TIP FAKÜLTELERİ, KENDİ ÜNİVERSİTELERİNİ KURSUN...
TIPÇILAR, ÜNİVERSİTELERDEN ELLERİNİ ÇEKSİN ! (Tıp fak. olan üniversiteler Türkiye'de başarılı olamıyor... Ayrıntılar için aşağıdaki yazılara bkz.)
28 Kasım 2007
27 Kasım 2007
Rektöre soruşturma
Danıştay 1. Dairesi, bir öğretim görevlisinin, “yargı kararını gereği gibi ve zamanında uygulamadıkları” iddiasıyla İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mesut PARLAK ve Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Targan ÜNAL hakkındaki şikayeti üzerine, PARLAK ve ÜNAL ile ilgili YÖK'te birlikte soruşturma yapılmasına hükmetti.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu'ndaki bir öğretim görevlisi, “yargı kararlarını gereği gibi ve zamanında yerine getirmedikleri ve yargı kararlarını etkisiz bırakmak amacıyla işlem tesis etmek suretiyle görevlerini kötüye kullandıkları” iddiasıyla Parlak ve Ünal'ı şikayet etti. Şikayet üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Parlak ile ilgili dosyayı görevsizlik kararıyla YÖK'e, Ünal hakkındaki soruşturma evrakını ise İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne gönderdi. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünce oluşturulan Kurul, Ünal ile ilgili men-i muhakeme kararı verdi.
Öğretim görevlisi bu karara itiraz etti. İtirazı değerlendiren Danıştay 1. Dairesi, kararında, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 53. maddesinin hükümlerine değindi.
Kararda, söz konusu maddede, YÖK Başkanı dışındakiler için ilk soruşturmanın YÖK başkanınca veya diğer disiplin amirlerince doğrudan veya görevlendirecekleri uygun sayıda soruşturmacı tarafından; üniversite rektörleri, rektör yardımcıları ve üst kuruluş genel sekreterleri hakkında son soruşturmanın açılıp açılmamasına YÖK üyelerinden teşkil edilen 3 kişilik kurulun karar vereceğinin hükme bağlandığı, değişik statüde kişilerin birlikte suç işlemeleri halinde ise soruşturma usulü ve yetkili yargılama makamının görev itibarıyla üst dereceliye göre tayin olunacağı hükmüne yer verildiği belirtildi.
Kararda, şöyle denildi:
“Yukarıda anılan yasa hükümleri uyarınca şüphelinin rektör ile birlikte suç işlediği iddia edildiğinden, yapılacak soruşturmanın rektörün tabi olduğu soruşturma usulüne göre yapılması, yine rektörün tabi olduğu usule göre oluşturulacak son soruşturma kurulunca karar verilmesi gerektiğinden Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Müdürü hakkında belirtilen usulde yapılacak soruşturma sonucunda YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca karar verilmesi zorunludur.”
Danıştay 1. Dairesi, şüpheli hakkında İstanbul Üniversitesi son soruşturma kurulunca verilen meni muhakeme kararını bu gerekçeyle bozdu. Daire, yasada belirtilen usule göre “Rektör Parlak ile ilgili soruşturmayla birleştirilmek suretiyle soruşturmanın yapılmasından sonra YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca Parlak ve Ünal hakkında birlikte karar verilmek üzere, dosyanın YÖK Başkanlığına iletilmesi için İstanbulÜniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesine oy birliğiyle karar verdi.
Danıştay 1. Dairesi, şüpheli hakkında İstanbul Üniversitesi son soruşturma kurulunca verilen meni muhakeme kararını bu gerekçeyle bozdu. Daire, yasada belirtilen usule göre “Rektör Parlak ile ilgili soruşturmayla birleştirilmek suretiyle soruşturmanın yapılmasından sonra YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca Parlak ve Ünal hakkında birlikte karar verilmek üzere, dosyanın YÖK Başkanlığına iletilmesi için İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesine oy birliğiyle karar verdi. (A.A.)
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu'ndaki bir öğretim görevlisi, “yargı kararlarını gereği gibi ve zamanında yerine getirmedikleri ve yargı kararlarını etkisiz bırakmak amacıyla işlem tesis etmek suretiyle görevlerini kötüye kullandıkları” iddiasıyla Parlak ve Ünal'ı şikayet etti. Şikayet üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Parlak ile ilgili dosyayı görevsizlik kararıyla YÖK'e, Ünal hakkındaki soruşturma evrakını ise İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne gönderdi. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünce oluşturulan Kurul, Ünal ile ilgili men-i muhakeme kararı verdi.
Öğretim görevlisi bu karara itiraz etti. İtirazı değerlendiren Danıştay 1. Dairesi, kararında, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 53. maddesinin hükümlerine değindi.
Kararda, söz konusu maddede, YÖK Başkanı dışındakiler için ilk soruşturmanın YÖK başkanınca veya diğer disiplin amirlerince doğrudan veya görevlendirecekleri uygun sayıda soruşturmacı tarafından; üniversite rektörleri, rektör yardımcıları ve üst kuruluş genel sekreterleri hakkında son soruşturmanın açılıp açılmamasına YÖK üyelerinden teşkil edilen 3 kişilik kurulun karar vereceğinin hükme bağlandığı, değişik statüde kişilerin birlikte suç işlemeleri halinde ise soruşturma usulü ve yetkili yargılama makamının görev itibarıyla üst dereceliye göre tayin olunacağı hükmüne yer verildiği belirtildi.
Kararda, şöyle denildi:
“Yukarıda anılan yasa hükümleri uyarınca şüphelinin rektör ile birlikte suç işlediği iddia edildiğinden, yapılacak soruşturmanın rektörün tabi olduğu soruşturma usulüne göre yapılması, yine rektörün tabi olduğu usule göre oluşturulacak son soruşturma kurulunca karar verilmesi gerektiğinden Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Müdürü hakkında belirtilen usulde yapılacak soruşturma sonucunda YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca karar verilmesi zorunludur.”
Danıştay 1. Dairesi, şüpheli hakkında İstanbul Üniversitesi son soruşturma kurulunca verilen meni muhakeme kararını bu gerekçeyle bozdu. Daire, yasada belirtilen usule göre “Rektör Parlak ile ilgili soruşturmayla birleştirilmek suretiyle soruşturmanın yapılmasından sonra YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca Parlak ve Ünal hakkında birlikte karar verilmek üzere, dosyanın YÖK Başkanlığına iletilmesi için İstanbulÜniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesine oy birliğiyle karar verdi.
Danıştay 1. Dairesi, şüpheli hakkında İstanbul Üniversitesi son soruşturma kurulunca verilen meni muhakeme kararını bu gerekçeyle bozdu. Daire, yasada belirtilen usule göre “Rektör Parlak ile ilgili soruşturmayla birleştirilmek suretiyle soruşturmanın yapılmasından sonra YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca Parlak ve Ünal hakkında birlikte karar verilmek üzere, dosyanın YÖK Başkanlığına iletilmesi için İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesine oy birliğiyle karar verdi. (A.A.)
18 Kasım 2007
ÜNİVERSİTELERE YENİ DÜZEN...
TIP FAKÜLTELERİ, ÜNİVERSİTELERİ MÂLİ ve İDARÎ OLARAK SÖMÜRÜYORLAR, İSTİSMAR EDİYORLAR...
Tıp Fakültelerinin bütçeleri, bir üniversitenin en büyük bütçe kalemidir... Bu kalem olmasa, diğer fakülteler daha fazla bütçeye sahip olabilecektir.
Mali olarak, döner sermayeler bir havuzda toplandığı halde, tıpçılar nedeniyle diğer fakültelere hiç bir pay verilmez. Sadaka niteliğindeki, “yurtdışı gezi” “harcırah ve yollukları” ve bazı kendinden menkul “araştırma fonları” dışında, fakülteler fiziki yapıları ve eğitim kaliteleri için, üniversite döner sermaye havuzundan pay alamazlar. Çünkü tıpçı rektörler vermez. Bu doğal, fakat bütçenin de büyük payı tıpçılara gittiğinden, diğer temel fakültelerin devletten daha az mali kaynak almasına dolaylı olarak katkıda bulunurlar, bu tıpçılar.
