Add to Flipboard Magazine.

30 Aralık 2009

ESKİ REKTÖRLER DE SORUŞTURULSUN...

Özellikle, İstanbul Üniversitesi eski rektörleri Kemal Alemdaroğlu ve Mesut Parlak da soruşturulsun...

Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu, eski YÖK başkanları Kemal Gürüz ve Erdoğan Teziç hakkında soruşturma açılmasını istedi. Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde başlatılan 'Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim' raporunu açıklayan kurul, yükseköğretimde ciddi bir denetim zafiyeti olduğunu vurguladı. Rapor, 'teftiş, inceleme ve soruşturma ve diğer idari işlemlerin yapılmasının temini için' Başbakanlık'a gönderildi.
YÖK'ün ilk defa denetlenmesi anlamına gelen rapor, çok sayıda çarpıcı bilgiyi belgeleriyle ortaya koyarken, geçmiş YÖK yönetimlerinin yaptığı 'hukuksuzluğu' gözler önüne seriyor. Raporda, "YÖK başkanları ve üniversite rektörlerinin hukuka aykırı uygulamaları Anayasa ile öngörülen denetim olgusunun tamamıyla işlevselliğini yitirmesine yol açmıştır. Bu husus özellikle üniversite ve YÖK yöneticilerinin hesap verilebilirlik ile ilgili algılamalarının değişmesine neden olmuş ve böylece yükseköğretim alanı yolsuzluk ve usulsüzlüğün artmasına elverişli bir çevre hâline gelmiştir." deniliyor.

Rapora göre Yükseköğretim Denetleme Kurulu, devlet üniversiteleri üzerindeki gözetim ve denetim anlamındaki asli fonksiyonundan neredeyse bütünüyle çekilmiş durumda. Son 10 yılda bu alanda yapılmış tüm görevlendirmeler, 2006 yılında Denetleme Kurulu'na verilen 3 üniversite (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Balıkesir Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi) ile ilgili 'genel denetim' görevinden ibaret. Buna karşılık Kurul, genel denetim çalışmalarını bütünüyle vakıf üniversitelerine yönlendirmiş. 2000-2008 yılları arasında toplam 223 genel denetim raporu düzenlenmiş, bu raporlardan sadece üçü devlet üniversitelerinin denetimlerine, diğerleri ise vakıf üniversitelerine yönelik.

ÖZAL DÖNEMİ BİTTİ, ÖZ-KÖŞK GİTTİ


Medya’da "YILDO" DEMOKRASİSİNİN SONUNA GELİNDİ: Ertuğrul Özkök Hürriyet varakının Genel Yayın Yönetmenliği'nden ayırıldı! Köşe yazarlığına devam edecek.

Bkz: http://vistilefakademik.blogspot.com/2009_09_27_archive.html

Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz “köşeci”lerin ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga cahilliğe karşı, bu kavga “hürriyet” kavgasıdır.

(Nazım Hikmet’ten uyarlama)



Nazım Hikmet’in şiirinin aslı ve tamamı:

HÜRRİYET KAVGASI

Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
Meydanları zaptettiler yine.

Beyazıt'ta şehit düşen
silkinip kalktı kabrinden,
ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını
yıktı Şahmeran'ın mağarasını.

Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.

Nazım Hikmet (1962)

07 Aralık 2009

PEKİ NEDEN TRT "RATING" İHALESİ AÇTI O ZAMAN?

Bilindiği gibi bundan bir süre önce TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, TRT'nin rating ihalesi için düğmeye basmış ve geçtiğimiz aylarda 4 milyon TL'ye bir şirkete "televizyon izleme ölçümü" yapması işini ihale etmişti. Fakat aynı TRT reklam pazarlamasını özel bir şirkete de devretmişti: http://vistilefblog.blogspot.com/2009_08_30_archive.html

Rating reklam amaçlı olduğu halde, aşağıdaki haberi yukarıda verdiğimiz linkteki haber ile birlikte nasıl yorumlamalıyız? TRT ne yaptığını biliyor mu?Yorum sizin:

TRT'de Reklam Devrimi

TRT reklam pazarından çıkıyor. İngiliz devlet kanalı BBC gibi reklam alınmayacak. Genel Müdür İbrahim Şahin'in önemli mesajları şöyle:

TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, TRT'nin İngiliz devlet kanalı BBC gibi reklam almadan, tamamen devlet yardımıyla yayıncılık modelini hedeflediğini açıkladı. Şahin, "Önümüzdeki süreçte reklam pazarından çıkmayı hedefliyoruz" diye konuştu. Akşam gazetesinin haberine göre, TRT yönetimindeki ikinci yılını 22 Kasım'da dolduran Şahin ile bu süre içinde attıkları adımlar ile yeni projelerini konuştuk. Şahin'in verdiği mesajlar şunlar:

KAMU FİNANSMANI DOĞRU MODEL: TRT gelirlerini üç kaynaktan sağlar. Elektrik faturalarındaki kesintiler, bandrol ücretleri ve reklam gelirleri. TRT bütçesinin yüzde 60'ı elektrik faturalarından gelir. Dünyanın her yerinde kamu yayıncısının durumu buna benzer. Kamu tarafından finanse edilirler. Spor, müzik, çocuk kanalları, Arapça, Farsça yayın yapan kanallar isteniyor. Hepsi bu ülkenin, halkımızın yararınadır, çıkarınadır. Onun için de kamu tarafından finanse edilmeleri çok doğaldır.

BBC MODELİ: Biz televizyonları biraz yönlendiren, onlara çeki düzen veren bir kurum olmak zorundayız kamu yayıncısı olarak. İngiltere'de BBC, Almanya'da ZDF gibi. Onların mutlak surette gelirleri kamudandır. Örneğin BBC hiç reklam parası almıyor. Fransız kamu kanalında da reklam yasaktır. Önümüzdeki süreçte becerebilirsek biz de reklamdan çıkmayı düşünüyoruz. Benim fikrim de reklamları özel TV'lere bırakmaktan yana. Tabii bu açığın da bir şekilde karşılanması lazım. Bu yönde karar alınırsa şu anda elimizdeki üç yıllık reklam sözleşmelerinin bitiminde reklamsız yayıncılık başlayabilir.

GEREKSİZ REKABET BİTER: Gelirimizin yüzde 4'ünü reklamdan kazanıyoruz. 2008 yılında 780 milyon YTL'lik bütçenin 32 milyonu reklam geliridir. Reklamsız yayıncılık, rakiplerimizin reklam gelirlerinin düşmesini engelleyeceği için düşmanlığı da ortadan kaldırabilir. Bizim çok fazla para aldığımızı sanıyorlar. Onun için de gereksiz bir mücadele var.

ELEKTRİK FATURALARINDAKİ KESİNTİ: İnsanlar bilmedikleri için tepki gösteriyor. TRT'de yüzde 3.5 pay kesilirdi eskiden. Bu pay şimdi yüzde 2'ye indirildi. Geçen sene de brüt yüzde 2'den net yüzde 2'ye indirildi. Eskiden yüz lirada 2 lira alınırdı. Şimdi ise 100 TL'de 60 kuruşa denk geliyor. Başka kesintiler de var elektrik faturalarında. Ama iş TRT olunca gürültü çıkıyor. Türkiye'de hane başına düşen pay yıllık 4 TLdir. İngiltere'de yılda 180 Sterlin alınıyor. İtalya'da ise her ev 200 Euro ödüyor.

28 Kasım 2009

"DEKANI PROFESÖRLER UÇURUR"

2547 SAYILI YASAYI BİLMEDEN “DEKAN” VEYA “REKTÖR” OLUNUR MU? YÖK'E KIZILIR MI?

Bugün, 28.11.2009’da, “bayram değil, seyran değil” diyemeyeceğimiz bir bayram gününde Hürriyet varakının kocaman manşetinde şu cümle yer aldı: FAKÜLTEDE DEKAN İSYANI.

Hürriyet varakının elektromanyetik nüshasında ise haber şu başlıkla verilmişti: “YÖK’E KIZIP İSTİFA ETTİLER”.... İzmir Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi´nde, YÖK´ün Prof. Dr. Celal Artunç´u 9 oy almasına karşın dekan ataması üzerine, başhekim, fakülte kurulu, yönetim kurulu ile biri hariç tüm anabilim dalı başkanları istifa etti. Dişhekimliği Fakültesi´nde görev süresi dolan Prof. Dr. Serhat Çınarcık´tan boşalacak dekanlık için geçen ay aday belirleme seçimi yapıldı. Seçimde, Prof. Çınarcık´la birlikte Prof. Necdet Erdilek ve Prof. Celal Artunç aday oldu. 85 öğretim üyesinden 60´ının oyunu Prof. Çınarcık, 16´sını Prof. Erdilek, 9´unu Prof. Artunç aldı. 17 Kasım´da toplananYÖK Genel Kurulu, 3 aday arasından dekanlığa 9 oy alan Prof. Artunç´u atadı. Bu atama, fakültede ve üniversitede yoğun tepkilere yol açtı. Diş Hekimliği Fakültesi öğretim üyeleri, Prof. Artunç´u “İstenmeyen adam” ilan etti, yapayalnız bıraktı. Öğretim üyeleri, sessiz direnişle Prof. Artunç´un istifasını bekledi. Ancak hakkındaki iddiaların asılsız olduğunu öne süren Prof. Artunç, kendisine haksızlık yapıldığını savundu. DHA´ya verdiği röportajda, “Farklı yakıştırmalarla beni farklı bir sınıfın, farklı bir görüntünün içine sokmaya çalışıyorlar. Beni de üzen bu. Aslında böyle bir görüntüyü açıkçası hak etmiyorum’’ dedi. “Atamaya itirazımızdır”: Fakültede yönetici konumundaki profesörler, Çınarcık´ı dekan atamayan YÖK´ü görevlerinden istifa ederek protesto ettiler…. Prof. Çınarcık, “Öğretim üyeleri demokratik seçime karşın YÖK´ün bu atamasına tepkilerini istifalarıyla gösterdi’’ yorumunu yaptı. Nesrin COŞKUN / DHA

Dekan olmak 2547’ye göre bir hiçtir, “kurul kararlarını uygulamaktan” ve “koordinasyondan” başka bir yetkisi yoktur; bir de Rektör’e karşı “genel gözetim ve denetim” ile görevlidir (Bkz: 2547/Madde 16). Kurullar ise bir fakültede Bölüm Başkanları, Ana Bilm Dalı Başkanları ve öğretim elemanlarından oluşur (Yine Bkz: 2547/Madde 16). Bu “Madde 16”, Dekan atamasını seçime bağlamamış, Rektör’ün dilediğince üç adayı YÖK’e bildirmesini hükmetmiştir. Yani yukarıda haberdeki sorun, oradaki 2547’yi bilmez profesörler tarafından uydurulmuş ve Hürriyet varakı da sazan gibi olaya atlamıştır.

İşin ilginci, bu "olmayan sorunu" yaratan profesörlerin 2547’yi bilmeden, Dekan’a atfettikleri güç ve otoriteyi, Dekan olarak atananın da hissetmesi ve bir güzel, bu "bilmezlikle sakat" kişilere uygulamasıdır. Türkiye’de tüm üniversiteler Dekan ve Rektör’ü bir şey zannederek, onlara büyük güçler atfederek, altlarında ezilmek ve bazen de “yahu demokrasi nerede, seçim yaptık, YÖK bizi dinlemedi, ona kızdık” diye çocuksu maruzatlarda bulunmaktadırlar. YÖK, Dekan atamalarında, listeyi hazırlamakta yasal olarak özgür olan Rektör'e uygun olanını atamakta serbesttir.

İşin gerçeği ise, 2547 sayılı yasa, bütün üniversitede en önemli karar ve işlem mercii olarak BÖLÜM’ü ve ANA BİLİM DALLARINI var etmiştir. Onların almadıkları kararları ne Dekan, ne de Rektör uygulayabilir. Bu kurulları da, dedik ya, öğretim elemanları ve Bölüm ve Ana Bilim Dalı Başkanları oluşturur. Tersini bugüne kadar gören ve zannedenler ve Vistilef’e inanmayanlar Danıştay ve İdare Mahkemeleri kararlarına bakabilir: (Tıklayın Yeter)

Özetle, bugün tüm üniversiteler 2547 sayılı yasayı bilmeyen ve çocuksu kişilerin tahakkümü altındadır. Birbirlerine “kızmaktan” başka bir halt yapmayan bir profesörler ordusu, rektörleri ve dekanları “şeyhi [cahil] mürit uçurtur” misali, uçurmaktadır.

Hepinizin Kurban Bayramı, bilhassa kendilerini rektör ve dekan karşısında kurbanlık konuma düşüren müptezel profesörlere, mübarek ola...

26 Kasım 2009

NE DEKANLAR, NE REKTÖRLER GÖRDÜK... AMA BÖYLESİNİ GÖRMEMİŞTİK... İŞTE, BU DA REKTÖR....

AŞAĞIDAKİ E-MAIL TÜRKİYE'NİN EN "ÜNLÜ" ÜNİVERSİTESİNİN YENİ REKTÖRÜ TARAFINDAN TÜM ÖĞRETİM ELEMANLARINA GÖNDERİLDİ. YORUMSUZ YAYINLIYORUZ:

Kimden: Rektorluk
Tarih: 23 Ekim 2009 Cuma 09:02
Kime: ~Academic Staff; ~Administrative Staff
Konu: 28-29 Ekim Duyurusu

Değerli Meslektaşlarım, Sevgili Arkadaşlarım,
Son zamanlarda her ne kadar yapacak çok işimiz olsa da, bütçe ve sunuş hazırlama gibi çalışmalardan bir nebze nefes alabilmek için 28 Ekim Çarşamba günü saat 13:00’ten sonra ve 29 Ekim 2009 Perşembe günü Cumhuriyet Bayramı kutlamaları nedeniyle derslere ara verilecektir.
Saygılarımla,


Prof.Dr.Halil Güven
Rektör

13 Kasım 2009

KİME NE DEMİŞSE HAKLI ÇIKTI...

İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Mesut Parlak'a,
Rating uzmanı, denetçisi, yönetmeni, organizatörü, köşe yazarı, televizyon artisti ve showman'i, tv program yapımcısı ve sunucusu Prof. AA1'e,
Tarhana çorbası misali araştırma yapan Tarhan Erdem'e,
ve.... Rating için AGB ve TİAK'a:


TRT ve Prof. Dr.Veysel Batmaz haklı çıktı:
reytingde şok!


Reyting ölçümlerinde hile yapıldığını iddia eden TRT haklı çıktı. TRT'nin itirazını haklı bulan mahkeme AGB ve TİAK hakkında şok bir karar verdi...Üsküdar 3. Ağır Ceza Mahkemesi, AGB ve TİAK hakkında TRT’nin yaptığı itirazı haklı buldu ve bu iki şirketin yöneticilerinin bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla yargılanmaları gerektiği kararına vardı. Televizyonlarda yayınlanan programların reyting (rating) ölçümlerinin yapan Anadolu Piyasa Araştırma Hizmetleri AŞ. (AGB) ve Televizyon İzleme Araştırmaları Komitesi (TİAK) yetkilileri hakkında, ticari sırları açıklamak suçundan kovuşturmaya gerek olmadığına ilişkin daha önce verilen karar bozuldu. TRT avukatlarının yaptığı itirazı değerlendiren Üsküdar 3. Ağır Ceza Mahkemesi, iki şirket yöneticilerinin bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla yargılanmaları gerektiği kararını hükmetti.

-AGB VE TİAK YETKİLİLERİ YARGILANACAK-
TRT avukatlarının itirazını kabul eden Üsküdar 3. Ağır Ceza Mahkemesi, şüpheliler hakkındaki kovuşturmaya yer olmadığı kararını kaldırarak, AGB ve TİAK yetkilileri hakkında, reyting ölçümleri yapılan deneklere ait kimlik ve data bilgilerini bazı kuruluş ve reklamcılara ve film yapımcılarına vermek suçundan Türk Ceza Kanununun 239/1 maddesinin ihlali dikkate alınarak kamu davası açılmasına karar verdi. Bu karardan sonra Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı da şüphelilerin yargılanması için kamu davası açtı. AGB Genel Müdürü Craig Jonshon ve TİAK Başkanı Ömer Kayalıoğlu, Kadıköy Asliye Ceza Mahkemesinde, TRT avukatlarının iddiaları doğrultusunda, 5237 sayılı TCK’nun 239/1 maddesi uyarınca ticari sır, müşteri sırrı niteliğindeki bilgi ve belgeleri açıklamak suçundan yargılanacaklar.

-SEKTÖRDE ŞOK-
Mahkemenin bu kararı televizyon yayın sektöründe şok etkisi yarattı. Sektörde, bu kararla televizyon programlarında yapılan reyting ölçümlerinde hile yapıldığı iddialarının doğrulandığı biçiminde yorumlandı.

-YASA NE DİYOR-
5237 sayılı TCK’nun 239/1 maddesi şöyle: Sıfat veya görevi, meslek veya sanatı gereği vakıf olduğu ticarî sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı niteliğindeki bilgi veya belgeleri yetkisiz kişilere veren veya ifşa eden kişi, şikâyet üzerine, bir yıldan üç yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Bu bilgi veya belgelerin, hukuka aykırı yolla elde eden kişiler tarafından yetkisiz kişilere verilmesi veya ifşa edilmesi hâlinde de bu fıkraya göre cezaya hükmolunur.

http://www.8sutun.com/TRT-hakli-cikti-reytingde-sok_59008.html

12 Kasım 2009

TARHANA ÇORBASI ARTIK KAYNADI...

Kehanetleri ile ünlü araştırmacı gazeteci, eski politikacı, CHP eski Genel Sekreteri ve Sanayi eski Bakanı ve Aydın Doğan Holding’in 18 yılllık genel koordinatörü İnşaat Yüksek Mühendisi Tarhan Erdem, Prof. Dr. Veysel Batmaz’ı, kendisine "zıpır" dediği için mahkemeye vermişti. Bunu ve Veysel Batmaz'ın yerel mahkemeleri kazandığını daha önce duyurmuştuk.

10 Kasım 2009 tarihinde Yargıtay 4. Daire’de yapılan temyiz duruşmasında Yargıtay, "Davalı Prof. Batmaz, ‘zıpır’ kelimesini eleştiri mahiyetinde dikkat çekmek için kullanmıştır; sözleri ifade ve eleştiri özgürlüğünün koruması altındadır" hükümlü Prof. Dr. Veysel Batmaz lehine verilen yerel iki Mahkemenin (İstanbul 12. ve 13. Ticaret Mahkemeleri) kararını onadı. Zaten üç Cumhuriyet Savcısı da, Tarhan Erdem’in ve Doğan avukatlarının şikayetine, benzer gerekçe ile takipsizlik kararı vermişti.

Temyize başvuran olmasına karşın Tarhan Erdem’in kendisinin ve avukatlarının katılmadığı temyiz duruşmasında, Prof. Batmaz özetle şu şekilde kendisini savundu: "Türkiye'de istatistik ve alan araştırması konusunda on-onbeş kişiden biriyim. İletişim Fakültesi'nde Araştırma Yöntemleri profesörüyüm. Davacı, 50 bin kişilik deneklik bir alan araştırması yaptığını söyledi. Ben de ona "zıpır" dedim. Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada 50 bin deneklik bir tarama yaptığını söyleyen herkese de 'zıpır' derim."

Bundan önce de, yine bir Aydın Doğan yazarı olan Prof. AA1, kendisine "okuma özürlü, cahil" dediği için Prof. Batmaz’ı mahkemeye vermişti. Prof. Batmaz Yargıtay'da, "ben manav değilim, profesörüm, okuma özürlü ve cahil olanları saptamaktır işim, her sömestir yüzlerce öğrenci için yapıyorum bu işi; AA1 benim bir zamanlar öğrencimdi" diyerek davayı kazanmıştı.

Burada dikkate değer ve asıl önemli olan Prof. Batmaz’ın Aydın Doğan’ın yazarlarına karşı davalar kazanması değil fakat Doğan'ın avukatlarının yazarları için mahkemeler başvurup dava kaybetmeleri ve büyük ihtimalle faturayı Aydın Doğan’a kesmeleri. Kısacası, Aydın Doğan çekmedi hiç kimseden, avukatlarından ve köşeci yazıcılarından çektiği kadar. Bir de Ertuğrul'dan çok çekti son yıllarda. Ayrıntılı analiz için linki tıklayın: http://vistilefakademik.blogspot.com/2009_09_27_archive.html

Dava'ya konu olan yazı Internet'te ilk kez yayınlanıyor, tıklayın: http://vistilefakademik.blogspot.com/2009_11_15_archive.html

ARAMIZDAN ERKEN AYRILDIN, GEÇ FARK ETTİK....

10 Kasımlar, matem ve ikaz günüdür.

28 Ekim 2009

İYİ Kİ VARSIN CUMHURİYET !






29 Ekim 1923’de ilk Cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal seçildi.

Cumhuriyet’i kuru kuru kutlamaktansa, "laikçi-düzanbaz-Atatürkçülerin" hiç işine gelmeyecek bir konuyu, 27 Şubat 1923’de toplanan Gizli Celse'de, Lozan Antlaşmasının BMM’de tartışılması sırasında Mustafa Kemal’in kuracağı Cumhuriyet’in (Misak-ı Milli olarak adlandırılan) sınırlarının ne olacağına ilişkin sözlerini anımsayalım, bugünlerin anlamını kavramak için.

Mustafa Kemal (Ankara Milletvekili), açık açık, Misak-ı Milli'nin yazarı Sırrı Bey'e (İzmit Milletevekili), "keşke yazmayaydınız, başımıza çok bela koydunuz" diyor.

Alttaki metin Gizli Celse Zabıtlarının TBMM baskısından alınmıştır. Aynı zabıtların 1999 İş Bankası Yayınları baskısında bu celse sansürlenmiştir (Ayrıntısı için: Veysel Batmaz, Kıbrıs’ı Verelim, Musul’u Alalım, Salyangoz Yay., 2008, s: 145-147 ve 148; dipnotlar: 129-130 ve ss: 443-447).

MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) - ... Arkadaşlar mevzubahis olunan mesele cidden mühim ve naziktir. Bu meseleyi asabiyetle görüşmek gayri caizdir. Onun için bütün arkadaşlarimi sukuta davet etmek cüretinde bulunacağım. ...Hepinizin bildigi gibi milli gayemizi gerçekleştirebilmek için bir çok yollara başvurulmuştur son üç dört sene içinde. Fakat hiç birinden sonuç alınamamıştır. ... Millet ve milletin öz evladi ordu sonunda bu sonuca ulaştı. ... Bugün burada yapacağımız şey bir projenin ayrıntılarını görüşmek değil, müzakereci heyetin tek başına karar veremeyeceği bir iki noktaya karar vermektir. Karar verdikten sonra bu konuların teferruatı üzerinde heyetinizi işgal etmeye gerek yoktur. ... O karar da arazi meselesinden bazı ılımlı şekilleri kabul etmek ve bazılarını tamamen dışarı atarak geri kalanı imzalayarak sulha dahil olmaktır. ... Birincisi Karaağaç'tan şimdiden sarfı nazar etmek, İkincisi Musul meselesinin hallini bir sene zarfında Türkiye ile İngilizlerin karşı karşıya geçerek intaç etmesine talik etmektir. En mühim mesele olarak bu geliyor. ... Diğer meseleler kabul edilebilecek içeriktedir. Bu iki mesele dışarıda bırakıldıktan sonra diğer maddeler kabul gördükten sonra vereceğimiz karar Karaağaç'dan şimdilik sarfınazar edeceğimizi ifade etmek ve Musul meselesinin bir sene sonra çözümüne onay vermek. Buna onay verdiğimizde zarar mı vardır ? Kural olarak şimdilik yarar mı vardır ? Buna onay vermezsek ne yapmamız gerekecektir? Bunu görüşüp karar verirsek günün işini bitirmiş olacağız. ... Bu gün sağduyu ile hepimiz anlayabiliriz ki MUSULU VERMEMEKTE ISRAR EDERSEK MUHAREBEYE DAHİL OLURUZ. Dolayısıyla, Musul meselesini bir seneye kadar hal etmek üzere sulha geçmek veya muharebe etmek mümkün müdür, kabil midir, yararlımıdır?... Fakat çok gerekli görürseniz şu Musul meselesini bugünden müspet veya menfi çözebiliriz. ... Bazı arkadaşlarımızın en övündükleri söylemi MİSAKI MİLLİ oluyor. Görüşmeciler, Misakı Milliyeyi mahvetmiş, Heyeti Vekile Misakı milliyi feda etmiş. ... Ben de diyorum ki Sırrı bey Misakı Millinin ne olduğunu anlamamıştır. Misakı Millinin ne olduğunu önce anlamalı ondan sonra mütecavizlerin kimler olduğunu meydana koymalı.
Efendiler, arazi meselesi ve hudut meselesi Misakı Millinin hepinizin bildiği gibi birinci maddesinin kapsamındadır. Misakı milli şu hat bu hat diye hiçbir vakit hudut çizmemiştir. O HUDUDU ÇİZEN ŞEY MİLLETİN MENFAATİ VE BÜYÜK MECLİSİN VERECEĞİ KARARDIR. Yoksa haritası mevcut bir hudut yoktur. Bu nedenle ne yapılmış işlerde, ne yapılacak işlerde böyle bir taarruz olmamıştır. Bilakis riayet edilmiştir. Musul için muharebeye girmemek ve bir sene sonrasına ertelemek ondan vazgeçmek değildir. Kuvvetli olduğumuz bir zaman erteleriz. Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğiniz zaman karşınıza yalnız İngiliz değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları çıkar. ...Musul meselesini bugünden nasıl çözeceğiz ? Ordumuzu yürüteceğiz bu gün alacağız dersem, bu mümkündür. Musul'u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul'u almamızın ardından savaşın hemen sona ereceğine inanabilir misiniz ? Şüphesiz orada bir harb cephesi açmış olacağız. ...

SIRRI BEY (İzmit)- Paşa Hazretleri çok teşekkür ederim ki sözlerimi şayanı müdafaa buyurdunuz, anlamadığımı söylediniz. Misakı Millinin bendeniz [yazanlarından] mingayri haddin muharrirlerinden biriydim.

MUSTAFA KEMAL PAŞA (devamla)- Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok bela koydunuz. Yani bugün kat'iyeti ihlal eder sözlerden başka bir şey yapmadınız.

Oturum kapanır.

