasını onadığı Özçelik, Eğitim Dairesi Başkanlığı görevinden alındı.
Mahkeme ‘objektif değil' dedi
Karar üzerine yargıya başvuran Özçelik'in itirazını inceleyen Ankara 14. İdare Mahkemesi, RTÜK'ün Özçelik ile ilgili kararını bozdu. Disiplin Kurulu kararlarının sağlıklı ve objektif olmasının, kararı veren kurul üyelerinin olayı objektif değerlendirmeleriyle mümkün olabileceğine işaret eden mahkeme, Özçelik hakkında soruşturma başlatılmasını isteyen Davut Dursun'un disiplin kurulu kararının onaylandığı RTÜK toplantısına katılarak oy vermesinin bu ilkeye aykırı olduğuna işaret etti. Mahkeme dava konusu işlemin iptalini kararlaştırdı.
Ancak mahkemenin bu kararına karşın Özçelik, yasal sınır olan 30 gün içerisinde Eğitim Dairesi Başkanlığı görevine tekrar başlatılmadı. Özçelik de bunun üzerine soluğu bir kez daha yargıda aldı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvuran Özçelik, idarenin mahkeme kararlarını hiçbir şekilde değiştiremeyeceğine ve bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceğine işaret etti. Suç duyurusuna konu olan yargı kararının RTÜK'e 8 Temmuz 2010'da tebliğ edilmesine karşın kararının gereklerinin 30 günlük yasal süresi içerisinde yerine getirilmediğini belirten Özçelik, başvurusunda "Hukuka açıkça aykırı olarak, mahkeme kararlarını uygulamayan, etkisiz ve geçersiz kılmaya çalışan RTÜK Başkanı ve RTÜK Genel Sekreteri keyfi işlemlerine yenilerini eklemekte, hukuk tanımaz tavırlarını açıkça sürdürerek, söz konusu yargı kararını da geçersiz ve etkisiz kılmak amacıyla hakkımda yeni bir keyfi ve haksız idari işlem başlatılmıştır" dedi. Özçelik, Davut Dursun ve diğer yetkililer hakkında Türk Ceza Yasası'nın "görevi kötüye kullanmak" suçunu düzenleyen 257. maddesi uyarınca cezalandırılmasını istedi.
Dursun, daha önce RTÜK personeli Cengiz Özdiker'in açtığı davada, yargı kararlarını uygulamadığı gerekçesiyle 2 yıl 9 aylık hapis cezasına çarptırılmıştı. Dursun'a ilişkin bu karar halen Yargıtay'da bekliyor. Bu nedenle Özçelik'in yaptığı başvuru daha da önem kazanıyor.
Mahkeme ‘objektif değil' dedi
Karar üzerine yargıya başvuran Özçelik'in itirazını inceleyen Ankara 14. İdare Mahkemesi, RTÜK'ün Özçelik ile ilgili kararını bozdu. Disiplin Kurulu kararlarının sağlıklı ve objektif olmasının, kararı veren kurul üyelerinin olayı objektif değerlendirmeleriyle mümkün olabileceğine işaret eden mahkeme, Özçelik hakkında soruşturma başlatılmasını isteyen Davut Dursun'un disiplin kurulu kararının onaylandığı RTÜK toplantısına katılarak oy vermesinin bu ilkeye aykırı olduğuna işaret etti. Mahkeme dava konusu işlemin iptalini kararlaştırdı.
Ancak mahkemenin bu kararına karşın Özçelik, yasal sınır olan 30 gün içerisinde Eğitim Dairesi Başkanlığı görevine tekrar başlatılmadı. Özçelik de bunun üzerine soluğu bir kez daha yargıda aldı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvuran Özçelik, idarenin mahkeme kararlarını hiçbir şekilde değiştiremeyeceğine ve bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceğine işaret etti. Suç duyurusuna konu olan yargı kararının RTÜK'e 8 Temmuz 2010'da tebliğ edilmesine karşın kararının gereklerinin 30 günlük yasal süresi içerisinde yerine getirilmediğini belirten Özçelik, başvurusunda "Hukuka açıkça aykırı olarak, mahkeme kararlarını uygulamayan, etkisiz ve geçersiz kılmaya çalışan RTÜK Başkanı ve RTÜK Genel Sekreteri keyfi işlemlerine yenilerini eklemekte, hukuk tanımaz tavırlarını açıkça sürdürerek, söz konusu yargı kararını da geçersiz ve etkisiz kılmak amacıyla hakkımda yeni bir keyfi ve haksız idari işlem başlatılmıştır" dedi. Özçelik, Davut Dursun ve diğer yetkililer hakkında Türk Ceza Yasası'nın "görevi kötüye kullanmak" suçunu düzenleyen 257. maddesi uyarınca cezalandırılmasını istedi.
