Sizi, işsiz kalacağınız bir mesleğe mi hazırlıyorlar, denetiminiz altına alacağınız hayata mı? Bu üniversite rektörlerin değil; sizin...
Haydi Öğrenciler Göreve...
Öğrenci Konseyi mi, Kurtlar Vadisi mi?
Ülkemizde, YÖK, Rektörler, Öğretim Üyeleri konuşulurken, gözden kaçan önemli bir sistem, Ulusal Öğrenci Konseyi. Tüm üniversitelerde seçilen Öğrenci Birlikleri'nin temsilcilerinden oluşan bu konsey, yıllardır bir kısır döngünün içerisine sokulmuş durumda... iyibilgi özel.com’dan bir yorum:
http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=48023
Ülkemizde üniversitelerin içinde bulundukları durum, akademik ve sosyal başarıları, dünyadaki sıralamaları, YÖK’ün üniversitelere karşı tutumu gibi tartışmalar hep gündemde. Bu tartışmalar genellikle YÖK, Rektörler ve Öğretim Üyeleri’nin tutumları, görüşleri, yaptırımları üzerinde yapılıyor. Burada unutulan ve es geçilen çok önemli bir nokta, üniversitelerdeki öğrenci oluşumları. Bu oluşumlara örnek olarak üniversitelerin bünyesinde kurulan öğrenci kulüpleri, öğrenci dernekleri verilebilir. Fakat, tüm bu kulüp ve derneklerin üstünde, Üniversitelerin Öğrenci Birlikleri ya da Konseyleri var ki, çok ortalarda gözükmeselerde aslında çok önemli misyonlar yüklenmiş durumdalar. İşte, AB’ye uyum sürecinde başlatılan Ulusal Öğrenci Konseyi’de, Türkiye’de ki tüm öğrenci konseylerinden gelen temsilcilerle oluşturulan ve tüm Türkiye’yi temsilen de bir başkanın seçildiği oluşum.
Fakat Ulusal Öğrenci Konseyi; yıllardır bir kısır döngü içerisinde ve kimse bunun farkında değil. Bu durumdan rahatsız olan bazı öğrenciler hariç.
Öğrencilerin demokratik seçimlerle kendilerini temsil edecek öğrencileri belirledikleri sistem, Türkiye’de ve Dünya’da tüm üniversitelerde uygulanıyor. Türkiye’de ki üniversitelerde de, oluşumlardaki bazı teknik değişiklikler haricinde, bu sistem var. Yılın belli bir döneminde üniversitenin öğrencileri sandık başına gidiyor, kendilerini temsil edecek bir ya da birkaç öğrenciyi seçiyorlar. Bu oluşumlar yani Öğrenci Birliği ya da Öğrenci Konseyi dediğimiz oluşumlar, öğrenciler ve idare arasında köprü vazifesi görmek, öğrencilerin her türlü sorun ve görüşlerini değerlendirerek hayata geçirmek gibi çok önemli misyonlara sahipler. Bundan sonraki adım ise, AB’ye uyum sürecinde getirilen Ulusal Öğrenci Konseyi sistemi.
Tüm üniversitelerin, seçilmiş Öğrenci Birlikleri yılın belli zamanlarında toplanıyor, ülkedeki üniversiteler adına neler yapılabileceğini tartışıyor, görüş alışverişinde bulunuyorlar.
Her sene bir de başkan seçiliyor. İşte bu noktada, bazı gruplar bunu bir iktidar savaşı haline getirmiş durumdalar. Özellikle; kendilerini “ülkücü” olarak tanımlayan bazı gruplar, her sene özellikle devlet üniversitelerinde, hangi üniversitede kimlerin temsilci seçileceğine kadar teşkilatlı çalışıyorlar, sonrasında da bu “belirlenmiş” temsilciler sayesinde istedikleri kişiyi başkan seçiyorlar ya da seçtiriyorlar. Bu noktada, geçmişte bu grubun karşısına bazı adaylar çıkmış fakat antidemokratik yollarla bu adaylar bertaraf edilmiş ve bu karşıt görüşteki üniversitelere karşı tavır alınmış. Mesela, bu karşıt görüşteki öğrencilerin oluşturduğu öğrenci birliklerine, toplantılar, seçimler haber verilmiyor ve ya kasıtlı olarak geciktiriliyor, böylece aday olmaları engelleniyor, Ulusal Öğrenci Konseyi haberlerinin yer aldığı mail grubuna dahil edilmiyorlar, faaliyetlerden özellikle uzak tutuluyorlar.
Özellikle, sadece üniversitelerin ve öğrencilerin faydasına çalışması gereken bir oluşumda bu türden, kısır siyasi tavırlarla hareket edilmesi, bunun bir iktidar savaşı haline getirilmesi, yine öğrencilerin ve üniversitelerin zararına oluyor.
Bundan birkaç yıl önce, bu kısır döngüye dur demek ve demokratik bir Ulusal Öğrenci Konseyi’nin önünü açmak adına Sabancı Üniversitesi Öğrenci Birliği’nin organize ettiği, İstanbul’daki bir çok üniversitenin de katılımıyla, İstanbul Öğrenci Birlikleri (İSÖB) adı altında bir konsey oluşturulmuş. Bu sayede İstanbul’dan sadece tek bir aday çıkarılıp en azından ciddi bir rekabet ortamı oluşturulması amaçlanmış. Ankara’daki ODTÜ gibi köklü bazı üniversitelerin de desteğini alan grup, seçim esnasında bu desteği oya dönüştüremeyince kaybetmiş.
Şimdi, bu oluşumun tekrar hareketlenmesi ve hayata döndürülmesi adına bazı çalışmalar yapılması planlanıyor. Değişen ve demokratikleşmesi umulan YÖK ile bu konunun paylaşılıp, bu kısır döngünün kırılması adına somut adımlar atılması bekleniyor. Bu konuyla alakalı gelişmeleri takip ederek önümüzdeki günlerde nelerin değişeceğini hep birlikte göreceğiz…
28 Aralık 2007
24 Aralık 2007
20 Aralık 2007
Üniversiteyi yanlış minvaller üzerinden tartışmak!