(Kaynak: TBMM Gizli Celse Zabıtları, 3. Cilt, 6 Mart1922-27 Şubat 1923, TBMM Basımevi, Ankara, 1980, s: 1318-1319)

18 Ekim 2009

PROF. DR. ÜNSAL OSKAY (1939-2009)

İletişim bilimi en önemli öncülerinden birini yitirdi. Frankfurt Okulu diye tanınan “eleştirel kuramın” Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden biriydi Ünsal Hoca. “Eylem değil, söylem önemlidir” tezi ile özetlenebilecek olan bu kuram, 1980 sonrası solcularına büyük oranda pasifistlik bahanesi ve post-modern teoriye açılım sağlamıştı.


Aytaç Oksal Buldan tarafından Amerika’dan bir nüshası getirilmiş olan Martin Jay’in The Dialectical Imagination kitabının Siyasal Bilgiler Fakültesi doktora öğrencilerinin başucu kitabı olduğu 1979-1982 yıllarında Ünsal Oskay da doktora programında Frankfurt Okulu üzerine dersler veren bir doçentti; o zamanlar başlamıştı, Martin Jay’in doktora tezi olan ve C. Wright Mills’in The Sociological Imagination’ına sanki nazire olarak yazılan kitabını çevirmeye. Ünsal Hoca aynı zamanda bir C. Wright Mills hayranıydı. Mills’in katı anti-pozitivizmiyle, Adorno’nun esnek anti-pozitivizmini birleştirmiş ve Walter Benjamin izinden neredeyse amorf bir iletişim teorisine varmıştı. Bu teoriyi son yirmi yılda bol bol medyada dillendirdi, makaleler yazdı ve kitaplar yayınladı.



Ünsal Oskay o zamanlar SBF-BYYO’da asistanları ve doktora öğrencileri ile sıcak ilişki kurmuş, herkese hocadan çok bir ağabey gibi davranmış, derslerindeki belagat ve kapsam ile, 12 Eylül’ün baskıcı boğucu faşizminde soluk alınacak bir vadi yaratmıştı. Veysel Batmaz, Aydın Uğur, Erol Mutlu, Hikmet Özdemir, Aytaç Oksal Buldan, Bülent Ece öğrencilerinden bir kaçıydı. Giriştiği devasa toplumsal açıklama, kılavuz olarak benimsediği teorik bütünlükle yer yer uyuşuyor, uyuştuğu zaman medya ünlüsü oluyor; uyuşmadığı zaman da inzivaya çekilerek yeni açılımlar biriktiriyordu. Benim 3 kurucusundan biri olduğum Beykent Üniversitesi’ni benim kuruculukla uğraştığım yıllarda, vakıf üniversiteleri genel bağlamında çok eleştirmişti; talih onu, Beykent Üniversitesi Rektör Yardımcısı olduğu bir zamanda yakaladı. Onda müşahaslaşmış olan bu ironi, aslında tüm akademisyenler için tam bir Türkiye klasiği. Benim içinse durum tersi: ilkönce vakıf üniversitesi kurdum, daha sonra devlet üniversitesine geçtim. Şu sıralarda da tüm üniversitelerin vakıf üniversitesi olması için projeler üzerinde çalışıyorum. Tüm devlet üniversitelerinin, üniversitenin gerçek sahipleri olan mezunlarının, çalışanlarının ve öğrencilerinin kuracağı vakıflara devredilmesini öneriyorum. Aynı o çok izinden gittiğimiz Bologna Süreci’nin yer aldığı kentteki Bologna Üniversitesi gibi. Benim bu türlü projeler yaratmamın temelinde ise Ünsal Hoca’nın bana kazandırdığı sağlam açılım ve bağlam analizleri yatıyor. Onun ironisini hiç olmazsa biraz olsun gerçekliğin temelinde söylemden kurtarıp eyleme dönüştürüyorum, yine onun öğrettikleri ile.



İletişim eğitiminin bugünkü hali, eksik yanlış, ondan çok şey öğrendi. Onun açtığı pencereden bakmayı bilenler başka ufuklar da gördüler; Ünsal Hoca’nın sisli bıraktığı yerleri, sınıfsal analizlerle doldurmaya çalıştılar ve onu eleştirdiler. Ancak Türkiye’de iletişim bilimi alanı, onun açtığı yoldan değil de, 12 Eylül sonrası medyada (MEME) belirlenen sığlıkta ilerlediğinden medyada zaman zaman yer alarak sanki kendi kendine tuzak kurmuş gibi bir hale dönüşen Ünsal Hoca’nın amacı hasıl olamadı. Üstelik, medya (MEME) yerine üniversiteyi temel uğraşı alanı haline getirmeyen her akademisyenin makus talihine o da boyun eğdi. Üniversitenin yerini mainstream medyanın alması ile artık iyice zıvanadan çıkmış olan akademik çalışmalar (özellikle ve ironik olarak “medya çalışmaları”), Ünsal Hoca tarafından başlatılan açılımı artık hiç bir zaman yakalayamayacak. İkinci ironisi de buydu: Medyayı üniversite yapmaya çalıştı ama Adorno’nun kuramını izleseydi olamayacağını bilirdi. Medyada medya eleştirisi yapmak ne kadar şart ve olanaklı?



Hepimiz O’na herşeyimizi borçluyuz.
O, hepimizden alacaklı.
Güle güle sevgili Ünsal Hocam...



Senin için çok eleştirel bir inceleme yazmayı hep düşündüm ama son yıllardaki sağlığınla ilgili sorunlar nedeniyle hep erteledim. Ama artık gereği de pek kalmadı. Yanıt vermen artık olanaksız. Seni hep sevdim. En büyük kötülüğü de bana yaptın, beni borçlu bıraktın. Borcumu ne zaman ödeyeceğim, bilemiyorum.


Prof. Dr. Veysel Batmaz
Bu yazı 19 Ekim 2009'da Birgün'de de yayınlandı:

09 Ekim 2009

İstanbul Üniversitesi’ni kışlaya çeviren Alemdar Kemal dönemi fişlemesi ve Parlak dönemi görevi kötüye kullanma hukuksuzlukları yargıya taşınıyor...

Fişleme = Bir kişi veya kurum hakkında, ayırımcılık ve manipülasyon yapmak, ve iftira atmak için düzenlenmiş şahsi veya örgütsel bilgilerin belli kişilerce ve çoğunlukla ihbar niteliğinde liste halinde kayıt altına alınması ve bu bilgileri yargı dışında, görevi olmayan yerlere bildirmek, bir tür "polislik" yapmak

Görevi kötüye kullanma = İdari bir yetkilinin yetkisini aşarak veya sadece düşmanlık duyduğu için bir görevliye hukuksuz işlem yaparak hukuk dışı amacına ulaşması ve bu hukuksuz işleminden dolayı maddi ve/veya manevi kazanç temin etmesi. Bu suç, sadece idari disiplin suçu değil, TCK'na göre 3-5 yıl hapis cezası ile yaptırıma bağlanmıştır.

Eski Adli Tıp Enstitüsü Başkanı Sevil Atasoy ve Ergenekon sanığı İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü öğretim üyesi Doç. Dr. Ümit Sayın tarafından hazırlanan ve 1. Ordu Komutanlığı'na sunulan fişlemeler konusunda Türk Tabipler Birliği, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı yargıda hesap soracaklarını açıkladı. İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sermet Koç ve Türk Tabipler Birliği Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy çok ciddi bir sorunla yüz yüze olduklarını söyledi. Ergenekon klasörlerinde yer alan belgeler, akademisyenlerin, 'Kürt kökenli, PKK sempatizanı, bölücü, eski sol militanı' şeklinde fişlendiğini ortaya koymuştu.

Üniversitedeki büyük fişleme Ergenekon klasöründe ortaya çıktı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın talebi üzerine Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından gönderilen 47 sayfalık raporda, "İÜ'de görevli akademisyenler 'Kürt kökenli, PKK sempatizanı, bölücü, ayrılıkçı, eski sol militan' şeklinde fişlendiği belirtiliyor. Skandal sadece fişlemeyle sınırlı kalmamış. Eski İstanbul Adli Tıp Kurumu Başkanı Keramettin Kurt, eski İstanbul Adli Tıp Enstitüsü başkanı Prof. Dr. Sevil Atasoy ve S.G., S.A., M.K.B., K.A., N.S. başta olmak üzere pek çok akademisyen, meslektaşları hakkında askerî istihbarata bilgi vermiş. Atasoy, ayrıca bir rapor hazırlayarak 1. Ordu Komutanlığı'na sunmuş.

Uygulamayı kınayan Türk Tabipler Birliği, Adli Tıp Uzmanları Derneği (ATUD), Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı, yargıya gidiyor. İstanbul Tabip Odası'nda düzenlenen basın toplantısında hazırlanan ortak açıklamayı okuyan Prof. Dr. Sermet Koç, İÜ Adli Tıp Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Sevil Atasoy ile aynı kurumdaki öğretim üyesi ve "Ergenekon" davasının sanıklarından Doç. Dr. Ümit Sayın tarafından, bazı akademisyenlerin ve Adli Tıp Uzmanları Derneği gibi sivil toplum örgütlerinin ''ulusal güvenliği tehdit ettiği'' iddiasıyla Birinci Ordu Komutanlığı ile Milli Güvenlik Kurulu, Birinci Ordu Komutanlığı, Genelkurmay, Jandarma, Özel Kuvvetler Komutanlığı ve kuvvet komutanlıkları istihbarat birimlerine 47 sayfalık rapor sunulduğunu belirtti. Raporun Birinci Ordu Komutanlığı'nca hazırlanan 15 Temmuz 2005 tarihli üst yazısında, "1987 yılından beri Adli Tıp Enstitüsü'nün müdürlüğünü yapan ve 26 Mayıs 2005 tarihinde dolan görev süresi uzatılmayan Prof. Dr. Sevil Atasoy tarafından üniversitedeki kadrolaşma, bu kadrolaşmanın şekli, ideolojik yönü, amacı ve sonuçlarıyla ilgili iddiaları içeren ve bu iddiaları belgelerle destekleyen eklerden oluşan bir rapor alınmıştır.'' denildiğine dikkat çekti. Koç, şöyle devam etti: "Medyada ve toplumda yoğun tepkilere yol açan bu faaliyetler, bilim insanlığı ile hiçbir şekilde bağdaşmadığı gibi ihbar edilen kişi ve kurumların haklarına karşı yapılmış en ağır saldırı, nitelikli bir suçtur. Sevil Atasoy'un kendini aklama adına medyada yaptığı açıklamalar dahi işlenen suçun teyidinden başka anlam taşımamaktadır. Tüm bu hukuk dışı faaliyetler, eski İÜ Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu ile eski Adli Tıp Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Sevil Atasoy'un tekrar görevlerine getirilme amacı ile sınırlı kalmamış, 30'un üzerinde akademisyen, üniversite mensubu ve ATUD başta olmak üzere sivil toplum örgütleri, asılsız, ağır suçlamalarla itham edilmişlerdir. Durum, bu faaliyetleri olağan gibi kabul ederek, dikkate alan ihbarcıları muhatap kabul eden kurum ve kişiler açısından da son derece düşündürücü nitelik arz etmektedir. Yalnızca bu işte rolü bulunan kişi ve kurumlar değil, üniversite, demokrasi, hukuk gibi kavramlar açısından da kaygı vericidir. Bizler üniversitelerimizde ve diğer kurumlarda yürütülen bu ve benzeri komplocu, keyfi, hukuk dışı faaliyetler konusunda tüm toplum ve ilgili kurumları uyarıyor, bilim ve demokrasi adına kaygı verici bulduğumuzu bildiriyoruz. Bu 47 sayfalık raporun hazırlanmasında rolü bulunan kişileri şiddetle kınıyor, konuyu yargıya götüreceğimizi duyuruyoruz.''

Türk Tabipler Birliği Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy da hekimlik etiğine, insan haklarına, akademik etiğe aykırı çok ciddi bir sorunla yüz yüze olduklarını söyledi. Atasoy ve Sayın'ın ne kadar askeri kurum varsa hepsine hizmet sunduğunu belirten Gürsoy, "Diyorlar ki 'Bizim çalıştığımız enstitüde bazı hocalar Türkiye'nin güvenliğini tehdit eden bazı davranışlarda bulunuyor. Bu kişiler, Kürt ve Alevi kökenli, PKK sempatizanı, sol fraksiyonlara dahil. Biz bunların takibi konusunda gönüllüyüz. Gerekli teknik desteği verin'. Bu iki akademik kişi, birbirleriyle “chat” yaparken akıl almaz bir istekle ihbarcılığı olağanüstü boyutlara vardırmışlar."

08 Ekim 2009

İLK 100

İngiliz Guardian gazetesinin, Times Higher Education ve QS Top Universities tarafından yapılan araştırmaya göre, en iyi 10 üniversitenin 4'ü, 100 üniversitenin de 18'i Büyük Britanya'da yer alıyor. Listeye geçen yıl 42 üniversite sokan Kuzey Amerika'dan bu yıl ise listeye giren üniversite sayısı 36.

Öte yandan Asya'dan listeye giren üniversitelerin sayısı geçen yıla göre 2 artarak, 14'den 16'ya yükselirken, Tokyo Üniversitesi 22. sırada, Hong Kong Üniversitesi 24. sırada yer alıyor.