İdarî olarak, tıpçılar, hukuktan anlamadıkları için, mevzuat ile yasayı; hukuk ile yetkiyi birbirine karıştırdıkları ve hayatları boyunca birbirleri ile üniversite içinde vahşi bir rekabet ve kliklerle çalıştıkları için (“klinik” ile “klik” arasında etimolojik aynılık vardır. Bkz: Latince Sözlükler), üniveriteyi de kendi adamları ile yönetmeye kalkarlar. Bunların bu doğalarını bilen bazı “yanar dönerler” de, felsefeci ve jeomorfolojikler, zemine iyi uydukları için, üniveriteyi bir hastane gibi görerek, alt-üst ilişkisi ile yönetirler. Bilmezler ki, üniversitedeki akademik ve idari hayat, doktora sonrasından başlayarak, primus interpares’tir.
Bu nedenlerle derhal tıp fakülteleri, kendi üniversitelerini kurmak için, bugünkü üniversitelerden çıkartılmalıdır.
Üniversite reformu ancak bundan sonra anlamlı olabilir.
İkinci olarak yapılacak iş: üniversitelerin, üniversite olabilmeleri için, Bölüm düzeyinde “mali özerklik”, “ita amirliği” ve “tüzel kişilik” yetkilendirmeleridir. Bunun için zaten pratik bir yapı mevcuttur. Öğrenciyi ÖSS’den, bölümler, doğrudan almakta; bir çok bölüm (tıp ve hukuk hariç) kendi diplomasını vermektedir. 2547 sayılı yasa da, aslında bu tür bir yapıya açıktır. Dekanları, “temsilci,” “koordinatör,” “genel denetçi-gözetmen” ve “kurul kararlarının uygulayan” bir konuma getirmiş (Madde 16) ve Bölüm Başkanlarının bölümü idare ettiğini (Madde 21) amir hüküm halinde “emretmiştir.” Bunu 26 yıldır anlayan yoktur. Kaldı ki, tıpçı rektörler yasadan anlamadıkları ve üniversiteyi hastane veya klinik gibi gördüklerinden ve onların seçtikleri Dekanlar da “yetki” ile “kamu görevinin” ancak “yasadan alınacağını” bilemediklerinden, üniversiteler, “veri tabanı ilan” eden ve “cititation index’ten başka bir haltı, kalite olarak göremeyen,” zavallı, kurak ve verimsiz; öğrenciye müşteri muamelesi yapan “eğitim kursları” haline dönüşmüştür. Üniversite reformu için yapılacak tek iş, dekanları olduğu yerde bırakmak; rektörü temsilci yapmak ve Bölümü bölüm başkanı ile idareye gerçek anlamıyla kavuşturmaktır. Dünyanın bütün üniversitelerinde, Harvard Tıp dahil, bu böyledir.
Cumhuriyeti üniversitede kaybeden Türkiye, Cumhuriyeti tekrar üniversitede kazanacaktır. Bunun ilk yolu da tıpçıları kendi üniversitelerine göndermek ve Bölüm düzeyinde “ita amirliği” ve “tüzel kişilik” tanımaktır.
Vistilef- Prof. Dr. Veysel Batmaz
Tıp Fakültelerinin bütçeleri, bir üniversitenin en büyük bütçe kalemidir... Bu kalem olmasa, diğer fakülteler daha fazla bütçeye sahip olabilecektir.
Mali olarak, döner sermayeler bir havuzda toplandığı halde, tıpçılar nedeniyle diğer fakültelere hiç bir pay verilmez. Sadaka niteliğindeki, “yurtdışı gezi” “harcırah ve yollukları” ve bazı kendinden menkul “araştırma fonları” dışında, fakülteler fiziki yapıları ve eğitim kaliteleri için, üniversite döner sermaye havuzundan pay alamazlar. Çünkü tıpçı rektörler vermez. Bu doğal, fakat bütçenin de büyük payı tıpçılara gittiğinden, diğer temel fakültelerin devletten daha az mali kaynak almasına dolaylı olarak katkıda bulunurlar, bu tıpçılar.
İdarî olarak, tıpçılar, hukuktan anlamadıkları için, mevzuat ile yasayı; hukuk ile yetkiyi birbirine karıştırdıkları ve hayatları boyunca birbirleri ile üniversite içinde vahşi bir rekabet ve kliklerle çalıştıkları için (“klinik” ile “klik” arasında etimolojik aynılık vardır. Bkz: Latince Sözlükler), üniveriteyi de kendi adamları ile yönetmeye kalkarlar. Bunların bu doğalarını bilen bazı “yanar dönerler” de, felsefeci ve jeomorfolojikler, zemine iyi uydukları için, üniveriteyi bir hastane gibi görerek, alt-üst ilişkisi ile yönetirler. Bilmezler ki, üniversitedeki akademik ve idari hayat, doktora sonrasından başlayarak, primus interpares’tir.
Bu nedenlerle derhal tıp fakülteleri, kendi üniversitelerini kurmak için, bugünkü üniversitelerden çıkartılmalıdır.
Üniversite reformu ancak bundan sonra anlamlı olabilir.
İkinci olarak yapılacak iş: üniversitelerin, üniversite olabilmeleri için, Bölüm düzeyinde “mali özerklik”, “ita amirliği” ve “tüzel kişilik” yetkilendirmeleridir. Bunun için zaten pratik bir yapı mevcuttur. Öğrenciyi ÖSS’den, bölümler, doğrudan almakta; bir çok bölüm (tıp ve hukuk hariç) kendi diplomasını vermektedir. 2547 sayılı yasa da, aslında bu tür bir yapıya açıktır. Dekanları, “temsilci,” “koordinatör,” “genel denetçi-gözetmen” ve “kurul kararlarının uygulayan” bir konuma getirmiş (Madde 16) ve Bölüm Başkanlarının bölümü idare ettiğini (Madde 21) amir hüküm halinde “emretmiştir.” Bunu 26 yıldır anlayan yoktur. Kaldı ki, tıpçı rektörler yasadan anlamadıkları ve üniversiteyi hastane veya klinik gibi gördüklerinden ve onların seçtikleri Dekanlar da “yetki” ile “kamu görevinin” ancak “yasadan alınacağını” bilemediklerinden, üniversiteler, “veri tabanı ilan” eden ve “cititation index’ten başka bir haltı, kalite olarak göremeyen,” zavallı, kurak ve verimsiz; öğrenciye müşteri muamelesi yapan “eğitim kursları” haline dönüşmüştür. Üniversite reformu için yapılacak tek iş, dekanları olduğu yerde bırakmak; rektörü temsilci yapmak ve Bölümü bölüm başkanı ile idareye gerçek anlamıyla kavuşturmaktır. Dünyanın bütün üniversitelerinde, Harvard Tıp dahil, bu böyledir.
Cumhuriyeti üniversitede kaybeden Türkiye, Cumhuriyeti tekrar üniversitede kazanacaktır. Bunun ilk yolu da tıpçıları kendi üniversitelerine göndermek ve Bölüm düzeyinde “ita amirliği” ve “tüzel kişilik” tanımaktır.
Vistilef- Prof. Dr. Veysel Batmaz
14 Kasım 2007
İstanbul Üniversitesi'nden sonra Doğan Medyaya...
MAHKEME KARARINA DOYMAK BİLMİYORLAR...
Zeytinburnu Cumhuriyet Başsavcılığından sonra, Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı da, Doğan Medya Grubu yazarı, inanılmazları başaran araştırmacı Tarhan ERDEM’in Prof. Dr. Veysel BATMAZ’ı, “basın yoluyla kendisine hakaret” gerekçesi ile şikayetine “takipsizlik” kararı verdi.
Zeytinburnu Cumhuriyet Başsavcılığından sonra, Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı da, Doğan Medya Grubu yazarı, inanılmazları başaran araştırmacı Tarhan ERDEM’in Prof. Dr. Veysel BATMAZ’ı, “basın yoluyla kendisine hakaret” gerekçesi ile şikayetine “takipsizlik” kararı verdi.
ÜNİVERSİTELERDE YENİ YAPILANMA ŞART
Gittikçe bozulan Türk üniversite (yüksek öğretim) yapısına yeni bir düzen önerisi:
“Immanuel Kant, 1798’de yayımlanmış olan Fakültelerin Çatışması [Der Streit der Fakultäten] kitabının, “Felsefe Fakültesinin Hukuk Fakültesi ile Çatışması” bölümünün başında şu soruyu soruyor: “İnsan soyu sürekli olarak ilerlemekte midir?” Bu soru, “insan soyunda, onun daha iyiye doğru ilerlemesinin nedenini oluşturan eğilim ve yetiye [kudrete (Vermögen)] işaret edecek” bir olay, bir gösterge var mıdır, eğer böyle bir ilerlemeden söz edebileceksek, bunun işaretini bize ne verebilir, sorusudur. Kant, böyle bir sorunun, “insanlığı etkileyen bir olayın, tarihsel bir gösterge olarak sürekli bir ilerlemenin hatırlatıcısı, kanıtlayıcısı ve gelecekte de devam edeceğinin belirtisi olmasıyla (signum rememorativum, demonstrativum, prognostikon)” yanıtlanabileceğini ifade eder.” (...)