Dursun, daha önce RTÜK personeli Cengiz Özdiker'in açtığı davada, yargı kararlarını uygulamadığı gerekçesiyle 2 yıl 9 aylık hapis cezasına çarptırılmıştı. Dursun'a ilişkin bu karar halen Yargıtay'da bekliyor. Bu nedenle Özçelik'in yaptığı başvuru daha da önem kazanıyor.
09 Ekim 2010
YÖK BAŞKANI YANILIYOR... DİĞERLERİ GİBİ....
Bir partinin yeni zırvası olarak, iktidara geldiğinde YÖK'ü kaldıracağına yönelik açıklamalarının hatırlatılması üzerine YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, "YÖK'ün kaldırılması değil de, belki de şeklinin değişmesi gerekiyor. YÖK selahiyetleri itibarıyla, çok fazla selahiyete sahip. Belki bunların fonksiyonları değişir" diye konuştu.
YÖK Başkanı daha önce YÖK'ün kaldırılmasının öneriyordu. Şimdi fikrini değiştirdi. Olabilir. Ancak YÖK'ün selahiyetleri (yetkileri) hakkında yanılıyor. Sadece kendisi değil, tüm rektörler, eski YÖK başkanları ve öğretim üyeleri ile öğrencilerin ve hatta üniversite çalışanlarının kahir ekseriyeti gibi. Hatta buna tüm ilgili kamu diyebiliriz.
YÖK, 2547 sayılı yasanın ilk maddelerinde üst kurul olarak nitelendirilmiş bir kurul. Görevi ve yetkisi sadece gözetim ve denetim. Aynı rektör ve dekanınkiler gibi. 2547 sayılı yasanın ilgili maddeleri iyice okunursa, YÖK, denetleme ve genel esasları koyma, rektörler üniversiteyi temsil etme, dekanlar da kurul kararlarını uygulama ve koordinasyon görevine sahip. Bir de buna ek olarak jürilerin verdiği kararlara göre atama onayı yetkisine sahip. Yani hiç biri idarecilik yetki ve vasfına sahip değil. Zaten yönetim ve kamu hukukuna göre, denetçi olan yönetici olamaz. Oysa YÖK'ü kuran 2547 sayılı Yasa'nın 21. maddesi, Bölüm Başkanı'na gözetim ve denetim yetkisi değil, idare yetkisi vermiş durumda. "Bölüm Bölüm Başkanı tarafından yönetilir." diyor. Bütün bölüm kurulları karar vermekle değil, görüş bildirmekle sınırlanmış.
Üstelik bu Vistilef'in yorumu da değil, İdare Mahkemesi ve Danıştay hükmü. Vistilef, vistilaf değil. Bunun için YÖK Başkanı'ndan bu sayfanın sağ yanındaki en üst linki tıklamasını istirham ediyoruz.
Yani özetle, üniversitelerde, AKADEMİK İDARE olarak en yetkili makam Bölüm Başkanlığı, diğer yöneticiler genel esaslarla ve denetimle ve atama ile yetkili kılınmış.
Bir kere daha belirtelim dedik... Öyle ya sırada "YÖK açılımı" var.
YÖK Başkanı daha önce YÖK'ün kaldırılmasının öneriyordu. Şimdi fikrini değiştirdi. Olabilir. Ancak YÖK'ün selahiyetleri (yetkileri) hakkında yanılıyor. Sadece kendisi değil, tüm rektörler, eski YÖK başkanları ve öğretim üyeleri ile öğrencilerin ve hatta üniversite çalışanlarının kahir ekseriyeti gibi. Hatta buna tüm ilgili kamu diyebiliriz.