Dünyanın en iyi 100 üniversitesinin listesi şöyle sıralanıyor:

1- HARVARD Üniversitesi (ABD)
2- CAMBRIDGE Üniversitesi (Büyük Britanya)
3- YALE Üniversitesi (ABD)
4- UCL (University College London) (Büyük Britanya)
5- IMPERIAL College London (Büyük Britanya)
6- OXFORD Üniversitesi (Büyük Britanya)
7- CHICAGO Üniversitesi (ABD)
8- PRINCETON Üniversitesi (ABD)
9- MASSACHUSETTS Teknoloji Enstitüsü (MIT) (ABD)
10- CALIFORNIA Teknoloji Enstitüsü (Caltech) (ABD)
11- COLUMBIA Üniversitesi (ABD)
12- PENNSYLVANIA Üniversitesi (Univ. of Penn.) (ABD)
13- JOHNS HOPKINS Üniversitesi (ABD)
14- DUKE Üniversitesi (ABD)
15- CORNELL Üniversitesi (ABD)
16- STANFORD Üniversitesi (ABD)
17- Ulusal Avustralya Üniversitesi (Avustralya)
18- MCGILL Üniversitesi (Kanada)
19- MICHIGAN Üniversitesi (ABD)
20- ETH Zurich (İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü) (İsviçre)
21- EDINBURGH Üniversitesi (Büyük Britanya)
22- TOKYO Üniversitesi (Japonya)
23- KING'S College London (Büyük Britanya)
24- HONGKONG Üniversitesi (Hong Kong)
25- KYOTO Üniversitesi (Japonya)
26- MANCHESTER Üniversitesi (Büyük Britanya)
27- CARNEGIE MELLON Üniversitesi (ABD)
28- École normale supérieure (Fransa)
29- TORONTO Üniversitesi (Kanada)
30- Ulusal Singapur Üniversitesi (Singapur)
31- BROWN Üniversitesi (ABD)
32- NORTHWESTERN Üniversitesi (ABD)
33- CALIFORNIA Üniversitesi, UCLA (ABD)
34- BRISTOL Üniversitesi (Büyük Britanya)
35- HONG KONG Bilim ve Teknoloji Üniversitesi (Hong Kong)
36- ÉCOLE POLYTECHNIQUE (Fransa)
37- MELBOURNE Üniversitesi (Avustralya)
38- SYDNEY Üniversitesi (Avustralya)
39- California Üniversitesi, BERKELEY (ABD)
40- BRITISH COLUMBIA Üniversitesi (Kanada)
41- QUEENSLAND Üniversitesi (Avustralya)
42- École Polytechnique Fédérale de LAUSANNE (İsviçre)
43- OSAKA Üniversitesi (Japonya)
44- TRINITY College (İrlanda)
45- MONASH Üniversitesi (Avustralya)
46- Çin Hong Kong Üniversitesi (Hong Kong)
47- Ulusal Seul Üniversitesi (Güney Kore)
48- NEWSOUTH WALES Üniversitesi (Avustralya)
49- TSINGHUA Üniversitesi (Çin)
50- AMSTERDAM Üniversitesi (Hollanda)

51- KOPENHAG Üniversitesi (Danimarka)52- NEW YORK Üniversitesi, NYU (ABD)53- PEKİN Üniversitesi (Çin)54- BOSTON Üniversitesi (ABD)55- Technische Universitaet Münih, TUM (Almanya)56- TOKYO Teknoloji Enstitüsü (Japonya)57- HEIDELBERG Üniversitesi (Almanya)58- WARWICK Üniversitesi (Büyük Britanya)59- ALBERTA Üniversitesi (Kanada)60- LEIDEN Üniversitesi (Hollanda)61- AUCKLAND Üniversitesi (Yeni Zelanda)62- WISCONSIN Üniversitesi-Madison (ABD)63- AARHUS Üniversitesi (Danimarka)64- ILLINOIS Üniversitesi, Chicago (UIC) (ABD)65- Katholieke Universiteit, LEUVEN (Belçika)66- BIRMINGHAM Üniversitesi (Büyük Britanya)67- LONDON School of Economics and Political Science (Büyük Britanya)68- LUND Üniversitesi (İsveç)69- KAIST – Kore İleri Bilim Enstitüsü (Güney Kore)70- YORK Üniversitesi (Büyük Britanya)71- UTRECHT Üniversitesi (Hollanda)72- Cenevre Üniversitesi (İsviçre)73- Nanyang Teknoloji Üniversitesi (NTU) (Singapur)74- WASHINGTON Üniversitesi, St. Louis (ABD)75- UPPSALA Üniversitesi (İsveç)76- CALIFORNIA Üniversitesi, San Diego (ABD)77- TEXAS Üniversitesi, Austin (ABD)78- NORTH CAROLINA Üniversitesi, Chapel Hill (ABD)79- GLASGOW Üniversitesi (Büyük Britanya)80- WASHINGTON Üniversitesi (ABD)81- ADELAIDE Üniversitesi (Avustralya)82- SHEFFIELD Üniversitesi (Büyük Britanya)83- DELFT Teknoloji Üniversitesi (Hollanda)84- WESTERN AUSTRALIA Üniversitesi (Avustralya)85- DARTMOUTH College (ABD)86- GEORGIA Teknoloji Enstitüsü (ABD)87- PURDUE Üniversitesi (ABD)88- STANDREWS Üniversitesi (Büyük Britanya)89- University College DUBLIN (İrlanda)90- EMORY Üniversitesi (ABD)91- NOTTINGHAM Üniversitesi (Büyük Britanya)92- NAGOYA Üniversitesi (Japonya)93- ZÜRİH Üniversitesi (İsviçre)94- Freie Universitaet, BERLIN (Almanya)95- Ulusal Tayvan Üniversitesi (Tayvan)96- SOUTHAMPTON Üniversitesi (Büyük Britanya)97- TOHOKU Üniversitesi (Japonya)98- Ludwig-Maximilians-Universitaet, Münih (Almanya)99- LEEDS Üniversitesi (Büyük Britanya)100- RICE Üniversitesi (ABD)

02 Ekim 2009

DEKAN NASIL SEÇİLİR...

Dünyanın en iyi iletişim okulu olan Annenberg School for Communication-University of Pennsylvania'da yeni Dekan ataması için tüm mezunların ve öğrencilerin de görüşleri soruluyor. Prof. Dr.Veysel Batmaz'a gönderilen aşağıdaki mektubu, Dekan seçim sürecinin bir Amerikan üniversitesi'nde nasıl işlediğini göstermek için, bir örnek olsun diye Vistilef izleyenlerine sunuyoruz:

TO: Alumni of the Annenberg School for Communication
FROM: Afaf Meleis, Dean, School of Nursing, and Chair, Consultative Review Committee on the

Reappointment of Michael Delli Carpini as Dean of the Annenberg School for Communication

Michael Delli Carpini’s initial appointment as Dean of the Annenberg School for Communication ends on June 30, 2010. In discussions with Dean Delli Carpini, President Gutmann and Provost Price have learned that he is willing to have his term extended for another five years beyond that date. When reappointment of a Dean is contemplated, University policy requires that a Consultative Review Committee be established to advise the President and the Provost. In addition, each member of the standing faculty of the School is given the opportunity to provide confidential advice and views to the President and Provost.

After appropriate consultation and the nomination of faculty and students from within the Annenberg School for Communication, the President and Provost have established a Consultative Review Committee, which they have asked me to chair, to advise them on the extension of Dean Delli Carpini’s appointment.

The members of the Consultative Review Committee are:

Chair: Afaf Meleis, Dean, School of Nursing meleis@nursing.upenn.edu
Faculty:
Joseph Cappella, ASC
jcappella@asc.upenn.edu
Martin Fishbein, ASC mfishbein@asc.upenn.edu
Marybeth Gasman, GSE mgasman@gse.upenn.edu
Robert Hornik, ASC rhornik@asc.upenn.edu
John Jackson, Jr., ASC & SAS jjackson@sas.upenn.edu
Geeta Menon, Wharton gmenon@wharton.upenn.edu
Peter Stallybrass, SAS pstally@dept.english.upenn.edu
Students:
Andrew Crocco, PhD student, ASC
acrocco@asc.upenn.edu
Julie Gutowski, undergraduate communication major, SAS gjulie@sas.upenn.edu
Alumni Representative:
William Novelli, ASC’64
billnovelli@comcast.net
Staff to the Committee:
Adam Michaels, President's Office
adampm@upenn.edu
Stephen P. Steinberg, President's Office sps@upenn.edu
On behalf of the Committee, I am writing both to inform you about this process and to ask you to provide the Consultative Review Committee with any information you believe is appropriate regarding Dean Delli Carpini’s leadership of the Annenberg School for Communication, and especially, the major challenges and opportunities that he and the School will face over the next five years.

Please feel free to communicate with the Committee orally or in writing, through me, any of its members, or most conveniently through the Committee staff, Dr. Stephen P. Steinberg (sps@upenn.edu) or Mr. Adam Michaels (adampm@upenn.edu), as you prefer. I ask that you do so no later than October 30, 2009. While the Committee does not accept anonymous communications, the identity of all correspondents will be kept confidential and will not be shared with the President, Provost, Dean, or anyone outside the Committee.
Thank you for your participation in this important process. I and my colleagues on the Review Committee greatly value your insights and advice.


Afaf I. Meleis, Phd, DrPS(hon), FAAN, Margaret Bond Simon Dean of Nursing, Professor of Nursing and Sociology,University of Pennsylvania
School of Nursing, Claire M. Fagin Hall, 418 Curie Blvd., Claudia S. Heyman Dean's Suite, Philadelphia, PA 19104-4217, USA
+1-215-898-8283 (phone)
+1-215-573-2114 (fax)
meleis@nursing.upenn.edu
www.nursing.upenn.edu

28 Eylül 2009

26 Eylül 2009

NEREDE BİZİM ANA BİLİM DALLARI?

YÖK değişik fakültelerde ana bilim dalları ile ilgili düzenleme yaparken, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde tüm ana bilim dallarını, rektörlükten anlamaz Alemdar Kemal'in rektörlüğü sırasında, 6 Mayıs 2002 tarihinde kaldırdığını unutmuş görünüyor. Kerelerce düzeltilmesi için başvuruda bulunduğumuz yedi yıldır süren bu hukuki sakatlık, Fakülte'de hukuka ve yasaya aykırı olarak "Alemdaroğlucu-Parlakçı tek adam yönetimi" ihdas etmiş bulunuyor. Bu hukuki sakatlık yetki ve işlem yönünden, Fakültenin tüm idari ve akademik kurullarını Yasal olarak "oluşturulamaz" ve "karar alamaz" hale getirerek, öğrenciler ve öğretim elemanları için "telafisi imkansız mağduriyetler" yaratıyor. Anayasaya, yasaya ve yönetmeliklere aykırı olan bu durumda, SORUYORUZ: İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi ana bilim dalları ne zaman açılacak?

HUKUK FAKÜLTELERİNE YENİ DÜZENLEME:

YÖK Genel Kurulu’nda 27 Ağustos’ta alınan bir kararla, hukuk fakültelerinin 13 adet anabilim dalı şeklinde örgütlenebileceği karara bağlandı. Uygulamada anabilim dalları arasında Avrupa Birliği Hukuku’nun yanı sıra, Roma Hukuku, Karşılaştırmalı Hukuk, Çevre Hukuku gibi alanların yer almaması dikkat çekti. Hukuk fakültelerinde 2003’ten bu yana açılan Avrupa Birliği Anabilim Dalının artık ceza hukuku ve idare hukuku içinde bilim dalı olarak ele alınmasının yolu açılıyor. Ancak hangi anabilim dalı içinde yer alacağına ise fakültelerin karar vereceği belirtiliyor. VATAN’ın konuya ilişkin sorularını yanıtlayan hukukçular YÖK’ün kararıyla ilgili şöyle konuştu:

‘Biz zenginlik olsun istedik’

YÖK Üyesi Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu: AB Hukukunun tamamını hiç kimse bilemez. Böyle geniş kapsamlı bir alanı da bir ana bilim dalının içine hapsetmeyelim istedik. Örneğin İnsan hakları konusunda da ana bilim dalı yok. Bu insan haklarının önemsiz olduğu bir konu olduğu anlamına mı geliyor? İnsan hakları da tıpkı AB gibi birden çok ana bilim dalını bünyesinde bulunduran ’multidisiplinel’bir alan. Biz bu değişiklikle daha fonksiyonel olsun, fakülteler güçlü oldukları alanlarda AB konusunda da eğitim versin istedik. Ben Anayasa hukukçusuyum, AB beni ilgilendirmiyor mu? Her ana bilim dalını ilgilendiriyor. Hukuk Fakültesi dekanları da aynı görüşteydi. Ana bilim dalı AB konusunu fakirleştirir, biz zenginlik olsun istedik.

‘AB uzmanı yetişmeyecek’

Prof. Dr. Haluk Kabaalioğlu (Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı): Avrupa’da 900 Jean Monnet, yani AB Ana Bilim Dalı uzmanı profesör var. Tam üye her ülkede ortalama 250 Jena Monnet Profesörü var. YÖK’ün AB kürsülerini kaldırmaya yönelik kararı son derece olumsuz bir gelişme. Tam üyelik yolunda müzakere sürecinde olmamıza rağmen AB kürsülerini kaldırıyoruz. AB kürsüleri zaten fonlarını AB tarafından karşılıyor. Türkiye’de sadece 6 Jean Monnet Profesörü var. Böylece bu rakamın AB seviyesine getirilmesi de engellendi. AB uzmanı yetiştiremeyeceğiz.