“Kant Hegel'den önce şu soruyu sormuştu: "ilerleme" düşüncesi, yani Tarihe güven nasıl mümkündür? Bunun için bazı işaretler olmalı: Kant'a göre bu işaretlerden ilki "signum rememorativum" idi (Fakültelerin Çatışması adlı çok ilginç kitabından: §348: "Signatum actuale, §347, vel present est, tunc signum dicitur demonstrativum; vel praeteritum, tunc signum dicitur mnemonicum, vel futurum, §298, tunc dicitur prognosticon.) --yani insanlar, tarihte her zaman, hep başarısız olsalar da, gelecekteki daha iyi bir hayat için mücadele etmeye hazırdılar... Şu anda, yani Aydınlanma Çağının ortasında ve Devrimin göbeğinde, anlaşılıyor ki buna hala hazırlar: Kant Fransız Devrimini selamlarken onun "gesticulatio"sunu (siyasi cinayet ve terör serileri, savaş ve katliamlar) önemsememişti... Onun için önemli olan şey, açıkçası herkes için çok büyük fedakarlıklar gerektiren bu devrimin yine de halklar için bir coşku nesnesi nasıl olduğuydu... Coşku, Enthusiasmus, burada anahtar terim olmalı...
“Kant için coşkuyu uyandırabilecek güç ne bilgi ne de ahlak olarak görünüyor... bu güç daha çok Yüce ve Güzel ile ilgili --daha güzel bir hayat, daha "yüce" bir Varoluş... O bunu fakültelerin, yani yetilerin çatışmasının bir ürünü olarak gördü: ilerleme zaten bu demekti...”
Sadece Kant’a dönerek bile Türkiye'de bu yeni üniversite yapılanması hazırlanabilir.
Kant, Fakülte yani yeti, beceri demek olan olguların ayrı ayrı düzenlenerek çatışmasından ilerlemenin doğduğunu söylüyor. Nitekim, Alman üniversite sistemini benimsemiş Mustafa Kemal’in üniversite yapısı da bu ilkeyi benimsemişti. Yani, ayrı ayrı Fakülteler çatışacaktı ve “en hakiki mürşit” bulunacaktı. Bunu ilk kez Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kurarak gerçekleştirdi. Yeni bir yapı ve yeni ilkelerle, bir ulus devlet yaratmanın zorunlu koşulları ve kalkınmalı bir ilerleme (Türk Aydınlanması) hazırlanacaktı. Bu 1939’da sona erdi. Sona erdiren de, hemen sonra, yani 1939’dan sonra, Türk devletinin hükümet ve siyasal iktidarını gaspetmiş olan İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk Fakülteleri profesörleridir.
Tıbbiye’nin de üniversite biçimine dönüştürülmesi ve İstanbul Üniversitesine dahil edilmesi bu bozulmayı başlattı ve hızlandırdı. Yani, sadece 1982’deki YÖK değil, 1939’dan bu yana bozuk bu yapı.
Nasıl düzelir?
Bu sorunun yanıtı basit:
Üniversiteleri dört ayrı ÜNİVERSİTE türüne ayrıştırarak ve aralarında Kant’ın önerdiği gibi özerk ve bağımsız akademik çatışmalar yaratarak:
Hukuk Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Özel Hukuk Fakültesi
Kamu Hukuku Fakültesi
Roma Hukuku Fakültesi
Adlî Tıp Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar)
Sağlık Üniversitesi
Veteriner Fakültesi
Hemşirelik Fakültesi
Tıp Fakültesi
Dişçilik Fakültesi
Eczacılık Fakültesi
FKB Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar ve Araştırma Enstitüleri)
Fen ve Mühendislik Üniversitesi
Makina Fakültesi
Mimarlık Fakültesi
Elektronik Fakültesi
Orman Fakültesi
İnşaat ve Çevre Fakültesi
Tarım Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar)
Toplum Üniversitesi
Sosyoloji Fakültesi
Psikoloji Fakültesi
Felsefe Fakültesi
İktisat Fakültesi
Ticaret ve İşletme Fakültesi
Edebiyat Fakültesi
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar, Güzel Sanatlar Akademisi ve Araştırma Enstitüleri)
Bu konudaki görüş ve önerilerinizi veysel.batmaz@gmail.com a gönderebilirsiniz. Tartışma çatışmadan çıkar, çatışma da ilerlemeyi yaratır: “Barika-i Hakikât Müsademe-i Efkârdan Doğar.”
Vistilef-Prof. Dr. Veysel Batmaz
“Immanuel Kant, 1798’de yayımlanmış olan Fakültelerin Çatışması [Der Streit der Fakultäten] kitabının, “Felsefe Fakültesinin Hukuk Fakültesi ile Çatışması” bölümünün başında şu soruyu soruyor: “İnsan soyu sürekli olarak ilerlemekte midir?” Bu soru, “insan soyunda, onun daha iyiye doğru ilerlemesinin nedenini oluşturan eğilim ve yetiye [kudrete (Vermögen)] işaret edecek” bir olay, bir gösterge var mıdır, eğer böyle bir ilerlemeden söz edebileceksek, bunun işaretini bize ne verebilir, sorusudur. Kant, böyle bir sorunun, “insanlığı etkileyen bir olayın, tarihsel bir gösterge olarak sürekli bir ilerlemenin hatırlatıcısı, kanıtlayıcısı ve gelecekte de devam edeceğinin belirtisi olmasıyla (signum rememorativum, demonstrativum, prognostikon)” yanıtlanabileceğini ifade eder.” (...)
“Kant Hegel'den önce şu soruyu sormuştu: "ilerleme" düşüncesi, yani Tarihe güven nasıl mümkündür? Bunun için bazı işaretler olmalı: Kant'a göre bu işaretlerden ilki "signum rememorativum" idi (Fakültelerin Çatışması adlı çok ilginç kitabından: §348: "Signatum actuale, §347, vel present est, tunc signum dicitur demonstrativum; vel praeteritum, tunc signum dicitur mnemonicum, vel futurum, §298, tunc dicitur prognosticon.) --yani insanlar, tarihte her zaman, hep başarısız olsalar da, gelecekteki daha iyi bir hayat için mücadele etmeye hazırdılar... Şu anda, yani Aydınlanma Çağının ortasında ve Devrimin göbeğinde, anlaşılıyor ki buna hala hazırlar: Kant Fransız Devrimini selamlarken onun "gesticulatio"sunu (siyasi cinayet ve terör serileri, savaş ve katliamlar) önemsememişti... Onun için önemli olan şey, açıkçası herkes için çok büyük fedakarlıklar gerektiren bu devrimin yine de halklar için bir coşku nesnesi nasıl olduğuydu... Coşku, Enthusiasmus, burada anahtar terim olmalı...
“Kant için coşkuyu uyandırabilecek güç ne bilgi ne de ahlak olarak görünüyor... bu güç daha çok Yüce ve Güzel ile ilgili --daha güzel bir hayat, daha "yüce" bir Varoluş... O bunu fakültelerin, yani yetilerin çatışmasının bir ürünü olarak gördü: ilerleme zaten bu demekti...”
Sadece Kant’a dönerek bile Türkiye'de bu yeni üniversite yapılanması hazırlanabilir.
Kant, Fakülte yani yeti, beceri demek olan olguların ayrı ayrı düzenlenerek çatışmasından ilerlemenin doğduğunu söylüyor. Nitekim, Alman üniversite sistemini benimsemiş Mustafa Kemal’in üniversite yapısı da bu ilkeyi benimsemişti. Yani, ayrı ayrı Fakülteler çatışacaktı ve “en hakiki mürşit” bulunacaktı. Bunu ilk kez Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kurarak gerçekleştirdi. Yeni bir yapı ve yeni ilkelerle, bir ulus devlet yaratmanın zorunlu koşulları ve kalkınmalı bir ilerleme (Türk Aydınlanması) hazırlanacaktı. Bu 1939’da sona erdi. Sona erdiren de, hemen sonra, yani 1939’dan sonra, Türk devletinin hükümet ve siyasal iktidarını gaspetmiş olan İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk Fakülteleri profesörleridir.