Medyadan izlediğimiz kadarıyla, ne yükseköğretimi temel alan tartışmalarda ne de YÖK üzerinden üniversitelere yöneltilen eleştirilerde, ortaya konan sağlıklı çözüm önerileri mevcut değil. Hatta ve hatta, üniversitelerin karşı karşıya bulunduğu çıkmazlar konusunda gerçekçi ve doğru saptamalar dahi yok!
Zaman zaman, başını Eğitim-Sen ile benzeri meslek örgütlerinin çektikleri görüşler gündeme gelmekle birlikte, bunlara da o bildik azgelişmiş ülke marksistlerine yönelik klişeler hakim: 12 Eylül faşizminin ürünü olan YÖK, vs. vs. vs… Çeyrek yüzyılda duvarlar yıkıldı, bloklar çöktü, sistemler tasfiye oldu, dünya değişti ama bu kafa her daim aynı yerde sayıyor!
Ya da, İslamcı ve laikçi kesimler arasındaki türban odaklı tartışmaların harareti, yükseköğretimde diğer tüm sorunların üzerini örtüyor.
***
Bugün üniversitenin önündeki açmazlardan başlıcası, kendilerini entelektüel anlamda bilgiye ve öğrencilerine adamış akademisyenler için [bir zamanlar] huzur dolu sığınaklar olan bu merkezlerin, söz konusu özelliklerini artık yitirmeleri ve giderek piyasa ortamında ticarileşmeleri!
Üretim faaliyetlerine yönelik olarak bilginin giderek metalaşmakta olduğu ve bu nedenle de bilgi toplumu olarak adlandırılan günümüzde, üniversiteler piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda özel sektörle kolayca eklemleşebilmektedir. Bunun geleceğe yönelik en ciddi sonucu da, temel misyonları olan “eğitim”in yerini “piyasa” ve “karlılık” gibi yeni paradigmaların almasıdır…
Bu durum gelecekte, hem üniversitelerin kendisi hem ülkenin geleceği hem de gençler için oldukça vahim sonuçlara yol açacaktır.
İşte bu konuda bazı saptamalar:
* Üniversiteler, toplumun gözündeki saygınlıklarını sağlayan “hakikati arama”, “eleştirel olma” ve “sorgulama” gibi özelliklerini hızla kaybetmekteler…
* Akademisyenler, “öğrenme ve öğretme sorumluluğunu” öğrencileriyle paylaşan yol göstericiler olmaktan çıkarak, yarı zamanlı olarak ders veren ve çalışma saatlerinin büyük kısmını piyasa araştırmalarına yönelten Ar-Ge elemanlarına dönüşmekteler…
* Akademik idealler, iş dünyasının talepleri karşısında adım adım gerilerken; eğitim hedeflerinin şirket stratejileri ile uyumlaştırılması sonucunda üniversiteler, hakikati arama yolunda disiplinler arası entelektüel uğraş alanları olmaktan çıkarak, piyasa araştırmaları yapan hizmet şirketlerine dönüşmekte…
* Araştırma ve çalışma konularının bireysel ve/ya akademik tercihler doğrultusunda özgürce seçilebildiği dönemler sona ermekte. Bu alanların neler olacağına, piyasa talepleri ve yeni trendler doğrultusunda piyasa güçleri karar vermeye başlıyor. Bunun en güzel örneği, “temel ve kuramsal” araştırma konularının yerini “uygulamaya” dayanan araştırma projelerinin alması. Araştırma önceliğinin uygulamalı alanlara kaymasıyla da, üniversitelerde “girişimci akademisyen” olarak adlandırılan bir tip hakim olmaya başladı…
* Özel sektör ile işbirliğinin, -finanse edilen çalışmalardan elde edilen bulguların rakip firmalara sızmasını önlemek için- bir gizliliğe yol açması. Böylece meslektaşlık ilişkilerinin sekteye uğraması yanında, bilimsel buluşlar ile entelektüel öğretilerin ortaya çıkış sürecinde önemli bir role sahip olan sinerjinin ortadan kalkması, araştırmalarda lüzumsuz tekrarların artması ve benzer çalışmaların yinelenip durması. Yani, bir taraftan bilimin seyri gecikirken diğer taraftan da meslektaşlık ilişkileri ile güvenin altının oyulup, önceden mevcut olmayan bölünme ve gerilimlerin ortaya çıkması…
* Üniversitelerin, maaşlarını kendisinden alan ancak beceri ve bilgi birikimlerini özel şirketlere pazarlayan akademisyenler için sıçrama tahtası haline dönüşmesi. Bu yolla üniversiteler, kendi kadrolu elemanlarını istihdam eden piyasalar karşısında çifte kayba uğramaktalar: Hem mesailerinin ve uzmanlık bilgilerinin büyük kısmını kendilerine ayırmaktan vazgeçmiş olan elemanlarına maaş ödemeye devam ediyorlar hem de kendi bünyelerinde gerçekleştirebilecekleri birçok faaliyeti kendi elemanları yoluyla özel sektöre kaptırıyorlar…
* Bir yandan öğrencilere diplomalarının piyasada kaç para edeceği enjekte edilirken diğer yandan da özel sektör -sağladığı istihdam koşulları ve sunduğu ücretlerle- ders programları ile içeriklerini derinden etkiliyor. Öğrencilerin kendi geleceklerine yatırım amacıyla öğretim “satın alma”ya teşvik edilmeleri ve kaliteli/ufuklarını geliştirecek dersler yerine sadece gerekli diploma ve belgeyi edinmekle ilgilenmeleri nedeniyle, neyin öğretilip öğretilmeyeceğine artık akademik yargılar değil piyasalar karar veriyor. Ticarileşmenin, eğitim ve araştırmayı temel hedef olmaktan çıkartıp kimi pratik hedeflere götüren bir araç haline dönüştürmekte olduğunun en karakteristik örneği, iktisat fakültelerindeki “çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri” bölümlerinden çoğunun adlarını “insan kaynakları” bölümü olarak değiştirme yönündeki hummalı çabaları…
* Üniversitenin, piyasaların beklenti ve talepleri doğrultusunda belli alanlarda uzmanlık bilgisi ile diploma veren meslek yüksek okuluna dönüşmesiyle, entelektüel bir yalıtılmışlık da kendini göstermekte! Bunun en büyük handikabı da; bilgiyi, çevremizdeki dünyanın bütünsel bir şekilde kavranmasını ve gerçekliğin kapsamlı tasvirini sağlayacak şekilde bütünleştirme yeteneğinden yoksun öğrenciler üretmesidir…
***
Aslında, örnekler bu kadarla sınırlı değil! Bunlar, sadece ilk akla gelenler…
Sonuç olarak, vergisini düzenli olarak ödeyen sokaktaki adamın, hem toplumsal çıkarlara yönelik bilgi üretme hem de öğrencilerine sorumluluk ve etik sahibi vatandaşlar olmayı benimsetme gibi temel uğraşlardan vazgeçen üniversitelere karşı inancı giderek kaybolmakta…
Ve; özel sektörün bir parçası haline gelmeye başlayan üniversiteler de, kamuoyunda saygınlık ve güvenilirlik yönünden büyük erozyona uğramaktalar!