‘Dış dünyaya kapanırız’

Prof. Dr. Mehmet Altan (İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi): Ben YÖK’ün böyle bir karar vereceğine inanmıyorum çünkü bu YÖK’ün boyunu aşar. AKP olmadık işlerle ilgili adımlar atar sonra bu adımlar geri döner. AKP’nin AB reformlarını gerçekleştirmiyor ve top çeviriyor. YÖK’ün AB kürsülerinin kaldırılmasına yönelik vereceği karar AB’ye bizim artık AB’ye girmek istemediğimizin sağlam bir kanıtını verir. Elbette müzakereler böyle bir karardan doğrudan etkilenmez. YÖK’ün kararı Türkiye’nin dış dünyaya kendisini kapatmasına yol açabilir.

‘Teknik bir düzenleme’

Prof. Dr. Mustafa Akkaya (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı): YÖK’ün anabilim dallarını yeniden yapılandırılmasına ilişkin kararı geçtiğimiz hafta bize ulaştı. Bu konuyu akademik kurulda ele alacağız. Hiçbir şekilde alanların yok olması diye birşey yok. Teorik olarak ilişkili alanlarda ’bilim dalı’şeklinde yapılanması tercih olarak sunuldu. Bu karar ders olarak ortadan kaldırılmasıyla ilgili değil. Yalnızca teknik bir düzenleme yapılıyor. Ancak AB Hukukçusu olsaydım, belki bu durumu eleştirebilirdim.

‘Karar için gerekçe olamaz’

Prof. Dr. Ünal Tekinalp (İstanbul Üniversitesi Avrupa Hukuku Bilim Dalı Eski Başkanı): YÖK, bu konuda karar verirse yıllarca uğrunda emek harcana tüm yapı yıkılacak ve zaten yetersiz olduğumuz AB hukuku konusunda iyice gerileyeceğiz. Tam üyelik görüşmeleri yapan bir ülke AB hukukunda kendisini başta bakanlıklar düzeyinde tüm üst yapısıyla hazırlaması gerekirken tam tersini yapıyor. Yani bu kararı verecek kişiler AB mekanizması ve kuralları hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Böyle bir karar vermek için hiçbir gerekçe olamaz. (Vatan)

19 Eylül 2009

İ.Ü.İLETİŞİM FAKÜLTESİ AÇILDI. İLK HAFTA ÖĞRENCİLER DERS YAPILMAYACAK SANDILAR

ECE AYHAN

Datça/Muğla, 1931 - İzmir, 12.07.2002 - Şiirimizin en önemli "ustalarından biri" olarak adlandırılan Ece Ayhan, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi.

İlk şiiri 1954'te "Türk Dili"nde yayımlandı. Bu dönemde, sonradan ilk kitabı Kınar Hanımın Denizleri'ne (1959) aldığı, kendine özgü çağrışımlar ve göndermelerle örülü şiirleriyle hem Türk şiirinde hem de II. Yeni'nin içinde kendine farklı bir kanal açtı.

1965'te yayımladığı Bakışsız Bir Kedi Kara ve 1968'de yayımlanan Ortodoksluklar'la neredeyse bütünüyle "özel bir dil" halini alan bu şiir, Ayhan'ın, 1973'te yayımladığı ve daha geniş bir okur kitlesince alımlanan Devlet ve Tabiat'ıyla birlikte bu kez de "Sokağın diliyle" okurunu oluşturdu. 1977'de yayımlanan ve kitapla aynı adı taşıyan ünlü şiirini ve ilk dört kitabını içeren Yort Savul ise Ece Ayhan şiirinin kendisinden sonraki kuşaklar üzerindeki gücünün belki de topluca ayna-belgelenişi idi. Ayhan'ın '82 sonrası şiirlerinin bir bölümünü, kimi yazı ve konuşmalarıyla birlikte içeren Çanakkaleli Melâhat... 1991'de "düzşiirler" alt başlığıyla yayımlanmıştı. Ece Ayhan'ın bazı kitapları sırasıyla şöyle: Son Şiirler, Bütün Yort Savul'lar, Şiirin Bir Altın Çağı, Başıbozuk Günceler, Aynalı Denemeler, Dipyazılar, Morötesi Requiem, Sivil Denemeler, Kara.

MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:

-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine.
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor

Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:

Aldırma 128 İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

31 Ağustos 2009

TRT reklamı bırakır mı?

TRT reklam gelirlerini 150 milyon TL’nin üzerine çıkarmayı hedefliyor. Reklam ve pazarlama işini ihale ile özel bir kuruluşa verdi.

Avrupa Birliği üyesi ülkelerde ise yeni bir tartışma başladı.

Fransa’dan sonra İspanya da kamu televizyonlarındaki reklam gelirlerini kaldırdı. Bu kanallara sübvansiyon internet mobil telefon vergilerinden yapılacak. Avrupa Komisyonu ise bu işi gündeme aldı. Aynı sektör içinde yer alan farklı birimlerin birbirlerini “sübvanse etmeleri” komisyon içinde tartışma konusu oldu.

TVE reklamsızİspanyol reklam pazarından en büyük payı alan TVE’nin bu geliri hükümet tarafından kesildi. Peki nereden gelir elde edecek?Yüzde 45’ine denk gelen 550 milyon euro devlet bütçesinden karşılanacak, geri kalanın, gelirlerinin yüzde 3’ünü özel televizyonlardan ve gelirlerinin yüzde 0.9’unu telekomünikasyon operatörlerinden sağlayacak.Ama İspanya bir başka tartışma ortamının da içinde. Reklam şirketleri bu işe pek yanaşmıyor. 18 bin kişinin işssiz kalmasından söz ediliyor.

Avrupa Komisyonu devredeAvrupa Komisyonu, Fransa’daki Sarkozy operasyonunu gözlem altına aldı. Fransız devlet televizyonunun reklam gelirleri özellere kaydırılırken ortaya çıkan 450 milyon euro’luk açığın, telefon operatörleri ve internetten elde edilecek vergi gelirleri ile kapatılması düşünülüyor.

Bu yöntem aslında sadece Fransa’da yok. AB üyesi ülkeler devlet televizyonlarının bu şekilde elde ettiği gelir 22 milyar euro’yu buluyor. Bu da komisyonu rahatsız ediyor. “Aynı sektörde yer alan kuruluşların birbirlerini sübvanse etmesi mantıksız” yorumu yapıyor. Bu nedenle şimdi Fransa örneğini masaya yatırmayı düşünüyor.

Sonuç!Bizim de yana yana girmek için uğraştığımız AB üyesi ülkelerde bu, yeni bir tartışma konusu. Özel televizyonların daha fazla reklamdan pay alması için böyle bir karar alınıyor. Ama öte yandan reklam şirketleri de bundan pek memnun değil. Diğer yandan Avrupa Komisyonu da bunu tartışmaya açmış bulunuyor.TRT ise bunların uzağında, hem reklam hem de vergi geliri var. Ve reklam gelirini daha da arttırmayı planlıyor.

Şimdilik bu tartışmanın uzağında görünüyoruz. Kimsenin TRT’nin reklam gelirinde gözü yokmuş gibi görünüyor yani!

Sina Koloğlu/MİLLİYET-CAFETRT

16 Ağustos 2009

09 Ağustos 2009

Rating Nedir AA1?

AGB Pes Etti, Türkiye'den Çekiliyor

2003 yılında Prof. Dr. Veysel Batmaz’ın ve daha sonradan da çeşitli medya gruplarının gündeme getirdiği şaibeli izleyici ölçümleri sonrası TRT'nin başlattığı hukuk mücadelesinde AGB-Nielsen pes ediyor. Yerini, ABD-Nielsen alacak gibi görünüyor.

Bu arada, 7 Ağustos 2009’da, TRT İÇİN TELEVİZYON ve RADYO İÇERİK ve İZLEYİCİ ÖLÇÜMLERİ PROJESİ olarak adlandırılan, taşınabilir GSM entegreli “İİÖ/ İçerik-İzler Ölçer©” (Content-Viewer Meter©) konusunda, TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin ve TRT Yönetim Kurulu Üyesi ve Programlardan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Dr. Zeynel Koç'a, İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik-Elektronik Fakültesi Elektronik Haberleşme Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bilge Günsel ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma Yöntemleri Anabilim Dalı Başkanı (mülga) Prof. Dr. Veysel Batmaz tarafından, İTÜ-Elektronik Haberleşme labratuarlarında “İİÖ / İçerik-İzler Ölçer©” prototipi bilgisayar yazılımının demonstrasyonu yapıldı.

Ayrıca, TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’e, Prof. Dr. Veysel Batmaz (2003 ve 2009) ve Prof. Dr. Ümit Atabek’in (2003) yıllarında “Televizyon Ratingleri” üzerine yazdıkları yayınlanmış ve yayınlanmamış makalelerinden ve Arbitron Şirketi’nin “Portable People Meter©” cihazı ile ilgili Internet’ten alınmış enformasyonunu içeren bir dosya sunuldu.

1992’de kuruluşundan bu yana Türkiye MEME’sine rating ölçümleri yapan ve 2007’ye kadar denetçiliğini Prof. AA1’in yürüttüğü AGB ile ilgili son gelişmeler ise şöyle:

1992’den beri Türkiye’de reyting ölçüm işini yapan AGB’nin Türkiye’den çekileceği öğrenildi. Konu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a önceki gün verilen RTÜK’teki brifing sırasında gündeme geldi. TİAK’ın reyting ölçümleri için açtığı ihalenin de süresi uzatıldı. RTÜK’te Başbakan Yardımcısı Arınç’a verilen brifingde Türkiye’de televizyonların reytinglerini ölçen ve tartışma konusu olan AGB’nin Türkiye’den çekilmek istediği bilgisi de verildi. Arınç, reyting ölçümlerinin nasıl yapılması gerektiği, TRT’nin yaptığı hazırlıklar konusunu sorunca, bürokratlar bu konuda açılmış bir ihale bulunduğunu, TRT’nin reyting ölçümü konusunda çalışma yaptığını hatırlattılar. AGB’nin Türkiye’den çekilmesi konusunda da “Dünyada reyting ölçümü yapan sayılı sayıda şirket var. AGB de yaşanan tartışmaların ardından güvenilirliği tartışma konusu yapıldığı gerekçesiyle Türkiye’den çekilme kararı almış. Bu konuda yeni bir düzenleme yapılması gerekiyor” bilgisi verildi. Brifingde hazırlanan RTÜK Yasa Tasarısı’nda RTÜK’e izleme ve değerlendirme yapacak şirketlere izin ve denetim yetkisi verildiği belirtilerek “RTÜK’ün görevleri arasına ‘Televizyonların kullandıkları anlık izleme ve değerlendirme oranlarını veren ölçümleri yapacak şirketlerin izin şartlarını belirlemek, faaliyet izni vermek ve ölçümlerin denetimini yapmak’ hükmü eklendi. Böylece Üst Kurul’un, reyting şirketleri üzerinde denetleyici bir görevi olacak” denildi.

TRT’nin ihalesi 17 Ağustos’ta

AGB’nin Türkiye’den çekildiği yönünde bilgilendirme yapılırken, TRT de yeni bir izlenilirlik araştırma sistemi devreye sokma konusunda çalışma yapıyor. TRT, Türkiye’deki mevcut izlenirlik ölçüm sisteminde TİAK eliyle yabancı şirkete izlenirlik ölçümü yaptırılmasının sıkıntı yarattığını savunuyor. TRT, bu sistemin izleyicinin ihtiyaçlarına cevap vermediği gerekçesiyle, izleyicilerin yayınların kalitesine ilişkin tutumlarının araştırılması için açık ihale sistemiyle yeni bir izlenirlik araştırma sistemi geliştirecek. 17 Ağustos’ta ihale gerçekleştirilecek. 15 ilde 2 bin 684 denek tespit edilerek izlenirlik araştırmaları son teknoloji kullanılarak yapılacak. TRT, televizyon kanallarının izlenirlik ölçümünü ortaklık yöntemiyle ya da ücretli çalışma sistemiyle yapabilecek.

TİAK da ihale süresini uzattı

TRT, 17 Ağustos’ta yeni reyting sistemi için ihaleye çıkmaya hazırlanırken, reyting tekelini elinde bulunduran TİAK’tan karşı atak geldi. TİAK 2011 yılı TV izleme ölçümlerini yürütecek şirketin belirlenmesi için 15 Haziran’da dolan şartname temin süresini ani bir kararla, TRT’nin ihale tarihinden iki gün öncesi olan 15 Ağustos’a kadar uzattı. Bu arada AGB’nin Türkiye Temsilcisi olan Arzu Eder’in de firmadan ayrılmaya hazırlandığı iddia edildi. Daha önceki ihale şartnamesinde ihaleye katılmak için 3 ülkede ölçüm yapma şartı aranırken, ihaleye başvurusu süresini uzatan ilanda TİAK bunu değiştirip 5 ülkede ölçüm yapma şartı aranması dikkat çekti. Eder’in TİAK’ın ihalesini alacağı yeni firmaya geçmesi bekleniyor.

AGB haberi ile ilgili kaynak: http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=238177 09 Ağustos 2009

ÖNEMLİ NOT: İİÖ / İçerik-İzler Ölçer© ve Content-Viewer Meter©'in tüm hakları Copyright (©) ve Trade Mark (™) olarak Prof. Dr. Veysel Batmaz ve Prof. Dr. Bilge Günsel’e aittir.

01 Ağustos 2009

ÖSS SİSTEMİ DEĞİŞİRKEN....