Tıbbiye’nin de üniversite biçimine dönüştürülmesi ve İstanbul Üniversitesine dahil edilmesi bu bozulmayı başlattı ve hızlandırdı. Yani, sadece 1982’deki YÖK değil, 1939’dan bu yana bozuk bu yapı.
Nasıl düzelir?
Bu sorunun yanıtı basit:
Üniversiteleri dört ayrı ÜNİVERSİTE türüne ayrıştırarak ve aralarında Kant’ın önerdiği gibi özerk ve bağımsız akademik çatışmalar yaratarak:
Hukuk Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Özel Hukuk Fakültesi
Kamu Hukuku Fakültesi
Roma Hukuku Fakültesi
Adlî Tıp Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar)
Sağlık Üniversitesi
Veteriner Fakültesi
Hemşirelik Fakültesi
Tıp Fakültesi
Dişçilik Fakültesi
Eczacılık Fakültesi
FKB Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar ve Araştırma Enstitüleri)
Fen ve Mühendislik Üniversitesi
Makina Fakültesi
Mimarlık Fakültesi
Elektronik Fakültesi
Orman Fakültesi
İnşaat ve Çevre Fakültesi
Tarım Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar)
Toplum Üniversitesi
Sosyoloji Fakültesi
Psikoloji Fakültesi
Felsefe Fakültesi
İktisat Fakültesi
Ticaret ve İşletme Fakültesi
Edebiyat Fakültesi
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar, Güzel Sanatlar Akademisi ve Araştırma Enstitüleri)
Bu konudaki görüş ve önerilerinizi veysel.batmaz@gmail.com a gönderebilirsiniz. Tartışma çatışmadan çıkar, çatışma da ilerlemeyi yaratır: “Barika-i Hakikât Müsademe-i Efkârdan Doğar.”
Vistilef-Prof. Dr. Veysel Batmaz
12 Kasım 2007
AKP’nin İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’ni Üçe Bölmesini Destekliyoruz....
TIP FAKÜLTELERİ ÜNİVERSİTE DIŞINA ÇIKARTILSIN!...
Artık Türkiye’deki üniversiteler, ilgi alanlarına, hâttâ bilim alanlarına göre adlandırılıyorlar. Bu yeni eğilim, örtük ve daha genel olarak zaten var olan bir olgunun artık iyice su üstüne çıkması ve “ad” olarak söylenmesidir. Türkiye’de bu eğilim aslında eskidir.
Üniversite ve Fakültelere, geleneksel adlandırmanın dışında, bilimsel alanlarını tam olarak tanımlanın ilk örneğini, Mustafa Kemal vermiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’nin her çeşit müesseseleri Ankara’da kurulmalı idi. Atatürk bunu istiyordu. ‘Bu işe Tarih-Coğrafya ve dil öğrenimi ile başlamalı’ dediği zaman, ben bir Edebiyat fakültesi kurulmasından bahsettim. Fakat Atatürk Dil ve Tarih-Coğrafya’nın fakülte adı olarak alınmasında dikkati çekme bakımından faydalı bulduğunu ve bu konunun önemini belirtmekte işe yarayacağını kabul ediyordu. ... Atatürk’ün tarih çalışmaları yanında o sıralarda daha çok meşgul olduğu dil nazariyeleriyle Türk dilinin tarih içinde ve bugünkü durumunun incelenmesi idi. Coğrafya ile tarihin sıkı işbirliği ise [Atatürk’e göre] esastı.” (Afetinan, Atatürk'ten Mektuplar, s: 25’den aktaran Veysel Batmaz, Atlantis’in Dili Türkçe, Salyangoz Yay. s: 26)
Türkiye’de Mustafa Kemal’den sonra, ve güncel eğilimden önce de, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İTÜ, KTÜ gibi adlarla anılan üniversitelerimiz vardı ve bilim alanların adlarının içinde barındırıyorlardı. Şimdi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Türkiye Ekonomi ve Ticaret Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi olarak da adlandırılıyorlar. Eski adlarını koruyanlar da var: Sütçü İmam Üniversitesi ya da Atatürk’ün 1933’de kurduğu ama ona yaraşır olmayı hiç bir zaman beceremeyen, Onun kuramları ile ilgili tek satır araştırma yapmayı kendine zul sayan, İstanbul Üniversitesi gibi...
AKP’nin, “hantal ve verimsiz üniversiteleri bölme” projesinde yer alan, bu tür bilim alanlarına göre yeni üniversite adlandırmalarının en yenisi, İstanbul Sağlık ve Tıp Üniversitesi adıyla geçiyor. Bu çok doğru bir adlandırma.
AKP’nin üniversiteleri bölme projesi, Vistilef Bilim ve Örgütlenme Grubunun uzun süredir düşündüğü bir adlandırma sistemine uyarlı olarak yeni bir öneri getirerek, İstanbul Üniversitesi’nde insan ve hayvan sağlığını bilimsel bilgi alanı olarak meslek biçiminde öğreten, aslen birer meslek yüksek okulu olan Tıp, Diş, Eczacılık, Hemşirecilik, Adli Tıp ve Veteriner fakültelerini İstanbul Sağlık ve Tıp Üniversitesi olarak aynı çatı altında topluyor.
Bu gelişme, tam da olması gereken bir gelişme çünkü sağlık bilimleri ile uğraşan, “tıp fakülteleri” adı altındaki meslek okulları, aslında akademik yapıya ve tarza uymayan, ticaretin ve pratiğin iç içe geçtiği, ilaç şirketleri ve tıp aletleri üreticileri ile sarmaş dolaş, kendi aralarında vahşice birbiriyle rekabet eden ve üniversiter dayanışmacı ve interdisipliner yapıyı hazmedememiş, kantinciliğin, oto parkçılığın ve eczanelerin doğrudan satış yaptıkları, hastayı müşteri, Fakülte’yi de “hastane” zanneden, yüksek meslek okulları biçiminde örgütleniyorlar. Bugün hangi Çapa ve Cerrahpaşa profesörüne sorsanız, “neredesin” diye, ya “hastanedeyim”, ya da “muayenehanedeyim” der. Hiç biri, “Fakültedeyim” demez.
Bu asalaklık ve fütursuzluk, Üniversitelerin geneline de sirayet eder. Bu profesörler, her üniversitede öğretim üyesi sayıları fazla olduğundan, kendileri ile ilgisiz ve tam akademik tarzda örgütlenmesi gereken diğer bilimsel ve akademik fakülteleri, seçtikleri tıpçı rektörlerle, ticaretin ve hastanenin hukuksuz, hiyerarşik ve kaotik ortamına atarlar. Çünkü onlar için hastane ve muayenahaneden başka bir şey yoktur. Hastane de (tıp fakülteleri) kendilerine müşteri kazandıran ve ilaç şirketleri için araştırma yaptıkları laboratuarlardır. Bu laboratuarların parası da devletten çıkmaktadır. Ayrıca, Tıp Fakülteleri üniversitenin bütün kaynaklarını yalayıp yutar, yer bitirir ve döner sermayeleri sadece kendilerine çalışır. Tek tek incelendiğinde, tıp fakültelerinin üniversite bütçesinin tamamına yakınını yok ettiği görülecektir.
Tıpçı rektörler, tüm üniversiteyi bir klinik haline getirirler. Onlar doktor, diğer öğretim üyeleri hasta! Bir de en önemlisi, Türkiye’nin en verimli ve kaliteli üniversiteleri içlerinde Tıp fakültesi olmaayan üniversitelerdir: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi. “Bu işte vardır bir keramet” demek gerekir.
Hukuksuzluktan üniversite dışına itilmiş İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu, İletişim Fakültesi’nin hukuka aykırı olarak katıldığı bir Akademik Genel Kurulu’nda, orada bulunan profesör ve diğer öğretim üyelerine, “mikroplar” diye bağırmasından da anlaşıldığı gibi, kendileri dışında, kendileri ile görüş veya eylem anlayışı farklılığı bulunan tüm öğretim üyelerini, hastalıklı bünye olarak görürler. Bu nedenle, üniversitelerde, iç denetim, bilimsel hırsızlık (intihal) vakaları artar ve her geçen gün tüm fakülteler, aynı tıp fakülteleri gibi birer meslek yüksek okulu haline, öğretim üyeleri de hastane personeli haline dönüşler.