Uğur Dolgun ugurdolgun@yahoo.com
Medyadan izlediğimiz kadarıyla, ne yükseköğretimi temel alan tartışmalarda ne de YÖK üzerinden üniversitelere yöneltilen eleştirilerde, ortaya konan sağlıklı çözüm önerileri mevcut değil. Hatta ve hatta, üniversitelerin karşı karşıya bulunduğu çıkmazlar konusunda gerçekçi ve doğru saptamalar dahi yok!
Zaman zaman, başını Eğitim-Sen ile benzeri meslek örgütlerinin çektikleri görüşler gündeme gelmekle birlikte, bunlara da o bildik azgelişmiş ülke marksistlerine yönelik klişeler hakim: 12 Eylül faşizminin ürünü olan YÖK, vs. vs. vs… Çeyrek yüzyılda duvarlar yıkıldı, bloklar çöktü, sistemler tasfiye oldu, dünya değişti ama bu kafa her daim aynı yerde sayıyor!
Ya da, İslamcı ve laikçi kesimler arasındaki türban odaklı tartışmaların harareti, yükseköğretimde diğer tüm sorunların üzerini örtüyor.
***
Bugün üniversitenin önündeki açmazlardan başlıcası, kendilerini entelektüel anlamda bilgiye ve öğrencilerine adamış akademisyenler için [bir zamanlar] huzur dolu sığınaklar olan bu merkezlerin, söz konusu özelliklerini artık yitirmeleri ve giderek piyasa ortamında ticarileşmeleri!
Üretim faaliyetlerine yönelik olarak bilginin giderek metalaşmakta olduğu ve bu nedenle de bilgi toplumu olarak adlandırılan günümüzde, üniversiteler piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda özel sektörle kolayca eklemleşebilmektedir. Bunun geleceğe yönelik en ciddi sonucu da, temel misyonları olan “eğitim”in yerini “piyasa” ve “karlılık” gibi yeni paradigmaların almasıdır…
Bu durum gelecekte, hem üniversitelerin kendisi hem ülkenin geleceği hem de gençler için oldukça vahim sonuçlara yol açacaktır.
İşte bu konuda bazı saptamalar:
* Üniversiteler, toplumun gözündeki saygınlıklarını sağlayan “hakikati arama”, “eleştirel olma” ve “sorgulama” gibi özelliklerini hızla kaybetmekteler…
* Akademisyenler, “öğrenme ve öğretme sorumluluğunu” öğrencileriyle paylaşan yol göstericiler olmaktan çıkarak, yarı zamanlı olarak ders veren ve çalışma saatlerinin büyük kısmını piyasa araştırmalarına yönelten Ar-Ge elemanlarına dönüşmekteler…
* Akademik idealler, iş dünyasının talepleri karşısında adım adım gerilerken; eğitim hedeflerinin şirket stratejileri ile uyumlaştırılması sonucunda üniversiteler, hakikati arama yolunda disiplinler arası entelektüel uğraş alanları olmaktan çıkarak, piyasa araştırmaları yapan hizmet şirketlerine dönüşmekte…
* Araştırma ve çalışma konularının bireysel ve/ya akademik tercihler doğrultusunda özgürce seçilebildiği dönemler sona ermekte. Bu alanların neler olacağına, piyasa talepleri ve yeni trendler doğrultusunda piyasa güçleri karar vermeye başlıyor. Bunun en güzel örneği, “temel ve kuramsal” araştırma konularının yerini “uygulamaya” dayanan araştırma projelerinin alması. Araştırma önceliğinin uygulamalı alanlara kaymasıyla da, üniversitelerde “girişimci akademisyen” olarak adlandırılan bir tip hakim olmaya başladı…
* Özel sektör ile işbirliğinin, -finanse edilen çalışmalardan elde edilen bulguların rakip firmalara sızmasını önlemek için- bir gizliliğe yol açması. Böylece meslektaşlık ilişkilerinin sekteye uğraması yanında, bilimsel buluşlar ile entelektüel öğretilerin ortaya çıkış sürecinde önemli bir role sahip olan sinerjinin ortadan kalkması, araştırmalarda lüzumsuz tekrarların artması ve benzer çalışmaların yinelenip durması. Yani, bir taraftan bilimin seyri gecikirken diğer taraftan da meslektaşlık ilişkileri ile güvenin altının oyulup, önceden mevcut olmayan bölünme ve gerilimlerin ortaya çıkması…
* Üniversitelerin, maaşlarını kendisinden alan ancak beceri ve bilgi birikimlerini özel şirketlere pazarlayan akademisyenler için sıçrama tahtası haline dönüşmesi. Bu yolla üniversiteler, kendi kadrolu elemanlarını istihdam eden piyasalar karşısında çifte kayba uğramaktalar: Hem mesailerinin ve uzmanlık bilgilerinin büyük kısmını kendilerine ayırmaktan vazgeçmiş olan elemanlarına maaş ödemeye devam ediyorlar hem de kendi bünyelerinde gerçekleştirebilecekleri birçok faaliyeti kendi elemanları yoluyla özel sektöre kaptırıyorlar…
* Bir yandan öğrencilere diplomalarının piyasada kaç para edeceği enjekte edilirken diğer yandan da özel sektör -sağladığı istihdam koşulları ve sunduğu ücretlerle- ders programları ile içeriklerini derinden etkiliyor. Öğrencilerin kendi geleceklerine yatırım amacıyla öğretim “satın alma”ya teşvik edilmeleri ve kaliteli/ufuklarını geliştirecek dersler yerine sadece gerekli diploma ve belgeyi edinmekle ilgilenmeleri nedeniyle, neyin öğretilip öğretilmeyeceğine artık akademik yargılar değil piyasalar karar veriyor. Ticarileşmenin, eğitim ve araştırmayı temel hedef olmaktan çıkartıp kimi pratik hedeflere götüren bir araç haline dönüştürmekte olduğunun en karakteristik örneği, iktisat fakültelerindeki “çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri” bölümlerinden çoğunun adlarını “insan kaynakları” bölümü olarak değiştirme yönündeki hummalı çabaları…