YENİ BİR ÖSS SİSTEMİ İÇİN ÖNERİ

Prof. Dr. Veysel Batmaz
İstanbul Üniversitesi


ÖSS sistemi Türkiye’de yuvadan doktoraya kadar eğitim sistemi belirleyen belki de tek etmendir. İçinde bulunulan sayısal baskı, parasal ve mekansal olarak kısıtlanmış yüksek öğretim kontenjanları, ÖSS sistemini bir zorunluluk haline getirmiştir (Arz/talep dengesi talep aleyhindedir ve unutulmamalıdır ki, ÖSS’nin amacı arz/talep sorununa çare bulmaktan çok, nesnel bir sıralama yapmaktır.)
ÖSS sisteminin oluşturduğu vazgeçilmez sektör dershane sektörüdür.
Dershane sektörü, istihdamlı yüksek bir katma değer yaratan ve parasal büyüklüğü neredeyse devletin ilk ve lise eğitimine ayırdığı kaynakların tamamına erişen bir ekonomik-sosyal yapıdır. Vazgeçilmez olduğu halde, eğitim sistemini de olumsuz olarak belirlemektedir.
Dershane sistemi, özellike lise eğitimine zamansal olarak paralel giden ve bu eğitim ile zaman ve imkân paylaşan bir sistemdir. Fakat garip olan, dershanede “müfredata dayalı eğitim” yapıldığı söylense de, öğrenciyi üniversiteye hazırlayan bazı bilişsel ve bilgisel tekniklerin varsa silindiği, yoksa oluşturulamadığı “test” sisteminin, ÖSS’nin yapısından kaynaklanmasıyla bir zorunluluk olarak öğretilmesdir. Bu durum, ne kadar başarılı olursa olsun, öğrenciyi üniversite eğitimine hazır halden çıkartmaktadır.

Öğrenciler bazen lise ikinci sınıftan başlayarak dershane çalışmasına, lise eğitiminden daha fazla önem vermektedir. Bu nedenle, akıl ve geniş düşünme ihtiyacı içindeki üniversite eğitimine, dar, seçenekli düşünen ve doğruyu çözümlemekten veya bulmaktansa, yanlışları eleme mantığı kazandırıcı ve bu nedenle de çözümleyici ve eleştirel olmaktan çok, kısıtlarla ilgilenerek, hızlı karar vererek, özümsemekten ve içselleştirmekten uzak bir bilgi kullanımı yaratmaktadır. Bu yolla üniversiteye gelen öğrencinin en başta kendine yararı yoktur.
Bu nedenlerle, belki de yeni bir ÖSS sisteminde, lise eğitimi ile dershane eğitimini zaman olarak birbirinden ayırmak gereklidir.
Bu ayırım lise mezunlarının bir yıl beklettikten sonra ÖSS’na kabul etmekle yapılabilir:
Liseden mezun olan bütün öğrenciler, belli üniversite dalları için belki de bakalorya gibi bir ek sınava da tabi tutularak, mezuniyet tarihinden bir yıl sonra üniversite giriş sınavlarını alabilme zorunluluğu getirilebilir.
Ayrıca katsayı veya okul başarısı gibi yapay engellerin de ortadan kaldırılmasının mantıksa yapısı kurulmuş olur.
Bu sistem, öğrenciye bir yıl kayıp sağlıyor olarak algılansa da, getireceği bir çok avantajlarla, ülkeye ve öğrencinin geleceğine çok büyük kıtkılarda bulunacaktır.
Ayrıca, kaybedilecek olan bir yıl aslında, sistemin pedegojik bir bir parçası haline getirilerek kazanılabilir. Ayrıca, bir çok üniversite alanı, şu andaki dört yıllık eğitimi beş yıla çıkartmak (hukuk, mühendislik, eğitim, vb.) eğilimindedir.

Lise sonrası üniversiteye girişte bir yıllık aranın getireceği avantajlar:
1) Lise mezunlarının dershanelere tam gün giderek, sınava hazırlık için boş bir yılları olacaktır, dolayısıyla dershane sistemi kendini daha farklı ve işlevsel olarak konumlayarak, daha da vazgeçilmez hale gelecektir (İngiltere’de A level’da, ya da O level’da olduğu gibi).
2) Şu anda oranlara sahip olmamakla birlikte, varsayabiliriz ki, lise iki öğrencilerinin % 30’u, lise üç öğencilerinin % 60’ı dershanelere gidiyorsa ve lise sonda bu oran biraz daha da fazlalaşıyorsa, ortalama olarak dershanelere lise öğrencilerinin yüzde yüzüne yakın bir kısmı zaten toplam olarak bir veya bir buçuk yıl dershanelere gitmektedirler. Bu değişim, dershanelerin gelirlerini de fazla düşürmeyecek ve nitelikli olanlarınkini daha da yükseltecektir. Ayrıca, lise öğrencilerinin bir kısmı daha önce de dershanelere gidebilecektir.
3) Liseden sonra verilen bu hazırlık yılı, bir çok durumda önemli sayıda kendine güvenmeyen ve başka olanaklar bulan öğrenciler için üniversite cazibesinden soğutacak ve ÖSS’lere daha az öğrenci girmesini ve sonuç olarak seçim kriterlerinin öğrenciyi belli bir alan için daha doğru ölçebilir olmasını sağlayacaktır.
4) Dershane baskısından kurtulan bir bölüm lise öğrencileri müfredatlarına daha fazla önem vermeye başlayacak ve belki de lise eğitimlerinden alacakları bilgilerle, dershaneye gitme zorunluluğundan kendilerini kurtaracaklardır.
5) Üniversite okuyarak meslek edinmek isteyen öğrenciler, bu hazırlanma yılında daha sakin, uzun ve geniş düşünerek geöireceklerinden, seçecekleri dalları daha bilinçle belirleyebileceklerdir.
6) Bazı üniversite dalları için lise sonrasında, yine altı aydan sonrasından az olmamak koşulu ile, bakalorya türü bir bitirme sınavı koyarak, lise bilgisinin başarı oranı daha net saptanabilecek ve üniversiteler bu başarı notu ile birlikte ÖSS puanını değerlendirerek, kendileri için daha nitelikli öğrenciye sahip olabilecektir. Unutulmamalıdır ki, üniversiteyi üniversite yapan öğrencinin niteliğidir.

20 Temmuz 2009

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ'NİN HAL-İ PÜR MELALİ

İÜ Sınıfta Kaldı

20 Temmuz 2009

Üniversitelerde okuyan öğrenciler, eğitim kurumlarını altyapısından eğitim sistemine kadar değerlendirdi. İşte ortaya çıkan sonuçlar:


Öğrenciler okudukları üniversitelere not verdi. Türkiye genelindeki 18 vakıf ve devlet üniversitesinde okuyan 1525 öğrenci, eğitim kurumlarını altyapısından eğitim sistemine kadar değerlendirdi. Teknolojik olanakları en yeterli üniversiteler TOBB Ekonomi ve Teknoloji, Bilkent ve Sabancı. En yetersiz ise İstanbul üniversitesi.

Sosyal hayatı en renkli Boğaziçi ve ODTÜ. İTÜ en yeterli kütüphaneye sahip, Sabancı ve Boğaziçi öğretim elemanları ders dışında da öğrenciyle ilgili...

Bilkent Üniversitesi öğrencileri tarafından kurulan öğrenci organizasyonu Genç Akademi, öğrencilerden okudukları üniversitelerine not vermeleri istedi. Araştırmada Anadolu, Ankara, Başkent, Bilkent, Boğaziçi, Dokuz Eylül, Ege, Uludağ, Erciyes, Gazi, Hacettepe, İstanbul, İstanbul Teknik, Koç, Orta Doğu Teknik, Sabancı, TOBB Ekonomi ve Teknoloji ve Yıldız üniversiteleri değerlendirildi. Araştırmaya katılan öğrencilerin okudukları bu 13'ü devlet beşi vakıf olmak üzere 18 üniversitenin karnesi şöyle:

* Yüzde 89 ile Bilkent öğrencileri üniversitelerinin sunduğu teknoloji olanaklarını yeterli buluyor. Onu yüzde 88 ile Sabancı , yüzde 81 ile TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi izliyor.
* Teknoloji olanaklarını yeterli bulduğunu söyleyenler arasındaki en düşük oranı ise yüzde 15 ile İstanbul Üniversitesi öğrencileri, onu yüzde 22 ile Başkent takip ediyor.
* Öğrencilerin kütüphanesini en yeterli bulduğu üniversite yüzde 98'le İTÜ. Onu yüzde 93 ile Bilkent izliyor. Kütüphanesi en yetersiz yüzde 30 ile Başkent Üniversitesi.
* İnternete erişimde yeterli olanağa sahip diyerek öğrencilerin en fazla yüzde verdiği üniversiteler: ODTÜ, İTÜ, Bilkent, Sabancı.
* Spor, öğrenci kulübü, konferans gibi etkinliklerden oluşan sosyal hayatı en renkli olan üniversiteler yüzde 89 ile ODTÜ ve Boğaziçi. En düşük yüzde ise yüzde 21 ile Başkent Üniversitesi'ne ait.
* Sabancı yüzde 81 ile ders dışında öğretim elemanlarının öğrencilerle iletişim kurmak için özen gösterdiği üniversiteler arasında birinci sırada. Onu yüzde 72 ile Boğaziçi Üniversitesi izliyor.
* Ders dışı öğretim elemanlarının öğrencilerle iletişimin en zayıf olduğu üniversite ise yüzde 31 Yıldız Teknik, yüzde 38 ile İstanbul Üniversitesi.
* Dönem sonlarında dersler ve öğretim elemanlarını değerlendiren anket yapan üniversiteler arasında TOBB Ekonomi ve Teknoloji, Koç, Bilkent üniversiteleri birinci sırada. Onları yüzde 98 oranıyla Boğaziçi, yüzde 97 oranıyla ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Sabancı izliyor.
* Dönem sonunda dersler ve öğretim elemanlarını değerlendirme oranının en düşük olduğu üniversiteler, yüzde 15 ile İstanbul, yüzde 31'le Ege, yüzde 36 oranıyla Erciyes üniveristeleri.
* Dersler ve öğretim elemanlarını değerlendirme sonuçları öğrencilere duyuran birinci sıradaki üniversite ise yüzde 65'le Bilkent ve yüzde 61 ile Sabancı Üniversitesi. Yıldız'ın 'zamanlaması' iyi
* 'Girdiğiniz sınavların ve teslim ettiğiniz ödevlerin sonuçlarını zamanında öğrenebiliyor musunuz' sorusuna her zaman yanıtı verenlerin başında yüzde 88 ile Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencileri geliyor. Onu yüzde 84 ile Sabancı, Başkent, Koç, Bilkent ve Boğaziçi üniversitesi örencileri takip ediyor.
* Sonuçları zamanında öğrenebildiğini söyleyenlerin oranın en düşük olduğu üniversite ise Uludağ.
* Sınav kâğıtlarını inceleme olanağı bulanlar ise Boğaziçi, Koç ve ODTÜ'lüler.

YORUM:

niye? Gönderen: maatonifi
kimse şaşırmıyor.İntihal şampiyonlarının rektörlük yaptıkları iniversitede bilim yerine her türlü kriz faaliyetleri yürütülmüştür. Yzb. Alemdaroğlunun, ilim yerine vatan kurtarmayı(!) öğreten öğretisi unutulmayacak bir ihanettir.

Kaynak: http://www.egitimgazetesi.com/news_detail.php?id=186712

21 Haziran 2009

Prof. Dr. Veysel Batmaz'dan Güncel İki Yazı

"Medya müsveddelerinin geveze tüccarları, çökertiyor bu medyayı" BİRGÜN-Pazar, 21 Haziran 2009 http://www.vistilefakademik.blogspot.com/



"TELEVİZYONUN SİHİRLİ KUTUSU: “RATING”: TRT Doğru Bir Başlangıç Yaptı", Zaman, 18 Haziran 2009
İkinci yazı

14 Haziran 2009

YÜKSEK ÖĞRETİMDE VİSTİLEF NE DERSE O OLUYOR....

Vistilef Uyarıyor:

TAM GÜN YASASI SADECE BİR TIP YASASI DEĞİLDİR; TÜM ÜNİVERSİTE ÖĞRETİM ÜYELERİNİN ÖZLÜK HAKLARINA VE STATÜLERİNE KARŞI GİRİŞİLMİŞ BİR OPERASYONDUR.... ÖRNEĞİN, ARKEOLOJİ PROFESÖRÜNÜ DE, “MEMUR” VE “SAĞLIK PERSONELİ” DÜZEYİNE DÜŞÜRÜR...

Vistilef Talep Ediyor:

ÜNİVERSİTELERİ KENDİ DÜZEYLERİNE GETİRMENİN TEK YOLU: HER ÜNİVERSİTEYE AYRI KANUN’DUR...

Vistilef Öneriyor:

ÜNİVERSİTE BÖLÜMLER VE ANABİLİMDALLARI TARAFINDAN YÖNETİLMELİDİR. DÜNYADA BÜTÜN ÜNİVERSİTELER BÖYLE YÖNETİLİR. (Bu konuda, meraklısı için kaynak: Henry Rosovsky, Üniversite: Bir Dekan Anlatıyor, Çeviren: Süreyya Ersoy, TÜBİTAK Yayınları, 2. Baskı, 1994)

Vistilef Yol Gösteriyor:

MERKEZİ SİSTEM İLE ÖĞRENCİ ALMANIN YERİNE, ÖSS SINAVI, DÜZEY BELİRLEME İÇİN KRİTERLERDEN BİRİ HALİNE GETİRİLİP, BÖLÜMLERE, KENDİ ÖĞRENCİSİNİ SEÇME HAKKI TANINMALIDIR...