Akademik hayata tam olarak aykırı olan bu amorf yapının düzelmesi için, tıpçı ve sağlıkçıların üniversite dışına çıkartılması, kendilerinin “kendi tıp üniversiteleri” çatısı altında toplanması gerekir. Zaten Türkiye’de YÖK’ün ve AKP’nin yaptığı ve yapacağı da bu olmalıdır. Tıpçıları, akademik hayata uyum gösteremedikleri ve akademik hayatı mikrobik olarak gördükleri için üniversitenin dışına atmak...
Bu durumu ilk fark edenlerden biri, efsanevi Rektör, dostumuz Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, bu “atmayı” Anadolu Üniversitesi’nde yaptı. Tıp fakültesini üniversite dışına çıkartarak Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi’ni kurdu. Ancak bu üniversite de sadece tıpla yetinmedi, çünkü tıpçı rektöre, hasta muamelesi yapacağı bir öğretim üyesi kadrosu gerekliydi, başka fakülteler kurdu.
Vistilef, tıp fakültelerini ve hayvan sağlığı ile ilgili olanlar da dahil tüm sağlık fakültelerini ve meslek yüksek okullarını tek çatı haline getirerek ayrı üniversite içinde birleştirilmesinin, Türk üniversitelerini genel sağlığına kavuşturacak ve koruyacak bir gelişme olarak görüyor ve AKP’nin projesini destekliyor...
Bu konuda tartışma açıyoruz; görüşlerinizi bekliyoruz. Yazı yazarak veya yorum yaparak tartışmaya katılabilirsiniz.... Rektörlerden lütfen korkmayın, onlar da sizin bizim gibi “hasta” olurlar ve çoğunluğu hukuksuzluktan müzdarip bir halde rektörlükleri sonrasında tazminat ödemeye mahkum olurlar. Yazılarınız ve yorumlarınız için: veysel.batmaz@gmail.com
EK:
“Eski Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, İstanbul Üniversitesi'nin 500 üniversite arasına girmesinin Türkiye'deki tüm üniversiteler düşünüldüğünde çok fazla bir şey ifade etmediğini kaydetti. Üniversitelerin kendi işini yapmak yerine kurumsal olarak siyasallaştığı için bilim üretemediğine dikkat çeken Hatipoğlu şu yorumu yaptı: "Bilimsel yayınlarda son yıllarda Türkiye'de düşüş başladı. Akademik çalışmalar sadece yükselme için yapılıyor. Doçent, profesör olan bilimsel çalışmayı bırakıyor. Akademisyenler tamamen siyasete ve paraya yöneldi. Yaz okulu, kış okulu, bütünleme parası, ek ders ücreti gibi konulara yöneldiler. Moral yok. Üniversiteler bana göre bitmiştir. Öğretim üyesinin mutlaka bir siyasi görüşü olur; ancak kurum olarak siyasallaşma var. Birey önemli değil; ama 5-6 yıldır üniversite kurumu siyasallaştı. Bu da üniversitelere büyük zarar veriyor. Bu da çalışanları mağdur ediyor.”
Vistilef- Prof. Dr. Veysel Batmaz
Artık Türkiye’deki üniversiteler, ilgi alanlarına, hâttâ bilim alanlarına göre adlandırılıyorlar. Bu yeni eğilim, örtük ve daha genel olarak zaten var olan bir olgunun artık iyice su üstüne çıkması ve “ad” olarak söylenmesidir. Türkiye’de bu eğilim aslında eskidir.
Üniversite ve Fakültelere, geleneksel adlandırmanın dışında, bilimsel alanlarını tam olarak tanımlanın ilk örneğini, Mustafa Kemal vermiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’nin her çeşit müesseseleri Ankara’da kurulmalı idi. Atatürk bunu istiyordu. ‘Bu işe Tarih-Coğrafya ve dil öğrenimi ile başlamalı’ dediği zaman, ben bir Edebiyat fakültesi kurulmasından bahsettim. Fakat Atatürk Dil ve Tarih-Coğrafya’nın fakülte adı olarak alınmasında dikkati çekme bakımından faydalı bulduğunu ve bu konunun önemini belirtmekte işe yarayacağını kabul ediyordu. ... Atatürk’ün tarih çalışmaları yanında o sıralarda daha çok meşgul olduğu dil nazariyeleriyle Türk dilinin tarih içinde ve bugünkü durumunun incelenmesi idi. Coğrafya ile tarihin sıkı işbirliği ise [Atatürk’e göre] esastı.” (Afetinan, Atatürk'ten Mektuplar, s: 25’den aktaran Veysel Batmaz, Atlantis’in Dili Türkçe, Salyangoz Yay. s: 26)
Türkiye’de Mustafa Kemal’den sonra, ve güncel eğilimden önce de, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İTÜ, KTÜ gibi adlarla anılan üniversitelerimiz vardı ve bilim alanların adlarının içinde barındırıyorlardı. Şimdi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Türkiye Ekonomi ve Ticaret Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi olarak da adlandırılıyorlar. Eski adlarını koruyanlar da var: Sütçü İmam Üniversitesi ya da Atatürk’ün 1933’de kurduğu ama ona yaraşır olmayı hiç bir zaman beceremeyen, Onun kuramları ile ilgili tek satır araştırma yapmayı kendine zul sayan, İstanbul Üniversitesi gibi...
AKP’nin, “hantal ve verimsiz üniversiteleri bölme” projesinde yer alan, bu tür bilim alanlarına göre yeni üniversite adlandırmalarının en yenisi, İstanbul Sağlık ve Tıp Üniversitesi adıyla geçiyor. Bu çok doğru bir adlandırma.
AKP’nin üniversiteleri bölme projesi, Vistilef Bilim ve Örgütlenme Grubunun uzun süredir düşündüğü bir adlandırma sistemine uyarlı olarak yeni bir öneri getirerek, İstanbul Üniversitesi’nde insan ve hayvan sağlığını bilimsel bilgi alanı olarak meslek biçiminde öğreten, aslen birer meslek yüksek okulu olan Tıp, Diş, Eczacılık, Hemşirecilik, Adli Tıp ve Veteriner fakültelerini İstanbul Sağlık ve Tıp Üniversitesi olarak aynı çatı altında topluyor.
Bu gelişme, tam da olması gereken bir gelişme çünkü sağlık bilimleri ile uğraşan, “tıp fakülteleri” adı altındaki meslek okulları, aslında akademik yapıya ve tarza uymayan, ticaretin ve pratiğin iç içe geçtiği, ilaç şirketleri ve tıp aletleri üreticileri ile sarmaş dolaş, kendi aralarında vahşice birbiriyle rekabet eden ve üniversiter dayanışmacı ve interdisipliner yapıyı hazmedememiş, kantinciliğin, oto parkçılığın ve eczanelerin doğrudan satış yaptıkları, hastayı müşteri, Fakülte’yi de “hastane” zanneden, yüksek meslek okulları biçiminde örgütleniyorlar. Bugün hangi Çapa ve Cerrahpaşa profesörüne sorsanız, “neredesin” diye, ya “hastanedeyim”, ya da “muayenehanedeyim” der. Hiç biri, “Fakültedeyim” demez.
Bu asalaklık ve fütursuzluk, Üniversitelerin geneline de sirayet eder. Bu profesörler, her üniversitede öğretim üyesi sayıları fazla olduğundan, kendileri ile ilgisiz ve tam akademik tarzda örgütlenmesi gereken diğer bilimsel ve akademik fakülteleri, seçtikleri tıpçı rektörlerle, ticaretin ve hastanenin hukuksuz, hiyerarşik ve kaotik ortamına atarlar. Çünkü onlar için hastane ve muayenahaneden başka bir şey yoktur. Hastane de (tıp fakülteleri) kendilerine müşteri kazandıran ve ilaç şirketleri için araştırma yaptıkları laboratuarlardır. Bu laboratuarların parası da devletten çıkmaktadır. Ayrıca, Tıp Fakülteleri üniversitenin bütün kaynaklarını yalayıp yutar, yer bitirir ve döner sermayeleri sadece kendilerine çalışır. Tek tek incelendiğinde, tıp fakültelerinin üniversite bütçesinin tamamına yakınını yok ettiği görülecektir.