* Üniversitenin, piyasaların beklenti ve talepleri doğrultusunda belli alanlarda uzmanlık bilgisi ile diploma veren meslek yüksek okuluna dönüşmesiyle, entelektüel bir yalıtılmışlık da kendini göstermekte! Bunun en büyük handikabı da; bilgiyi, çevremizdeki dünyanın bütünsel bir şekilde kavranmasını ve gerçekliğin kapsamlı tasvirini sağlayacak şekilde bütünleştirme yeteneğinden yoksun öğrenciler üretmesidir…
***
Aslında, örnekler bu kadarla sınırlı değil! Bunlar, sadece ilk akla gelenler…
Sonuç olarak, vergisini düzenli olarak ödeyen sokaktaki adamın, hem toplumsal çıkarlara yönelik bilgi üretme hem de öğrencilerine sorumluluk ve etik sahibi vatandaşlar olmayı benimsetme gibi temel uğraşlardan vazgeçen üniversitelere karşı inancı giderek kaybolmakta…
Ve; özel sektörün bir parçası haline gelmeye başlayan üniversiteler de, kamuoyunda saygınlık ve güvenilirlik yönünden büyük erozyona uğramaktalar!
Uğur Dolgun ugurdolgun@yahoo.com
19 Aralık 2007
HERKESE GÜZEL AYDINLIK BAYRAMLAR DİLİYORUZ...
Eski Rektör Alemdaroğlu yargılanacak
Danıştay 1. Dairesi, eski İstanbul Üniversitesi (İÜ) Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nun, Antalya Konyaaltı'ndaki üniversiteye ait taşınmazın kat karşılığı ihalesinde, üniversiteyi zarara uğrattığı gerekçesiyle yargılanmasına karar verdi. Daire, Alemdaroğlu hakkındaki dosyayı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi.
Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığınca oluşturulan Kurul, Alemdaroğlu hakkında 13 Nisan 2007'de men-i muhakeme (yargılanmama) kararı verdi. KURULUN MEN-İ MUHAKEME KARARINI BOZDU Kurul kararını yasa gereği inceleyen Danıştay 1. Dairesi, Alemdaroğlu'nun üzerine atılı suçu işlediğini doğrulayacak ve hakkında kamu davası açılmasını gerektirecek yeterli kanıt bulunduğuna işaret etti. Daire, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığınca oluşturulan Kurul'un men-i muhakeme kararını oy çokluğuyla bozarak, Alemdaroğlu'nun lüzum-u muhakemesine (yargılanmasına) hükmetti. (AA)
Ayrıntısı için: http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=19.12.2007&Newsid=152637&Categoryid=1
Danıştay 1. Dairesi, eski İstanbul Üniversitesi (İÜ) Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nun, Antalya Konyaaltı'ndaki üniversiteye ait taşınmazın kat karşılığı ihalesinde, üniversiteyi zarara uğrattığı gerekçesiyle yargılanmasına karar verdi. Daire, Alemdaroğlu hakkındaki dosyayı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi.
Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığınca oluşturulan Kurul, Alemdaroğlu hakkında 13 Nisan 2007'de men-i muhakeme (yargılanmama) kararı verdi. KURULUN MEN-İ MUHAKEME KARARINI BOZDU Kurul kararını yasa gereği inceleyen Danıştay 1. Dairesi, Alemdaroğlu'nun üzerine atılı suçu işlediğini doğrulayacak ve hakkında kamu davası açılmasını gerektirecek yeterli kanıt bulunduğuna işaret etti. Daire, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığınca oluşturulan Kurul'un men-i muhakeme kararını oy çokluğuyla bozarak, Alemdaroğlu'nun lüzum-u muhakemesine (yargılanmasına) hükmetti. (AA)
Ayrıntısı için: http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=19.12.2007&Newsid=152637&Categoryid=1
18 Aralık 2007
Özdemir İnce’ye açık mektup:
Fransız sosuyla bulamaçladığınız köşeci yazılarınızı MEME’nin Internet sayfalarından zaman zaman okuyorum. Çoğu hedefsiz ve alt yapısız sloganlarla bezenmiş, laf olsun köşe dolsun kabili şeyler. Bazıları mantıklı, bazıları mantıksız. Mantığın sosyal ilişkilerde olmadığı durumların hesaba katılmadığı yazılar, çoğunlukla. Aslında zaman zaman da hoşlanıyorum, o yazılardan, çünkü polemik severim. Internet’ten yüklenen bilgi parçacıkları ve herkesin bulabildiği referans kitaplarını kurcalamanın ötesine geçmenin, sizin gibi edebiyatçı formasyonu olan biri için ne kadar zor olduğunu da biliyorum. Ben aşağıda, kendimle ilgili bir konuda kulağınızı çekmek istiyorum. YÖK Başkanının “üniversitede yasaklar kalkacak” sözünü bağladığınız bağlamın, en azından yazınızda yer aldığı kadarıyla, bağlanacak bir ipi de, sapı da yok. Yani, ipe sapa gelmez yorumlamanızın bugünkü “ceberut” rektörlere neler katabileceğini bile bilmediğinizin yanısıra, 2547 sayılı yasadan da bihaber olmuşluğunuza ek olarak üniversitedeki disiplin yönetmeliğinden de haberiniz yok.