13 Haziran 2009

YÖK, VİSTİLEF'İ OKUDU VE KARARINI DEĞİŞTİRDİ:

Vistilef'in NOTU: Vistilef'in uyarısına göre YÖK tüm üniversitelerde yatay geçişe izin verdi. Aşağıdaki haberde yer alan YÖK değişikliği çok önemlidir. Öğrencilere uygulanacak bu değişikliğe göre, öğretim üyelerine uygulanmaya çalışılan TAM GÜN YASASI ve ROTASYON'un da önü kesilmiştir. Bu konuda VİSTİLEF gerekli açıklamayı, gerektiğinde yapacaktır.

Aşağıdaki haberi, bir sonraki HER ÜNİVERSİTEYE AYRI KANUN istemini dile getiren Vistilef'in uyarısı ile birlikte okuyun:

Radikal'in Haberi:

YÖK YOLA GELDİ! BÜTÜN ÜNİVERSİTELERDE BÖLÜM DEĞİŞTİRMENİN YOLU AÇILDI!

Öğrencilerine, puan türüne bakılmaksızın bölüm değiştirme hakkı tanıyan Sabancı Üniversitesi’ne ‘ya herkese ya hiç kimseye’ diye itiraz eden YÖK, şimdi ‘herkese’ dedi. Uygulamanın tüm üniversitelerde geçirilebilmesi için değişikliğe gidildi.

Sabancı Üniversitesi’nde okuyan öğrencilerin ‘hiçbir şart olmadan ilk girdikleri bölümü değiştirebilmesi’ uygulamasına karşı çıkan YÖK, mevcut yatay geçiş yönetmeliğini, bütün üniversitelerde ‘şartlı bölüm değiştirmeyi’ mümkün kılacak şekilde değiştirdi. Geçiş şartlarının üniversite senatolarına bırakıldığı yeni yönetmelikte YÖK’ün istediği tek şart olarak, ‘geçilecek programla ilgili, ÖSS’ye girdiği yıl itibarıyla yurtiçindeki üniversitelerde kayıt yaptıran en düşük puanlı öğrencinin puanından az olmaması’ getirildi. Buna göre, 2008’de İstanbul Üniversitesi’nin herhangi bir bölümüne girmiş bir öğrencinin, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geçmek istemesi durumunda, o yıl sınavda aldığı ilgili puanın, aynı yıl en düşük puanla öğrenci alan (Kafkas Üniversitesi) Tıp fakültesine en alt sıradan giren öğrenciden fazla olması gerekecek.

Akademisyenler, bu düzenlemenin (En yüksek puanla öğrenci alan) Hacettepe İngilizce Tıp Fakütltesi’ne girmek isteyen, ancak puanı (en düşük puanla öğrenci alan) Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne yetebilecek bir öğrenciye, Hacattepe’nin en düşük bölümüne girip, bir yıl bekleyip Hacettepe Tıp’a geçme şansı getirebileceği, öğrencilerin de bir yıl kaybetmeyi göze alıp bu hileye başvurabileceğine dikkat çektiler.Önce karşı çıktılar Sabancı, Işık ve Okan Üniversitelerinin uyguladığı serbest yatay geçiş yöntemi, YÖK tarafından yönetmeliğe aykırı bulunmuş, engellenmek istemişti. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan da Sabancı Üniversitesi’nin savunmasını haklı bulmasına karşın, diğer üniversitelere haksızlık olacağı için uygulamaya son verileceğini söylemişti. Bu katı tutumundan geri adım atan YÖK, uygulamayı puan şartına bağlayarak bütün üniversitelere yaydı. Kamuoyuna YÖK Başkanvekili İzzet Özgenç tarafından duyurulan değişiklik, yatay geçiş yönetmeliğinin 10. maddesinde yapıldı. Yeni yönetmelikte söz konusu madde şöyle düzenlendi: “Madde 10- Aynı üniversite içinde fakülte, yüksekokul ve bölümler arasındaki yatay geçişlere ilişkin kurallar, bu Yönetmelikte belirlenen esaslar çerçevesinde üniversitelerin senatolarınca belirlenir. Ancak, ÖSYM tarafından yapılan merkezi sınavla yükseköğretim kurumlarına yerleştirilen öğrencinin yerleştirmede esas alınan merkezi sınav puanının, yatay geçiş yapmak istediği programla ilgili olarak merkezi sınava girdiği yıl itibarıyla yurtiçindeki üniversitelerde kayıt yaptıran en düşük puanlı öğrencinin puanından az olmaması şarttır.”

Hukuktan Tıp fakültesine...
* İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okuyan bir öğrenci, bir yıl eğitim gördükten sonra ‘Ben tıp fakültesi okumak istiyorum’ deyip yatay geçiş için başvurması halinde, öğrencinin İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandığı yıl aldığı puana bakılacak. Öğrencinin başvuru yapabilmesi için söz konusu puanın, o yıl tıp fakültelerinin en düşük taban puanından (2008’de Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne giren en düşük puanlı öğrencinin puanından) düşük olmamaması gerekecek.
* Öğrenci, tıp fakültesinde okurken, hukuk fakültesine geçiş yaparsa, iki fakülte arasında hiçbir ortak ders olmadığı için birinci sınıftan tekrar okumak ve bir yıl kaybetmek zorunda kalacak.
* Öğrencinin program değiştirme hakkı sadece okuduğu üniversite içinde geçerli olacak. Ankara İletişim’de okuyan bir öğrenci, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçiş yapamayacak. Aynı bölümde üniversiteler arası geçişler, mevcut uygulamada olduğu gibi dikey sınav geçişiyle olacak.

‘Hile yoluna dönüşebilir’
Altı YÖK üyesi, uygulamanın aceleye getirildiğini belirterek, yürürlüğe konulmamasını istedi. Bülent Serim, Fikret Şenses, Engin Ataç, Mustafa İlhan, Atilla Eriş ve Ali Ekrem Özkul karara muhalif kaldı. Bülent Serim, uygulamanın başarılı olmayacağını, çünkü Sabancı Üniversitesi dışındaki diğer üniversitelerde ortak dersler verilen çok fazla programı bulunmadığını söyledi. Serim, “Üniversiteler bunu nasıl uygulayacak bilmiyorum. Yanlış sistemi yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Şu aşamada aceleyle böyle bir aşamaya geçiliyor, doğru olmadığını düşünüyorum” dedi. Akademik çevreler, uygulamanın öğrenciler için bir hile yolu yaratabileceğine de dikkat çektiler. Buna göre, yüzde 1’lik dilimle öğrenci alan Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girmek isteyen, ancak aldığı puan sadece Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne yeten bir öğrenci, Hacettepe’nin düşük puanlı bir bölümüne (örneğin Jeoloji Mühendisliği) girip bir yıl okuduktan sonra yatay geçiş başvurusu yapabilecek. Akademisyenler, bu durumun önüne geçilmesi için Hacettepe Üniversitesi’nin söz konusu geçiş puanını yüksek tutabileceğine, not ortalaması gibi başka koşullar arayabileceğine dikkat çektiler. Kaynak: RADİKAL

04 Haziran 2009

HER ÜNİVERSİTEYE AYRI KANUN ve TEŞKİLATLANMA ve AMAÇ GEREKLİ

İlkönce haberi okuyalım:

YÖK: 'Fırsat Eşitliğine Aykırı'

YÖK Sabancı Üniverstesi'nde öğrencilerin kurum içinde başka bölüme geçişine imkan veren uygulamanın uygun olmadığını belirtti.

Yüksek Öğretim Kurulu, Sabancı Üniversitesi’nde öğrencilerin kurum içinde başka bölümlere geçişine imkân veren uygulamanın yükseköğretim giriş sistemine aykırı olduğunu açıkladı.Yüksek Öğretim Kurumu, Sabancı Üniversitesi’nin öğrencilerin kurum içinde başka puan türlerinden öğrenci kabul eden bölümlere geçişine olanak sağlayan uygulamasının yükseköğretim giriş sistemine aykırı olduğunu ve fırsat eşitliğini ortadan kaldırdığını açıkladı. YÖK’ün, programa değil fakültelere öğrenci alan bazı üniversitelerden, önümüzdeki yıl bu uygulamaya son vererek, programlara öğrenci alınmasını istemesi yeni bir tartışma yarattı. Akademisyenlerin, üniversitelerde “tek tip”in değil çeşitliliğin gerekli olduğu yönündeki eleştirisine YÖK’ten dün yanıt geldi.


Yapılan yazılı açıklamada, Türkiye’de yüksek öğretime giriş sisteminin “öğrencinin başarısını” esas alan bir sistem dahilinde yürütüldüğü ifade edildi. “Bazı üniversitelerde, bu sistemin dışında, öğrencinin başarısının önüne ‘öğrencinin isteğini’ geçiren bir tarzda diğer bütün üniversitelerden farklı bir sistem uygulandığı” kaydedilen açıklamada, şunlar söylendi: “Türkiye’de sadece bir üniversitede uygulanan sisteme göre ise bir öğrenci eşit ağırlıklı puan ile girilebilen bir programa kaydolduktan sonra sayısal puan ile öğrenci alan bir programa geçiş yaptırabilmektedir. Buna benzer tarzda iki üniversitede de (Okan ve Işık üniversiteleri) uygulama yapılmakta, fakat bu iki üniversitede daha dar alanda, aynı puan türü içinde geçişlere izin verilmektedir. Türkiye’deki mevcut yüksek öğretime giriş sistemine bütünüyle aykırı bu uygulama, fırsat eşitliğini ortadan kaldırmaktadır. Diğer bütün üniversitelerde öğrencilerin, aynı puan türü içinde kaydolduğu bir fakültedeki bir programdan bir başka fakültenin programına geçiş yapabilmesi için ertesi yıl tekrar sınava girmesi ve puanının önemli bir şekilde eksiltilmesi söz konusudur.”

Haber böyle… YÖK’ün Sabancı Üniversitesi için geliştirdiği mantığı, eksik bulsak da onaylıyoruz. Ancak ve peki, “Çift Anadal” ne kadar adaletli ve fırsat eşitliğine uygun?

Bu konuyu Vistilef’ten Prof. Dr. Veysel Batmaz birkaç kez İstanbul Üniversitesi Senatosu’ne sundu ancak bir sonuç alamadı.

“Çift Anadal” programının amacı kendi bölümlerinde lisans programlarını başarı ile sürdüren öğrencilerin aynı zamanda ikinci dalda lisans diploması almak üzere öğrenim görmelerini sağlamaktır.”

Hal böyleyse, peki, YÖK’ün Sabancı Üniversitesi için geliştirdiği argüman, “çift ana dal” için geliştirilemez mi? Hatta, işi daha da genişletelim, “yatay ve dikey geçişler” de aynı mantıkla adaletsiz bulunamaz mı? Öyle ya, ÖSS’de kazanılan eğitim programını değiştiren her uygulama, Sabancı Üniversitesi’ne karşı geliştirilen mantıkla eleştirilebilir ve adaletsiz bulunabilir…

Biz şimdilik sadece soruyoruz ve dikkat çekerek ikazda bulunuyoruz…

Bir de önerimiz var; kurulacaklar da dahil, artık her üniversiteye ayrı kanun, amaç ve teşkilatlanma biçimi getirmenin zamanı gelmiştir; üniversiteler çerçeve yasa ile idare edilebilir olmaktan çıkmıştır.

Öyleyse, (DEVLET ve VAKIF veya daha sonra kurulabilecek olan kâr amaçlı ÖZEL) HER ÜNİVESİTE’YE AYRI KANUNLA KENDİ GEÇMİŞİ ve İSTEĞİ DOĞRULTUSUNDA DEĞİŞİK NİTELİK VERİLMELİDİR.
[Bu arada önemle belirtelim ki, öğrenim birliği, ilköğretim ve liselerde, değiştirilemez ve vazgeçilmezdir.]

YÖK'ün Sabancı Üniversitesi'ne karşı geliştirdiği mantığı, YÖK sisteminin, ÖSS'nin yerleştirmesini değiştiren her uygulamasının da yanlış olduğunu rahatlıkla söyleyebilme konumuna bizi getirir ki, buradan da şunu iddia edebiliriz: "tek tip" üniversite anlayışının iflası demek olduğu sonucuna varabiliriz. Bu da bizi: "Her konuda ve başta yüksek öğrenim olmak üzere, “çerçeve kanun” ve “torba” sistemlerle Türkiye kendi önünü tıkamaktadır…" yargısına götürür.

Gerekirse ve istenirse, Vistilef, İstanbul Üniversitesi Senatosu’na ve YÖK’e bu konuda ayrıntılı rapor sunabilir…

31 Mayıs 2009

TAM GÜNE TAM KARŞIYIZ...

HER “ÜNİVERSİTE ÖĞRETİM ÜYESİNİ” SAĞLIK PERSONELİ ZANNEDEN YASA TASARISINA KARŞI İLERİ !

Tam gün yasa tasarısı, üniversiteyi “tıp fakültelerinden” müteşekkil ve üniversite öğretim üyesini de “memur” zannediyor...

Prof. Dr. Veysel Batmaz
Eski Rektör adayı


Sorun:

“Üniversite ve Sağlık Personelinin tam gün çalışmasına ve bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun tasarısı” adlı sağlık personeli ile ilgili bir tasarı TBMM gündemine girmiş ve kanunlaşma sürecine başlamış bulunuyor.