Tıpçı rektörler, tüm üniversiteyi bir klinik haline getirirler. Onlar doktor, diğer öğretim üyeleri hasta! Bir de en önemlisi, Türkiye’nin en verimli ve kaliteli üniversiteleri içlerinde Tıp fakültesi olmaayan üniversitelerdir: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi. “Bu işte vardır bir keramet” demek gerekir.
Hukuksuzluktan üniversite dışına itilmiş İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu, İletişim Fakültesi’nin hukuka aykırı olarak katıldığı bir Akademik Genel Kurulu’nda, orada bulunan profesör ve diğer öğretim üyelerine, “mikroplar” diye bağırmasından da anlaşıldığı gibi, kendileri dışında, kendileri ile görüş veya eylem anlayışı farklılığı bulunan tüm öğretim üyelerini, hastalıklı bünye olarak görürler. Bu nedenle, üniversitelerde, iç denetim, bilimsel hırsızlık (intihal) vakaları artar ve her geçen gün tüm fakülteler, aynı tıp fakülteleri gibi birer meslek yüksek okulu haline, öğretim üyeleri de hastane personeli haline dönüşler.
Akademik hayata tam olarak aykırı olan bu amorf yapının düzelmesi için, tıpçı ve sağlıkçıların üniversite dışına çıkartılması, kendilerinin “kendi tıp üniversiteleri” çatısı altında toplanması gerekir. Zaten Türkiye’de YÖK’ün ve AKP’nin yaptığı ve yapacağı da bu olmalıdır. Tıpçıları, akademik hayata uyum gösteremedikleri ve akademik hayatı mikrobik olarak gördükleri için üniversitenin dışına atmak...
Bu durumu ilk fark edenlerden biri, efsanevi Rektör, dostumuz Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, bu “atmayı” Anadolu Üniversitesi’nde yaptı. Tıp fakültesini üniversite dışına çıkartarak Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi’ni kurdu. Ancak bu üniversite de sadece tıpla yetinmedi, çünkü tıpçı rektöre, hasta muamelesi yapacağı bir öğretim üyesi kadrosu gerekliydi, başka fakülteler kurdu.
Vistilef, tıp fakültelerini ve hayvan sağlığı ile ilgili olanlar da dahil tüm sağlık fakültelerini ve meslek yüksek okullarını tek çatı haline getirerek ayrı üniversite içinde birleştirilmesinin, Türk üniversitelerini genel sağlığına kavuşturacak ve koruyacak bir gelişme olarak görüyor ve AKP’nin projesini destekliyor...
Bu konuda tartışma açıyoruz; görüşlerinizi bekliyoruz. Yazı yazarak veya yorum yaparak tartışmaya katılabilirsiniz.... Rektörlerden lütfen korkmayın, onlar da sizin bizim gibi “hasta” olurlar ve çoğunluğu hukuksuzluktan müzdarip bir halde rektörlükleri sonrasında tazminat ödemeye mahkum olurlar. Yazılarınız ve yorumlarınız için: veysel.batmaz@gmail.com
EK:
“Eski Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, İstanbul Üniversitesi'nin 500 üniversite arasına girmesinin Türkiye'deki tüm üniversiteler düşünüldüğünde çok fazla bir şey ifade etmediğini kaydetti. Üniversitelerin kendi işini yapmak yerine kurumsal olarak siyasallaştığı için bilim üretemediğine dikkat çeken Hatipoğlu şu yorumu yaptı: "Bilimsel yayınlarda son yıllarda Türkiye'de düşüş başladı. Akademik çalışmalar sadece yükselme için yapılıyor. Doçent, profesör olan bilimsel çalışmayı bırakıyor. Akademisyenler tamamen siyasete ve paraya yöneldi. Yaz okulu, kış okulu, bütünleme parası, ek ders ücreti gibi konulara yöneldiler. Moral yok. Üniversiteler bana göre bitmiştir. Öğretim üyesinin mutlaka bir siyasi görüşü olur; ancak kurum olarak siyasallaşma var. Birey önemli değil; ama 5-6 yıldır üniversite kurumu siyasallaştı. Bu da üniversitelere büyük zarar veriyor. Bu da çalışanları mağdur ediyor.”
Vistilef- Prof. Dr. Veysel Batmaz
10 Kasım 2007
BİR 10 KASIM DAHA...
Mustafa Kemal bilimadamıydı. 1919’dan başlayarak 1939’a kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, bilimsel bir projedir. Toplumun bilimsel olarak dönüştürülmesi ve modernite içinde yer almasını sağlayan başarılı bir kaç projeden biridir. Diğerleri, Lenin, Mao ve Che-Castro projeleridir. Tarih, bu dört toplum projesinden başka toplumsal yapısal dönüşümün, planlanarak ve önceden hedefleri belli edilmiş programlarla yürütüldüğünü görmemiştir. Mustafa Kemal’in projesinin bu üç projeden farklılığı, insanın özüne yabancı olmayan bir temeli, yaşayış biçimini ve üretim tarzını benimsemiş olmasıdır. Mustafa Kemal projesi, ilerlemeyi aşamalı ve zorlamasız olarak görmektir. Bu projenin hedef ve programı olarak, bilimadamı Mustafa Kemal iki tez yaratmıştı: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi:
“Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi, 1928-1938 yılları arasında, Harf Devrimi ile başlayan, ikinci kurtuluş savaşı olarak adlandırılabilecek, ulusal bir yapıyı dil ve tarih olarak kurmak için düşünüldü. Bugün bile eşine ender rastlanan bir bilimadamının, kapsanan alanları tam bir akademisyen olarak ele aldığı, ölümü ile kesintiye uğramış doyurucu bir külliyattan oluşuyor.
“Ne olduğunu bilmeden ve büyük bir olasılıkla hiç okumadan, bu külliyata, “ırkçı” diyenler var. “Irkçı hale getirenler” daha çok. Külliyatın içeriğine ve karşı çıktığı tezlere bakmadan, “resmi ideoloji” olarak yaftalayanlar ve “yanlış”lığını arzu edenler de var. Emperyalist ülkelerin emellerine hizmet eden bir devlet yapısına büründükten (1939’dan) sonra, ne gariptir ki, belki de çok isabetli mi demek gerekiyor, bu iki bilimsel etkinlik ile, “alay” eden Cumhuriyetin devlet yetkililerinin sayısı hepsinden daha fazla.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 12)
(...)
“Varılan noktada, Atatürk’ün Tarih ve Dil tezlerine, solcusu da karşı, sağcısı da; Atatürkçüsü de karşı, dincisi de. Herkesin karşı olmasında yok mu bir kerâmet diye sorası gelenlerin, asıl sorması gereken sorunun, tüm bu karşı olanların nasıl bir sınıfsal çıkar ve konumlanma birliği içinde bulundukları, Türkiye’nin bir ulus olma sürecinde ne tür bir uluslararası kuşatılmışlık içinde olduğu. Çünkü, hem tarih, hem de dil ancak bu tarihsel yapı içinde incelendiğinde bir anlam kazanıyorsa, hem eskil bir tarihi hatırlatmak, hem de dilin köklerini ortaya çıkartmak çabasını externe (yok) etmekle, dışardan da içerden de, kimlerin ne kazanacağını bilmek gerekiyor. Buna biz, emperyalizm, şimdilerde ise globalizm diyoruz.
“1939’da Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin externe edilmesi, çok olasılıklıdır ki, 1948’de bir Avrupa-Siyonist planın uluslararası yapıda ve belli bir coğrafyada tarihsel olarak gerçekleşmesine yol açıyor.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 17)
(...)