İlkönce, “ceberut” sözcüğünün “aşırı kibir ve Allah’a giden yolun 3. aşaması” demek olduğunu belirterek başlıyorum. Nereden çıktı bu demeyin: Sözünü andığınız, üniversite içindeki yasaklar nedeniyle, zersizzavat birinin başvurusu üzerine, ceberut’u, yaygın olmuş galatıyla (bazısı “mecaz” der) karıştırıp, “ceberut yönetim” tamlamasını bir yazımda kullanmam nedeniyle ceza verilmiş bir öğretim üyesi olmamdan yola çıkarak, rektörlere hakaret etmek gibi bir niyetimin olmadığını söylemek zorunluluğundan çıktı. Siz, Allah’tan, “despot”luğa vurmuşsunuz işi, öyle ya, frankofonsunuz, ne de olsa. Yani sizin deyiminizle “despot yöneticilerin,” sadece İslam’da yok bunlar, 12 Eylülcü cici laikçi Atatürkçülerde de var, bugüne kadar, yazınızda saydığınız ve ne kadar da doğal diye karşıladığınız yasaklar nedeniyle, 25 yıldır akademik hayatın neredeyse tamamının yok olduğunu bilmem biliyor musunuz? YÖK’te çetelesi tutuluyorsa, “kalkamayacağını” söylemek basiretsizliğini gösterdiğiniz, sadece bu yazınızda saydığınız bu yasakların, ideolojik ve bilimsel olarak karşı çıkılan her öğretim elamanına uygulanan bir cezalar silsilesi olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Yukarıda saydığım mevzuatı bilseydiniz ve her gün “çiş yapar gibi yazı yazmak” zorunda olmasaydınız, belki bu yazıyı da yazmazdınız.
Şimdi gelelim altta tamamını verdiğim, yazınıza sığdırabildiğiniz ve üniversite içinde “kalkamayacağını” söylediğiniz yasaklara. Tek tek görelim, bakalım “kaldırılabilirler” miymiş?:
“"İzinsiz göreve geç gelmek, erken ayrılmak, görev mahallini terk etmek yasak."” demişsiniz. Üzüldüğümü belirtmek isterim ki, mevzuatta böyle bir yasak yok. Kim size bu yasağı hatırlatmışsa, yanlış yapmış. Çünkü, bir çok yargı kararında, akademik mesainin zamanının ve yerinin olamayacağı biçiminde yorumlanacak hükümler var. Bu nedenle, göreve geç gelmek, erken ayrılmak, görev mahallini terk etmek gibi şeyler zaten söz konusu değil. Tıpçılar nedeniyle yanlış yorumlanan ve tüm üniversiteye yanlış uygulanan “akademik tam gün” ilkesine girmeyeceğim, dilerseniz başka bir mektup yazarım o konuda. Ancak sizin yazdığınız bağlamda şu yasaklar var:
YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETİCİ, ÖĞRETİM ELEMANI VE MEMURLARI DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ
Görevinden Çekilmiş Sayma:
Madde 10 - Görevinden çekilmiş sayma cezasını gerektiren fiil ve haller şunlardır.
a - Kamu yararına olan dernekler dışında, Rektörün yazılı izni olmadan, herhangi bir derneğe üye olmak,
b - İzinsiz veya geçerli bir mazereti olmaksızın tayin edildiği göreve 15 gün içinde başlamamak,
c - İzinsiz veya kurumca kabul edilen mazereti olmaksızın görevi kesintisiz 10 gün terk etmek, kısmi statüde bulunanlar için ise kesintisiz 40 saat veya daha fazla göreve devamsızlık göstermek,
d - Üyesi bulunduğu kurul toplantılarına izinsiz ve özürsüz ard arda iki defa veya bir yıl içerisinde toplam üç defa katılmamak.
Güzel değil mi? Aslında biraz araştırırsanız, bu hükmün bile hukuksuz ve kanunsuz olduğunu görebilirsiniz, şöyle ki, 657 sayılı Yasada (m.94), mezkur “görevden çekilmiş sayılma” işlemi bir de facto durum olarak tanımlanıyor ve suç ve ceza tanımı dışında hükmediliyor. Yani, “cezaların kanuniliği” ilkesini, YÖK, mezkur yönetmeliği hazırlarken çiğnemiş durumda. Ne zaman mı, 1982 yılında. Neyse ve özetle, akademik personelin mesai zamanının ve yerinin bulunmadığı ve “çalışma” ve “görev” denilen kavramların, bu nitelikteki çalışanlara, ders (klinik ve lab. dahil) vermek, danışmanlık yapmak, idari görevler almak dışında uygulanamayacağını yargı organları karar altına alıyor. Ancak, sizin deyişinizle “despot,” benim deyişimle “ceberut” yöneticiler de aynen sizin yazdığınız gibi bir yasağın üniversitede bulunduğunu zannederek, cezalar veriyor. Kime mi, bilimsel olarak aykırı olan ve ideolojik olarak onaylamadıkları kişilere. “Görev” mahallini terk etmek denilen suçun işlenebilmesi için yukarıda saydığım üç koşuldan birinin, (ders, danışmanlık, idari görev) yapılıyorken olması gerekiyor. “Kalkamayacağını” söylediğiniz yasağın olmamasına karşın, sizin belirttiğiniz şekliyle cezası olabiliyor. Bu da, herhalde bir YÖK Başkanının “kaldırması” gereken bir durum. Değil mi? Yukarıdaki Disiplin Yönetmeliğinin Madde 10/a fıkrasını dikkatinize bile getirmiyorum. Bir daha okursanız ne demek istediğimi anlarsınız.