Tasarının sahibi Sağlık Bakanlığı. Fakat, 15 maddeden oluşan bu tasarının dört maddesi doğrudan ve üç maddesi de dolaylı olarak, Sağlık Bakanlığı ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan, uzun zamandır “özerk ve demokratik” denilegelen; Yasasında da bu ibarenin “bilimsel özerklik” olarak yer aldığı ve YÖK ile diğer bakanlıklardan ayrılmış bulunan “üniversite” ile ilgili olarak, 2547 sayılı Yasanın en önemli maddeleri olan 36. (çalışma esasları) ve 58. (döner sermaye) maddelerini değiştiriyor.

Herşeyden önce, üniversiteyi “tıp fakültelerinden” müteşekkil ve üniversite öğretim üyesini de “memur” zanneden bir anlayışın ürünü olan bu yasa tasarısı uygulanamaz, Anayasa Mahkemesi’nden döner ve en önemlisi de “öğretim üyesi/biliminsanı” kavramına hakarettir.

Tasarı, 2547 sayılı yasanın çalışma esasları ile ilgili 36. maddesindeki bütün ayrıntıları kaldırarak, dört paragraflık bir metinle, üniversitede kısmî statü denilen “part-time” çalışma hakkını yok ediyor ve “öğretim elemanları, üniversitede devamlı statüde görev yapar” hükmünü getiriyor. Buna ek olarak, “öğretim elemanının görevi ile bağlantılı olarak verdiği hizmetin karşılığında telif ücreti adıyla bir bedel tahsil etmesi halinde 58inci madde hükümleri uygulanır” diyerek, üniversite alt yapısından hiç bir biçimde yararlanmayan ve üniversite ile ilgili olmayan bilimsel/akademik eser müelliflerini de, sadece üniversitede çalıştıkları için üniversiteye zorla para kazandırma “angaryasına” zorluyor.

Bütün bunları da, İstanbul Üniversitesi’nin Cerrahpaşa ve Çapa Tıp Fakültelerindeki tüm profesör kadrolarını dağıtmak için yapıyor.

Başka amacı yok. Çünkü, yasa tasarısı, arkeoloji veya iletişim profesörünü de tıp profesörü zannediyor olmasa, eğer sağlık alanında tam gün çalışmanın üniversiteye getireceği bir yarar varsa, tıp fakültelerine özel bir statü atfederek, bu yarar doğrultusunda kanunî tanımlar yapardı. Veya, tıp fakültelerini diğer sağlık personeli statüsüne indirgemeyerek, özel bir konum kazandırırdı.

Tasarının, özde ve üniversitenin toplumun en önemli yapı taşı olarak varolmasının 12 Eylül ile budanmış halini bile daha geri götüren iki önemli sakatlığı bulunuyor:

1- Üniversite öğretim üyelerinin tamamını "sağlık personeli" zannediyor;
2- Üniversitede çalışan tüm öğretim üyelerini "memur" zannediyor.


İstanbul Üniversitesi’nde Alemdaroğlu ve Parlak kafalı profesörlerin yarattığı bu iki yanlış algılamanın ve genel olarak üniversiteyi bir kışla görünümüne sokan, paşalardan yardım aldığını artık gizlemeyerek, “onlar olmasaydı, ben ne yapardım” gibi, bir öğretim üyesine yakışmayacak hallere düşenlerin bizi getirdiği son durum, bütün öğretim üyelerini, bir Sağlık Bakanı’nın eline, “sağlık personeli” ve “memur” olarak düşürmektir. Bu ironik duruma, şimdiki İstanbul Üniversitesi yönetiminin nasıl tepki göstereceğini merakla bekliyorum. YÖK ne yapacaktır, onu da merakla bekliyorum.

Başta tıpçı öğretim üyeleri de dahil olmak üzere, bu tasarıya, “sağlık personeli” ve “memur” olmadığımızı haykırmak için karşı çıkmamız lazımdır.

“Sağlık personeli” değiliz; tıpçı profesör, doçent ve yardımcı doçentler de değil.

“Memur” değiliz; 657 ile özlük bağımız olmasına karşın; üniversite öğretim üyesi olarak, bizzat 2547 sayılı yasanın 3-d maddesinde belirtilen, “bilimsel özerkliğe sahip, eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapan” kişi olarak çalışmakla yükümlüyüz.

Bilimsel eğitim/öğretim, araştırma, yayın ve danışmanlık yapmakla görevliyseniz, bunların hiç birini “memur” olarak yapamazsınız.

Çünkü, memur-amir, Arapça emir’den türeyen ve “emir alan” ile “emir veren” ilişkisini tanımlayan hukuki statülerdir. Dikkat ettiniz mi bilemem ama, 657’nin bir çok maddesinde “amir” sözü geçerken, 2547’de sadece “disiplin veya sicil amiri” olarak (yani, özlük ile ilişkili olarak) bu sözün kullanılması, pozitif hukukta da, üniversitede öğretim üyesinin memur olamayacağına ilişkindir. Üniversitede rektör dahil tüm yöneticiler (Bölüm Başkanı hariç) “kurul kararlarını” uygulamakla (2547-13 ve 16) yükümlüdür.

Tıp fakültelerinin başımıza açtığı bir sorun olarak, tasarıdan kaynaklanan bu iki algılama ve uygulama sorununu, ilk önce onların çözmesi gereklidir. Sağlık Bakanlığına ve YÖK’e başvurarak, “sağlık personeli” ve “memur” olmadıklarını söylemelidirler.

Çünkü bilimsel/akademik eğitim, “memur zihniyetiyle,” “tam gün çalışma” ile (her ne demekse), “sağlık sorunlarını” çözmek için geliştirilen akla ziyan önerilerle yapılamaz.

Üniversitelerde çalışan öğretim üyelerinin büyük bir çoğunluğu “tıpçı” değillerdir.

Öneriler:

1. Üniversitelerde çalışan tüm öğretim üyeleri (doktorasını almış ve 2547’ye göre öğretim üyesi sıfatı kazanmış herkes), üniversitede günde en fazla üç saat çalışmalıdır. Bu çalışma, münavebeli (nöbetli) olarak tüm güne yayılmalıdır.

2547’nin şu hali ile (36. madde, 2-d) ve Tasarının Madde 2-2. paragrafına göre, zaten bugün, bir öğretim üyesinin haftalık çalışma saati 10 saattir. Bu söylediğim kafaları karştırmamalıdır. Bu iki maddede de, “öğretim üyesinin haftalık ders yükü en az 10 saattir” denmektedir ve bunun mesai saatini kastetmediği ileri sürülebilir. Oysa, bu görüş tam anlamıyla hukuken yanlıştır. Çünkü, Yasanın ve Tasarının diğer maddelerinde, haftalık 10 saat ders yükünün üzerinde ders verenlere, “ek ders ücreti” ödenmesi hükmü vardır. Bu demektir ki, haftada ek ders ücreti olmadan 10 saat dersten fazla ders vermek angaryadır ve Anayasa ile yasaklanmıştır. Bu da, bir öğretim üyesinin haftalık olarak doğrudan üniversite ile ilişkin çalışma saatini (mesai saatini) belirlemektedir. 10 saatlik (eğitim-öğretim) ders vermenin üstünde, bir öğretim üyesi, araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak için, isterse, haftada, 109 saat daha “çalışabilir” [7 X 24 = 168 (haftalık saat toplamı); 168 – 10/zorunlu ders saati + 49/haftalık ortalama uyku) = 109] ancak bu çalışmasını üniversitede belirlenmiş yerlerde yapmak zorunda değildir. Bu çalışmasının karşılığı da sadece telif olarak ödenir veya hiç ödenmez. Üniversite öğretim üyesi, klinik, poliklinik, gelir getirici proje yapmak zorunda değildir. Çünkü, 2547 sayılı Yasa çok açıktır (3-d), “üniversite [sadece] eğitim-öğretim, araştırma, yayın ve danışmanlık” yapar. Teşhis, ameliyat, tedavi, proje, gelir getirici başka iş yapamaz. Değiitirilecekse, bu durum değiştirilmelidir.

2. Yukarıdaki 1. maddedeki öneriye bağlı olarak, Üniversitelerde, döner sermayeye bağlı olmadan gelir getirici iş yapılması sağlanmalıdır.

Bugünkü Yasa ve Tasarı, üniversite öğretim üyesini devletten başka yerden para almadan, bir sağlık personeli gibi, 2547 sayılı yasada yer almamış bazı işlerden kazanacağı para kazanma sistemi getirmiş ve bu sistem bugüne kadar Yasanın öngördüğü biçimde burada tartışmadığım ama herkesce malum nedenlerle uygulanmamıştır.

Böylelikle, artık öğretim üyesine (üstelik 2547 sayılı yasanın 3-d maddesine aykırı olarak) üniversiteye (devlete) para kazandıran bir tüccardan başka bir gözle bakmanın zamanı gelmiştir.

Üstelik öğretim üyesine “devlete para kazandıran tüccar” konumu, paradoksal olarak, Tasarının ve (belli ölçüde 2547 sayılı Yasayı Alemdaroğlu ve Parlak kafalı profesörler gibi uygulayanlara göre Yasanın), öğetim üyesini “sağlık personeli” ve “memur” konumuna indirdiği bir aşamada kazandırılmak istenmektedir.

Şimdi sorulması gereken durum şudur:

Bir hukukî düzenleme, hukuk sistemi içinde dört farklı hak/yetki statüsü olan, öğretim üyeliği, tüccarlık, sağlık personeli ve memur statülerini aynı kişide nasıl birleştirebilir? Birleştirmesi mümkün müdür?

Birleştirirse, bunun istismarını önlemek mümkün olabilir mi?

Sağlık Bakanı diyecektir ki, “işte bunun için tam gün yasasını çıkartıyoruz; tüccar öğretim üyesi ile, memur öğretim üyesini ayıralım, hatta, öğretim üyeliğini “memur” olduğu sürece tüccarlaştırmayalım.” Peki, o zaman, “döner sermaye” ne için var? Adı üstünde bu “sermaye,” bütçeden ayrı olarak kişisel ve kurumsal bir para kazanma (tüccarlaşma) durumudur. Bu sermaye, işin kötüsü sadece Tıp Fakültelerinde “iş yapmaktadır.”

Bu döngüsel durumun en sade çözümü şudur:

Üniversite öğretim üyesi, haftada 15 saat (veya günde üç saat) üniversitede çalışmasının dışında, kendi adına bir tüccar gibi para kazanmalıdır ve vergisini ödeyerek (bu vergi doğrudan üniversitesine de ödenebilir) devlete katkıda bulunmalıdır.

Üstüne üstlük yeni Tasarı, telif ücretlerini de döner sermayeye irat kaydedtmiştir. Karşımızda, Üniversite alt yapısından hiç bir şekilde yararlanmadan yazılan bilimsel eserlerden de, para kazanan bir devlet vardır. Bu da, bütün öğretim üyelerini tıpçı zannetmenin bir başka yansımasıdır.


3. Yukarıda önerilen aynı anda uygulanması zorunlu iki çözüm önerisi “beğenilmemişse,” öğretim üyeliği haftada genel olarak 40 saatlik bir mesai biçiminde (tam zamanlı) uygulanırsa, bu kez de, şu andaki maaşın dört katı maaşla, tüm fakültelerde tekli statü sağlanmalıdır.

Bugün, “citation index”lerine girmeye çabaladığımız gelişmiş ülkelerde (AB ve ABD), bir öğretim üyesi (profesör) maaşı yılda 75-100 bin dolardır. Türkiye’de ise bu maaş 25 bin dolardır. Ancak dört kat fazla maaşla, öğretim üyeleri üniversitede haftada genel olarak (647-99) 40 saat çalıştırmak adaletlidir. Bu durumda, tıpçılarla diğer öğretim üyeleri arasında bir fark kalmayacağı ve tıp fakültesi hastanelerinin sadece “tetkik ve eğitim hastanesi” olacağından, sorun çözülmüş olur.

Ayrıca, yukarıda değindiğim gibi, 2547 sayılı Yasa, zaten bir öğretim üyesini haftada sadece 10 saat çalıştırma (ders verme) zorunluluğu getirmekte ve üzerinde çalışanlara ek ücret ödemektedir. Bu nedenle de, maaşın dört katına çıkması, adalet açısından zorunludur.

Ayrıca, haftada 40 saatin dışında yine, isteyenin gelir getirici iş yapmasında bir sakınca bulunmamalıdır.


Sonuç:

Tasarı, bizleri “sağlık personeli” ve “memur” olarak görmektedir.

Öğretim üyesi/biliminsanı, memur da değildir, sağlık personeli de...

Sadece 12 Eylülden bu yana zaman zaman görülen bu iki algılama (zannetme) durumunun, üniversitede yarattığı tahribat, küçük Tasarılarla ve bazı tıp fakültelerine karşı girişildiği mutlak olan düzenleyici işlemlerle geçiştirilecek ve çözülecek durumda değildir.

Bu nedenle, üniversitede herkese part-time (haftada 15 saat) ve döner sermaye katkılı ve/veya gelir getirici iş yapma serbestili bir düzen istiyoruz. [NOT: Ben, biliyorsunuz ki, 2547 içinde bu öneriyi Rektör Adaylığı Kampanyası süresince yapmıştım.]

Ya da, üniversitede 2547 sayılı Yasanın ruhuna uygun olarak, yani şu andaki 10 saat zorunlu ders yükünü ve çalışmayı 40 saatli tam zamanlılığa yükselterek, maaşlarımızın dört katına çıkartılmasını talep ediyoruz.

“Sağlık personeli” ve “emir alan (memur)” değiliz...

Bir başka çözüm yok !