YÖK, 2547 sayılı yasanın ilk maddelerinde üst kurul olarak nitelendirilmiş bir kurul. Görevi ve yetkisi sadece gözetim ve denetim. Aynı rektör ve dekanınkiler gibi. 2547 sayılı yasanın ilgili maddeleri iyice okunursa, YÖK, denetleme ve genel esasları koyma, rektörler üniversiteyi temsil etme, dekanlar da kurul kararlarını uygulama ve koordinasyon görevine sahip. Bir de buna ek olarak jürilerin verdiği kararlara göre atama onayı yetkisine sahip. Yani hiç biri idarecilik yetki ve vasfına sahip değil. Zaten yönetim ve kamu hukukuna göre, denetçi olan yönetici olamaz. Oysa YÖK'ü kuran 2547 sayılı Yasa'nın 21. maddesi, Bölüm Başkanı'na gözetim ve denetim yetkisi değil, idare yetkisi vermiş durumda. "Bölüm Bölüm Başkanı tarafından yönetilir." diyor. Bütün bölüm kurulları karar vermekle değil, görüş bildirmekle sınırlanmış.
Üstelik bu Vistilef'in yorumu da değil, İdare Mahkemesi ve Danıştay hükmü. Vistilef, vistilaf değil. Bunun için YÖK Başkanı'ndan bu sayfanın sağ yanındaki en üst linki tıklamasını istirham ediyoruz.
Yani özetle, üniversitelerde, AKADEMİK İDARE olarak en yetkili makam Bölüm Başkanlığı, diğer yöneticiler genel esaslarla ve denetimle ve atama ile yetkili kılınmış.
Bir kere daha belirtelim dedik... Öyle ya sırada "YÖK açılımı" var.
06 Ekim 2010
DOĞRU KARAR: YÖK Bütün Disiplin Yönetmeliklerini Lâv Etti...
YÖK, öğrencinin "disiplin yönetmeliğine aykırı" durumu nedeniyle sınıftan çıkarılamayacağını; çıkaran öğretim görevlisi hakkında soruşturma açılacağını duyurdu.
YÖK'ün İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne gönderdiği yazı ile artık İstanbul Üniversitesi'nde Disiplin Yönetmeliklerine aykırı hareket eden öğretim elemanı, çalışanlar ve öğrenciler okuldan çıkartılamayacak, polise teslim edilemeyecek ve hakkında soruşturma açılmayacak.
1981'den bu yana ilk kez DOĞRU bir karar alan YÖK'ü bu özgürlükçülüğü dolayısıyla kutluyoruz.
Bu konuda hukuki mütaalamızı az sonra kamuya arz edeceğiz. Bugüne kadar üstlerin hukukunu uygulayan YÖK'ün tüm disiplin yönetmeliklerini lâv ettiğinin farkında olup olmaması ise Vistilef'i ve üniversitelerde hukukun üstünlüğünü, adaleti, bilimi ve özgürlükçülüğü savunanları pek ilgilendirmiyor. Konu, münferit olaylarda mahkemelerce hükme bağlanacak.
Vistilef
YÖK'ün İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne gönderdiği yazı ile artık İstanbul Üniversitesi'nde Disiplin Yönetmeliklerine aykırı hareket eden öğretim elemanı, çalışanlar ve öğrenciler okuldan çıkartılamayacak, polise teslim edilemeyecek ve hakkında soruşturma açılmayacak.
1981'den bu yana ilk kez DOĞRU bir karar alan YÖK'ü bu özgürlükçülüğü dolayısıyla kutluyoruz.
Bu konuda hukuki mütaalamızı az sonra kamuya arz edeceğiz. Bugüne kadar üstlerin hukukunu uygulayan YÖK'ün tüm disiplin yönetmeliklerini lâv ettiğinin farkında olup olmaması ise Vistilef'i ve üniversitelerde hukukun üstünlüğünü, adaleti, bilimi ve özgürlükçülüğü savunanları pek ilgilendirmiyor. Konu, münferit olaylarda mahkemelerce hükme bağlanacak.
Vistilef
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)