Gelelim ikinci “kalkamayacağını” söylediğiniz yasağa: “"Amire karşı saygısız davranmak yasak." Bu yasak mı kaldırılacak?” buyurmuşsunuz. Ne güzel. Bir akademik personelin “amirinin” olamayacağını, sadece “disiplin amirinin” bulunduğunu bilmiyorsunuz. Bu iki kavram kamu hukukunda karıştırılıyor olsa da, hukuk ilkeleri açısında çok farklı kavramlar. Rektörün yaptıkları dahil, üniversitedeki idari fonksiyonların akademik hayata yansıyanların tamamı için, sadece koordinasyon denilen ve emir vermekle ilişkisi bulunmayan bir yetki söz konusu. 2547 sayılı Yasaya göre, üniversitede, “amir” denilebilecek tek kişi var, o da rektör (m.13). Diğer idarecilerin hepsi, sadece, “disiplin amiri,” bazıları ise, “amir” olmak bir yana, “kurul kararlarını uygulamakta zorunlu” olan “koordinatör temsilciler”, mesela, dekanlar (m.16). Bölüm başkanları ise, disiplin amirleri değil ama amirlik niteliği olmayan idareciler (m.21). Bu nedenlerle, bir öğretim elemanının, yazdığınız anlamda saygısız davranabileceği tek kişi var üniversitede, o da, rektör. Ancak, sizin gibi “despot” kişilerden oluşan bir idareciler grubunun tassalutu altında olabilen üniversitelerde, eksik yazdığınız suç tanımının doğrusu olan (m.6/c -) “Görev sırasında amire hal ve hareketi ile saygısız davranmak” gibi bir suçun, rektör dışında başka kişilere de yapılabileceği düşünülüyor. Bu maddede “söz ile” ibaresinin olmaması da ayrıca hukuksal olarak tartışma konusu. Bu nedenle, bu öznesi ve nesnesi olmayan suçtan ben dahil, ceza alan bir çok suçsuz kişi var üniversitelerde ve bu cezalar İdare Mahkemeleri tarafından iptal ediliyor. Sadece zaman ve emek israfı. Bir YÖK Başkanının, doğru uygulanması imkansız olduğundan, bu yasağı da kaldırması gerekmez mi? Ayrıca, siz edebiyatçısınız, okuduğunuz anlarsınız umarım. Ne diyor üniversitedeki disiplin yönetmeliğinin başlığı, bir daha okuyalım: YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETİCİ, ÖĞRETİM ELEMANI VE MEMURLARI DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ. Bu ne demek? Bu şu demek; elimizde, yasaya aykırı bir yönetmelik var. Neden mi? Basit: Birbiriyle hukuksal olarak aynı nitelikte olmayan üç “çalışan” türüne üniversitede aynı suç/cezalar uygulanıyor. “Yöneticiler,” 2547, 2914 ve yer yer 657’ye tabiler. “Öğretim Elemanları,” sadece 2547 ve 2914’e tabiler, bir de devlet memurluğu ile ilgili genel esaslara. Vakıf üniversitelerindekilerin de durumu ayrı. Onlar SSK’ya bağlı, sözleşmeli personel. Çalışma kanunlarına tabiler. “Memurlar” olarak adlandırılanlar ise sadece 657’ye tabiler. Şimdi anladınız mı, kalkması gereken yasaklar neler? Anladınız mı, üniversitede “amirine saygısız davranması yasaklanan” kimler? Ama uygulama tersine. Bir öğretim elemanı, olmayan amirine değil, yapsa yapsa, üniversitede bulunan öğrenci dahil, herkese saygısızlık yapabilir ve bunun ceza mercii, adli yargı ve mahkemelerdir. Üniversitenin içindeki, meslek arkadaşlarından kurulmuş ve rektörün, sizin deyimizle “despotluğuna” tabi soruşturma komisyonları değil.
Son olarak, kaldırılmasını salık vermediğiniz üçüncü yasağınıza değineyim: “"Borçlarını ödemeyerek hakkında yasal yollara başvurulmasına neden olmak yasak." Bu yasak da kaldırılacak mı?” demişsiniz ama yine eksik demişsiniz. Tümü şu: “m. 6/k - Borçlarını kasden ödemeyerek hakkında yasal yollara başvurulmasına neden olmak.” Bilmem biliyor musunuz, yönetmelikte yer alan ama sizin yazınızda yazmadığınız “kastîlik” unsuru ceza hukukunun en temel suç unsurudur. Suç olan bir fiilde kastîlik unsuru bulunmuyorsa, bazı durumlarda bu suç olmaktan çıkar. Kabahat olur. Adam öldürmenin bile kastî olanı ile olmayanı arasında ceza derecesi açısından fark vardır. Kastîlik unsurunu saptamak zordur ve hukuk bilgisinin yanısıra yargıçlık tecrübesi gerektirir. Mezkur fiilin suç olduğuna karar verecek olan da, hukuk bilgisi olsa da, yargıçlık yapmamış meslek arkadaşlarından oluşan “idari soruşturma komisyonları” olamaz. Bir de, bu, sizin yasak dediğiniz, suçun, fiil olarak İdareye intikali de ilginç bir zamansallığa sahiptir. Memur, böyle bir suçu ancak bir yargı kararının kesinliğinden sonra işleyebilir. “Yasal yollara başvurulmuş” olması suçu sübuta erdirmez.Yani, suç fiili “yasal yollara başvurulmuş olması” olamaz, “borcun kastî olarak ödenmemiş” olması olabilir. Bu da kesin yargı kararı gerektirir. “Kaldırılamayacağını” söylediğiniz suç tanımı kadüktür; bu suçun idarî soruşturması bile yapılamaz. Fakat asıl ilginçlik de şudur, eğer söz konusu suç nedeniyle (kasten borç ödememe) verilen yargı kararında, “kamu haklarından kısıtlanma” veya “memurluk görevinden el çektirme” gibi bir hüküm bulunmadığı zaman, kendine intikalden sonra üniversiteki soruşturma komisyonu nasıl bir karar verecektir? Doğalı, “kınama” cezası gerektiren bu suçun idari cezasında, yargı kararındaki ceza ile yetinmektir. Dolayısıyla idari olarak gereksiz bir soruşturma ve ceza söz konusudur. Bir suça iki ceza verilemez.
Görüldüğü gibi, Sayın İnce, üniversiteki öğretim elemanlarına uygulanagelen yasakların tümü, sizin yazınızda yer verdiğiniz üçü de dahil, kalkmalıdır. Hangisine bakarsanız bakın, ipe sapa gelmez ve akademik ve bilimsel özgürlüğe ve haklara (hukuk, hakkın çoğuludur, biliyorsunuz) aykırı, yasak ve suç-ceza tanımlarıdır onlar. Üniversitede yönetici değilseniz ve üniversitede 657’ye tabi memur olarak çalışmıyorsanız, sizin işlediğiniz bir suçun cezasının verildiği yer, bu suç ne olursa olsun, üniversite dışındaki yargı olmalıdır. Öğretim elemanının, ataması dışında, amiri veya disiplin amirliği yetkisi ile hiç kimse donatılmamalıdır. Türkiye’de bağımsız ve adil yargı vardır. Bu durumda, memurlara verilmiş “kısmî yargılanma dokunulmazlığı” öğretim elemanları için kaldırılır, olur biter. Kaos mu olur diyorsunuz; akademik hayat zaten kaotik olmalıdır.