“Bir de, bu gelişmelerin karşısında, Atatürk’ün başlattığı Anadolu kökenlilik tezine ve bu yeni yapılanmaya direnen, Osmanlıcılığı bırakmamaya yeminli, Yahudi Siyonist emeller ile tanımlanmış Türk tarihi tezinin Orta Asyacı varyasyonu vardı. Bu teze göre, Türklük, bildiğimiz anlamda Anadoluya 1071’de gelmişti. Bu tez, Selçukluların kuruluşunda bir Yahudi vurgusunu görmezden geliyordu. Emperyalist ülkelerin burjuvazisi, Avupamerkezci olarak küresel oluşumları tanımlamaya başladığında Oryantalistlerce ortaya atılan Orta Asya çıkışlı göçü benimseyen İstanbul Darülfünunu ve Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi bu tezin merkezi oldu. 1933 İstanbul Darülfünunu’nun Üniversiteye dönüşme işlemi arka planda tamamıyle bu tarih tezi ve dil teorisi çatışmasının ürünüydü fakat dönüşüm yeterli olmadı. Daha sonra Ankara’da DTCF’nin kurulmasıyla, Tarih ve Dil tezlerinin, tez ve anti-tezi, işte bu iki Fakülte arasında oluştu. Atatürk’ün ölümüne kadar savaş bütün hızıyla sürdü. 1939’dan sonra kazanan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi oldu. Oradaki muallim-profesörlerin hemen hepsi, devlet kademelerinin en üstlerini ele geçirerek, Ankara’ya ve Cumhuriyetin kalbine yerleştiler. Aslında, hep ekonomik ikilem olarak önümüze sürülen İstanbul-Ankara çelişme ve çatışması, temelde ideolojik bir çatışma olarak, tarih ve dil tezlerinde, bu iki Fakülte çerçevesinde politik olarak yaşanmıştır. Bu çatışmanın tarihi henüz yazılmadı. 1947’deki, DTCF’den kovulan profesörleri kovanların tamamı, devlet ricalinin en üst kademelerinde bulunan, Başbakan, Bakan olmuş İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi profesörleridir. 1960’da çatışmanın tarafları ve yapılanlar biraz değişse de, daha sonra yeniden 1939 sonrası hâle dönüldü.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 14)
Veysel Batmaz-Cahit Batmaz’ın yazdığı Atlantis’in Dili Türkçe (Salyangoz Yayınları, Ekim 2007) ile, 1939’dan bu yana saklanmış ve gömülmüş olan Mustafa Kemal’ci tezleri gün ışığına çıkarmakla, Mustafa Kemal’in “Ulu Ölü” (Cumhuriyet Gazetesi, 12 Kasım1938) olarak tarihte yerini almasının 69. yıldönümünü burukluk ve umutla anıyoruz.
Vistilef
“Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi, 1928-1938 yılları arasında, Harf Devrimi ile başlayan, ikinci kurtuluş savaşı olarak adlandırılabilecek, ulusal bir yapıyı dil ve tarih olarak kurmak için düşünüldü. Bugün bile eşine ender rastlanan bir bilimadamının, kapsanan alanları tam bir akademisyen olarak ele aldığı, ölümü ile kesintiye uğramış doyurucu bir külliyattan oluşuyor.
“Ne olduğunu bilmeden ve büyük bir olasılıkla hiç okumadan, bu külliyata, “ırkçı” diyenler var. “Irkçı hale getirenler” daha çok. Külliyatın içeriğine ve karşı çıktığı tezlere bakmadan, “resmi ideoloji” olarak yaftalayanlar ve “yanlış”lığını arzu edenler de var. Emperyalist ülkelerin emellerine hizmet eden bir devlet yapısına büründükten (1939’dan) sonra, ne gariptir ki, belki de çok isabetli mi demek gerekiyor, bu iki bilimsel etkinlik ile, “alay” eden Cumhuriyetin devlet yetkililerinin sayısı hepsinden daha fazla.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 12)
(...)
“Varılan noktada, Atatürk’ün Tarih ve Dil tezlerine, solcusu da karşı, sağcısı da; Atatürkçüsü de karşı, dincisi de. Herkesin karşı olmasında yok mu bir kerâmet diye sorası gelenlerin, asıl sorması gereken sorunun, tüm bu karşı olanların nasıl bir sınıfsal çıkar ve konumlanma birliği içinde bulundukları, Türkiye’nin bir ulus olma sürecinde ne tür bir uluslararası kuşatılmışlık içinde olduğu. Çünkü, hem tarih, hem de dil ancak bu tarihsel yapı içinde incelendiğinde bir anlam kazanıyorsa, hem eskil bir tarihi hatırlatmak, hem de dilin köklerini ortaya çıkartmak çabasını externe (yok) etmekle, dışardan da içerden de, kimlerin ne kazanacağını bilmek gerekiyor. Buna biz, emperyalizm, şimdilerde ise globalizm diyoruz.
“1939’da Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin externe edilmesi, çok olasılıklıdır ki, 1948’de bir Avrupa-Siyonist planın uluslararası yapıda ve belli bir coğrafyada tarihsel olarak gerçekleşmesine yol açıyor.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 17)
(...)
“Bir de, bu gelişmelerin karşısında, Atatürk’ün başlattığı Anadolu kökenlilik tezine ve bu yeni yapılanmaya direnen, Osmanlıcılığı bırakmamaya yeminli, Yahudi Siyonist emeller ile tanımlanmış Türk tarihi tezinin Orta Asyacı varyasyonu vardı. Bu teze göre, Türklük, bildiğimiz anlamda Anadoluya 1071’de gelmişti. Bu tez, Selçukluların kuruluşunda bir Yahudi vurgusunu görmezden geliyordu. Emperyalist ülkelerin burjuvazisi, Avupamerkezci olarak küresel oluşumları tanımlamaya başladığında Oryantalistlerce ortaya atılan Orta Asya çıkışlı göçü benimseyen İstanbul Darülfünunu ve Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi bu tezin merkezi oldu. 1933 İstanbul Darülfünunu’nun Üniversiteye dönüşme işlemi arka planda tamamıyle bu tarih tezi ve dil teorisi çatışmasının ürünüydü fakat dönüşüm yeterli olmadı. Daha sonra Ankara’da DTCF’nin kurulmasıyla, Tarih ve Dil tezlerinin, tez ve anti-tezi, işte bu iki Fakülte arasında oluştu. Atatürk’ün ölümüne kadar savaş bütün hızıyla sürdü. 1939’dan sonra kazanan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi oldu. Oradaki muallim-profesörlerin hemen hepsi, devlet kademelerinin en üstlerini ele geçirerek, Ankara’ya ve Cumhuriyetin kalbine yerleştiler. Aslında, hep ekonomik ikilem olarak önümüze sürülen İstanbul-Ankara çelişme ve çatışması, temelde ideolojik bir çatışma olarak, tarih ve dil tezlerinde, bu iki Fakülte çerçevesinde politik olarak yaşanmıştır. Bu çatışmanın tarihi henüz yazılmadı. 1947’deki, DTCF’den kovulan profesörleri kovanların tamamı, devlet ricalinin en üst kademelerinde bulunan, Başbakan, Bakan olmuş İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi profesörleridir. 1960’da çatışmanın tarafları ve yapılanlar biraz değişse de, daha sonra yeniden 1939 sonrası hâle dönüldü.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 14)
Veysel Batmaz-Cahit Batmaz’ın yazdığı Atlantis’in Dili Türkçe (Salyangoz Yayınları, Ekim 2007) ile, 1939’dan bu yana saklanmış ve gömülmüş olan Mustafa Kemal’ci tezleri gün ışığına çıkarmakla, Mustafa Kemal’in “Ulu Ölü” (Cumhuriyet Gazetesi, 12 Kasım1938) olarak tarihte yerini almasının 69. yıldönümünü burukluk ve umutla anıyoruz.
Vistilef
05 Kasım 2007
BİR KIZGIN DEMİR DAHA...
PROF. DR. VEYSEL BATMAZ, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ'NE KARŞI AÇTIĞI DAVALARDA ÜÇÜNCÜ "YÜRÜTMEYİ DURDURMA" KARARI ALDI...
28.06.2007'de, İletişim Fakültesi Dekanlığının istemi ve Rektörlük marifetiyle, Prof. Dr. Veysel BATMAZ, “Yönetim Görevinden Ayırma” (Bölüm Başkanlığından uzaklaştırma) ve Senato ve Fakülte Kurullarına sokulmama cezası ile tecziye edilmişti.
Ancak, 04.10.2007 tarihinde, İstanbul 1. İdare Mahkemesi, Rektörlüğün verdiği bu cezanın açıkça hukuka aykırı olması nedeniyle ve telafisi mümkün olmayan zararlar oluşturduğundan yürütmesinin durdurulmasına karar verdi.
Böylece, 28.06.2007 tarihi ile 1 Kasım 2007 tarihleri arasında, İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü’nde ve Fakülte Yönetim Kurulu ile Fakülte Kurulu’nda ve İstanbul Üniversitesi Senatosu’nda alınan tüm kararlar YOK HÜKMÜNDE olmuştur.
10 Ocak 2007 ile 26.07.2007 tarihleri arasındaki tüm İletişim Fakültesi Dekanlığı işlem ve eylemleri de, daha önce VEKİL DEKANLIĞIN yürütülmesinin durdurulması ile YOK HÜKMÜNDE sayılmaktadır.