Türban yasağı ise başka bir konu.
Yukarıdakilerle karıştırmayın.
YÖK Başkanını illâ da suçlamak için, birbirinden farklı hukuksal, akademik ve sosyal statülerde bulunan üniversite üyelerini (öğrencileri, yöneticileri, memurları, öğretim elemanlarını) aynı kaba, ya da aynı köşeci yazısına koymayın. Ama koyarsanız da koyun. Bana ne !
Prof. Dr. Veysel Batmaz, 18.12.2007
Özdemir İnce'nin yazısı için lütfen tıklayın: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=7876325&yazarid=72
Fransız sosuyla bulamaçladığınız köşeci yazılarınızı MEME’nin Internet sayfalarından zaman zaman okuyorum. Çoğu hedefsiz ve alt yapısız sloganlarla bezenmiş, laf olsun köşe dolsun kabili şeyler. Bazıları mantıklı, bazıları mantıksız. Mantığın sosyal ilişkilerde olmadığı durumların hesaba katılmadığı yazılar, çoğunlukla. Aslında zaman zaman da hoşlanıyorum, o yazılardan, çünkü polemik severim. Internet’ten yüklenen bilgi parçacıkları ve herkesin bulabildiği referans kitaplarını kurcalamanın ötesine geçmenin, sizin gibi edebiyatçı formasyonu olan biri için ne kadar zor olduğunu da biliyorum. Ben aşağıda, kendimle ilgili bir konuda kulağınızı çekmek istiyorum. YÖK Başkanının “üniversitede yasaklar kalkacak” sözünü bağladığınız bağlamın, en azından yazınızda yer aldığı kadarıyla, bağlanacak bir ipi de, sapı da yok. Yani, ipe sapa gelmez yorumlamanızın bugünkü “ceberut” rektörlere neler katabileceğini bile bilmediğinizin yanısıra, 2547 sayılı yasadan da bihaber olmuşluğunuza ek olarak üniversitedeki disiplin yönetmeliğinden de haberiniz yok.
İlkönce, “ceberut” sözcüğünün “aşırı kibir ve Allah’a giden yolun 3. aşaması” demek olduğunu belirterek başlıyorum. Nereden çıktı bu demeyin: Sözünü andığınız, üniversite içindeki yasaklar nedeniyle, zersizzavat birinin başvurusu üzerine, ceberut’u, yaygın olmuş galatıyla (bazısı “mecaz” der) karıştırıp, “ceberut yönetim” tamlamasını bir yazımda kullanmam nedeniyle ceza verilmiş bir öğretim üyesi olmamdan yola çıkarak, rektörlere hakaret etmek gibi bir niyetimin olmadığını söylemek zorunluluğundan çıktı. Siz, Allah’tan, “despot”luğa vurmuşsunuz işi, öyle ya, frankofonsunuz, ne de olsa. Yani sizin deyiminizle “despot yöneticilerin,” sadece İslam’da yok bunlar, 12 Eylülcü cici laikçi Atatürkçülerde de var, bugüne kadar, yazınızda saydığınız ve ne kadar da doğal diye karşıladığınız yasaklar nedeniyle, 25 yıldır akademik hayatın neredeyse tamamının yok olduğunu bilmem biliyor musunuz? YÖK’te çetelesi tutuluyorsa, “kalkamayacağını” söylemek basiretsizliğini gösterdiğiniz, sadece bu yazınızda saydığınız bu yasakların, ideolojik ve bilimsel olarak karşı çıkılan her öğretim elamanına uygulanan bir cezalar silsilesi olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Yukarıda saydığım mevzuatı bilseydiniz ve her gün “çiş yapar gibi yazı yazmak” zorunda olmasaydınız, belki bu yazıyı da yazmazdınız.
Şimdi gelelim altta tamamını verdiğim, yazınıza sığdırabildiğiniz ve üniversite içinde “kalkamayacağını” söylediğiniz yasaklara. Tek tek görelim, bakalım “kaldırılabilirler” miymiş?:
“"İzinsiz göreve geç gelmek, erken ayrılmak, görev mahallini terk etmek yasak."” demişsiniz. Üzüldüğümü belirtmek isterim ki, mevzuatta böyle bir yasak yok. Kim size bu yasağı hatırlatmışsa, yanlış yapmış. Çünkü, bir çok yargı kararında, akademik mesainin zamanının ve yerinin olamayacağı biçiminde yorumlanacak hükümler var. Bu nedenle, göreve geç gelmek, erken ayrılmak, görev mahallini terk etmek gibi şeyler zaten söz konusu değil. Tıpçılar nedeniyle yanlış yorumlanan ve tüm üniversiteye yanlış uygulanan “akademik tam gün” ilkesine girmeyeceğim, dilerseniz başka bir mektup yazarım o konuda. Ancak sizin yazdığınız bağlamda şu yasaklar var:
YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETİCİ, ÖĞRETİM ELEMANI VE MEMURLARI DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ
Görevinden Çekilmiş Sayma:
Madde 10 - Görevinden çekilmiş sayma cezasını gerektiren fiil ve haller şunlardır.
a - Kamu yararına olan dernekler dışında, Rektörün yazılı izni olmadan, herhangi bir derneğe üye olmak,
b - İzinsiz veya geçerli bir mazereti olmaksızın tayin edildiği göreve 15 gün içinde başlamamak,
c - İzinsiz veya kurumca kabul edilen mazereti olmaksızın görevi kesintisiz 10 gün terk etmek, kısmi statüde bulunanlar için ise kesintisiz 40 saat veya daha fazla göreve devamsızlık göstermek,
d - Üyesi bulunduğu kurul toplantılarına izinsiz ve özürsüz ard arda iki defa veya bir yıl içerisinde toplam üç defa katılmamak.