Böylece, hukuksuzluğa boğazına kadar batmış olan İletişim Fakültesi'nde, 2007 yılında alınan kararların çoğunluğu ALINMAMIŞ ve UYGULANAMAZ hale dönüşmüştür.
İlgililere duyurulur...
01 Kasım 2007
ALTIN PORTAKAL BİTTİ... YAŞANANLAR BİTMEDİ...
TÜRSAK VAKFI YÖNETİM KURULU ÜYELERİ:
"BAŞKANIMIZ ENGİN YİĞİTGİL'İ DESTEKLİYORUZ"
31.10.2007 19:43
TÜRSAK Vakfı Yönetim Kurulu, 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali sırasında yaşanan olaylar sonrasında Vakıf Başkanı Engin Yiğitgil'i desteklediklerini ve desteklemeye devam edeceklerini açıkladılar. İşte TÜRSAK Vakfı Yönetim Kurulu Üyeleri'nin açıklaması...
TÜRSAK Vakfı Yönetim Kurulu olarak, TÜRSAK-AKSAV işbirliğiyle ulusal ve uluslararası alanda büyük bir başarı ile gerçekleştirilen “44. Antalya Altın Portakal Film Festivali, 3. Uluslararası Avrasya Film Festivali ve Avrasya Film Market”in hemen ardından, kendi PR’ları için sinema adına yapılan işlere zarar veren açıklamalarda bulunan kişi ve grupların, festivalin sinemamıza olan kazanımlarını konuşmamız gereken bir dönemi manipüle etmek istediklerini gözlemlemiş bulunuyoruz.
Kurulduğu 1991 yılından bu yana ulusal ve uluslararası alanda önemli projelere imza atan ve adı her zaman “saygın bir kurum” olarak anılan Vakfımızın yaklaşık 10 yıldır birlikte çalışan yönetim kurulu üyeleri olarak;Vakıf Başkanı Engin Yiğitgil’i her zaman desteklediğimizi ve başarılı çalışmalarını sürdürmesi için de kendisini “Başkan” olarak desteklemeye devam edeceğimizi; ayrıca kendi adına açacağı davalarda da “dostu” olarak yanında olduğumuzu kamuoyuna duyururuz. Türsak Vakfı, kültür sanat alanında programlamış olduğu ve geleceğe yönelik çalışmalarını gerçekleştirdiği projelerini eksiksiz olarak sürdürmeye devam edecektir.
Son olarak kamuoyunda her zaman nezaket ölçüleri içindeki üslubu ile tanınan Vakıf Başkanımızın ve tarihinde adı hiçbir tartışma ile birlikte anılmamış olan Türsak Vakfı’nın geleneğinde benzer bir olayın bir kez bile yaşanmamış olmasına rağmen; bir kişinin organizasyon işleyişini bilmeden yarattığı polemik ve iddialarıyla gündemi meşgul edebiliyor olmasını da kamuoyunun takdirine bırakıyoruz.
Saygılarımızla,
Başkanlığını Engin Yiğitgil’in yaptığı Türsak Vakfı Yönetim Kurulu Üyeleri:
Yönetmen Tunca Yönder
Yapımcı Necip Sarıcı
Yönetmen Derviş Zaim
Prof. Dr. Veysel Batmaz
Sinema Yazarı Rekin Teksoy
Yayıncı Saim Yavuz
Senarist Sevinç Baloğlu
Yönetmen Fehmi Yaşar
'Dayak olayı tam bir senaryo'
Altın Portakal'ı gölgede bırakan dayak iddiasının tarafı ilk kez konuştu.
Festival ve Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı (TÜRSAK) Başkanı Engin Yiğitgil, festivalin iletişim işlerini yürüten firmanın yöneticisi Nimet Demir'i dövdüğüne ilişkin basında yer alan haberlerin gerçeği yansıtmadığını belirtirken, hem Yiğitgil, hem de Demir konuyu mahkemeye taşıyacaklarını bildirdiler.Engin Yiğitgil, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin iletişim danışmanı olarak görev yapan Bir İletişim adlı firmanın ortağı ve yöneticisi Nimet Demir'i dövdüğüne ilişkin iddiaları ''ciddiye almadığını'' söyledi. Başarılı bir festivalin ardından bu tip iddiaların ortaya çıkmasını ''ilginç'' bulduğunu ifade eden Yiğitgil, iddiaların ''hiçbir şekilde doğru olmadığını'' savundu. Yiğitgil, avukatıyla görüştüğünü ve haberi yazan gazeteci hakkında maddi ve manevi tazminat davası açacağını kaydederek, ''Coppolalar, Marceau'lar geldi; birinci sayfadan vermezken, bu iddiaları birinci sayfadan vermeleri beni çok üzdü. Ama üzüntü önemli değil. Ben haklarımı ciddi şekilde arayacağım. Bu iddialarla ilgili araştırma yapıyorum şu anda'' diye konuştu.Engin Yiğitgil, Demir'in iddiaları arasında bulunan, kendisine ve beraberinde çalışan kadınlara küfür ettiği ve dövmeye çalıştığı şeklindeki sözlerin ise gerçeği yansıtmadığını savundu. Yiğitgil, şunları söyledi:''Ben bir kız, iki de torun sahibiyim. Kızıma fiske vurmamış bir kişi olarak bu iddialar biraz enteresan. Sinemayla ilgili olduğum halde böyle bir senaryo beni dehşete düşürdü. Ben davalarımı kazanırım. Tazminatlarımı alırım. Tazminattan kazanacağım parayı da Hayvanları Koruma Derneği'ne bağışlayacağım. Bu olaydan sonra ailem çok üzüldü. Benim ailemi kimse üzemez. Onun için bu insanları affetmeyeceğim.''-''HALEN OLAYIN ETKİSİ ALTINDAYIM''-Bir İletişim Ortağı ve Yöneticisi Nimet Demir de halen olayın etkisi altında olduğunu, günlerdir kendisini rehabilite etmeye çalıştığını söyledi.Kendisinin TÜRSAK'a değil AKSAV ve Büyükşehir Belediyesi'ne hizmet verdiğini belirten Demir, Engin Yiğitgil'in yaptıkları çalışmalarda kendilerine sürekli engel olduğunu öne sürdü. Yiğitgil'in olumsuz tavırları nedeniyle işlerini yapmakta zorlandıklarını savunan Demir, bu konuyu görüşmek üzere gittiği AKM'de Yiğitgil'in kendisine hakaret ettiğini iddia etti. Olaylar sırasında Yiğitgil'in üzerine yürüdüğünü öne süren Demir, şöyle konuştu:''Engin Bey koşarak, çığlıklar atarak, kollarını savurarak üzerime geldi. Ben o sırada yalnızdım. Çok korktum. Beni parçalayacağını düşündüm. Kaçamadım. Bir tek adım atıp odaya ulaştığımda o da bana ulaşmıştı. Son anda birileri tuttu. O an onu tutmak için koridorda erkek yerine kadınlar olsaydı ne olurdu bilmiyorum, çünkü 3 erkek bile başedemedi. Birileri daha geldi ve beni arkadan tutup odaya çektiler. Ben bir odaya geldim, onu diğer odaya aldılar. Elemanlarıma küfürler ettiğini duydum.''Olayın ardından yaşananların basına yansımasını istemediğini, bu yüzden de herhangi bir şikayette bulunmadığını belirten Demir, bu süreçte karar verme sorunu yaşadığını dile getirdi.Yaşadıklarının etkisiyle psikolojik sorunlar yaşadığını ve bir psikiyatriste başvurduğunu anlatan Demir, ''doktorum travma sonrası stres bozukluğu teşhisi koydu. Yarından itibaren mahkeme sürecini başlatacağım'' dedi.Nimet Demir, Engin Yiğitgil'in olayın üzerinden 3 gün geçtikten sonra otelde yanına geldiğini ve kendisinden özür dilediğini, ancak özrünü kabul etmediğini ifade etti. Demir, Yiğitgil'in yaşananları inkar etmesine anlam veremediğini de belirterek, ''Birşey yapmadıysa niye özür diledi?'' diye sordu.44. Antalya Altın Portakal Film Festivali sırasında, TÜRSAK ve Festival Başkanı Engin Yiğitgil'in, festivalin iletişim işlerini yürüten şirketin ortağı ve yöneticisi Nimet Demir'i dövdüğü iddia edilmişti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)