Güzel değil mi? Aslında biraz araştırırsanız, bu hükmün bile hukuksuz ve kanunsuz olduğunu görebilirsiniz, şöyle ki, 657 sayılı Yasada (m.94), mezkur “görevden çekilmiş sayılma” işlemi bir de facto durum olarak tanımlanıyor ve suç ve ceza tanımı dışında hükmediliyor. Yani, “cezaların kanuniliği” ilkesini, YÖK, mezkur yönetmeliği hazırlarken çiğnemiş durumda. Ne zaman mı, 1982 yılında. Neyse ve özetle, akademik personelin mesai zamanının ve yerinin bulunmadığı ve “çalışma” ve “görev” denilen kavramların, bu nitelikteki çalışanlara, ders (klinik ve lab. dahil) vermek, danışmanlık yapmak, idari görevler almak dışında uygulanamayacağını yargı organları karar altına alıyor. Ancak, sizin deyişinizle “despot,” benim deyişimle “ceberut” yöneticiler de aynen sizin yazdığınız gibi bir yasağın üniversitede bulunduğunu zannederek, cezalar veriyor. Kime mi, bilimsel olarak aykırı olan ve ideolojik olarak onaylamadıkları kişilere. “Görev” mahallini terk etmek denilen suçun işlenebilmesi için yukarıda saydığım üç koşuldan birinin, (ders, danışmanlık, idari görev) yapılıyorken olması gerekiyor. “Kalkamayacağını” söylediğiniz yasağın olmamasına karşın, sizin belirttiğiniz şekliyle cezası olabiliyor. Bu da, herhalde bir YÖK Başkanının “kaldırması” gereken bir durum. Değil mi? Yukarıdaki Disiplin Yönetmeliğinin Madde 10/a fıkrasını dikkatinize bile getirmiyorum. Bir daha okursanız ne demek istediğimi anlarsınız.
Gelelim ikinci “kalkamayacağını” söylediğiniz yasağa: “"Amire karşı saygısız davranmak yasak." Bu yasak mı kaldırılacak?” buyurmuşsunuz. Ne güzel. Bir akademik personelin “amirinin” olamayacağını, sadece “disiplin amirinin” bulunduğunu bilmiyorsunuz. Bu iki kavram kamu hukukunda karıştırılıyor olsa da, hukuk ilkeleri açısında çok farklı kavramlar. Rektörün yaptıkları dahil, üniversitedeki idari fonksiyonların akademik hayata yansıyanların tamamı için, sadece koordinasyon denilen ve emir vermekle ilişkisi bulunmayan bir yetki söz konusu. 2547 sayılı Yasaya göre, üniversitede, “amir” denilebilecek tek kişi var, o da rektör (m.13). Diğer idarecilerin hepsi, sadece, “disiplin amiri,” bazıları ise, “amir” olmak bir yana, “kurul kararlarını uygulamakta zorunlu” olan “koordinatör temsilciler”, mesela, dekanlar (m.16). Bölüm başkanları ise, disiplin amirleri değil ama amirlik niteliği olmayan idareciler (m.21). Bu nedenlerle, bir öğretim elemanının, yazdığınız anlamda saygısız davranabileceği tek kişi var üniversitede, o da, rektör. Ancak, sizin gibi “despot” kişilerden oluşan bir idareciler grubunun tassalutu altında olabilen üniversitelerde, eksik yazdığınız suç tanımının doğrusu olan (m.6/c -) “Görev sırasında amire hal ve hareketi ile saygısız davranmak” gibi bir suçun, rektör dışında başka kişilere de yapılabileceği düşünülüyor. Bu maddede “söz ile” ibaresinin olmaması da ayrıca hukuksal olarak tartışma konusu. Bu nedenle, bu öznesi ve nesnesi olmayan suçtan ben dahil, ceza alan bir çok suçsuz kişi var üniversitelerde ve bu cezalar İdare Mahkemeleri tarafından iptal ediliyor. Sadece zaman ve emek israfı. Bir YÖK Başkanının, doğru uygulanması imkansız olduğundan, bu yasağı da kaldırması gerekmez mi? Ayrıca, siz edebiyatçısınız, okuduğunuz anlarsınız umarım. Ne diyor üniversitedeki disiplin yönetmeliğinin başlığı, bir daha okuyalım: YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETİCİ, ÖĞRETİM ELEMANI VE MEMURLARI DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ. Bu ne demek? Bu şu demek; elimizde, yasaya aykırı bir yönetmelik var. Neden mi? Basit: Birbiriyle hukuksal olarak aynı nitelikte olmayan üç “çalışan” türüne üniversitede aynı suç/cezalar uygulanıyor. “Yöneticiler,” 2547, 2914 ve yer yer 657’ye tabiler. “Öğretim Elemanları,” sadece 2547 ve 2914’e tabiler, bir de devlet memurluğu ile ilgili genel esaslara. Vakıf üniversitelerindekilerin de durumu ayrı. Onlar SSK’ya bağlı, sözleşmeli personel. Çalışma kanunlarına tabiler. “Memurlar” olarak adlandırılanlar ise sadece 657’ye tabiler. Şimdi anladınız mı, kalkması gereken yasaklar neler? Anladınız mı, üniversitede “amirine saygısız davranması yasaklanan” kimler? Ama uygulama tersine. Bir öğretim elemanı, olmayan amirine değil, yapsa yapsa, üniversitede bulunan öğrenci dahil, herkese saygısızlık yapabilir ve bunun ceza mercii, adli yargı ve mahkemelerdir. Üniversitenin içindeki, meslek arkadaşlarından kurulmuş ve rektörün, sizin deyimizle “despotluğuna” tabi soruşturma komisyonları değil.
Son olarak, kaldırılmasını salık vermediğiniz üçüncü yasağınıza değineyim: “"Borçlarını ödemeyerek hakkında yasal yollara başvurulmasına neden olmak yasak." Bu yasak da kaldırılacak mı?” demişsiniz ama yine eksik demişsiniz. Tümü şu: “m. 6/k - Borçlarını kasden ödemeyerek hakkında yasal yollara başvurulmasına neden olmak.” Bilmem biliyor musunuz, yönetmelikte yer alan ama sizin yazınızda yazmadığınız “kastîlik” unsuru ceza hukukunun en temel suç unsurudur. Suç olan bir fiilde kastîlik unsuru bulunmuyorsa, bazı durumlarda bu suç olmaktan çıkar. Kabahat olur. Adam öldürmenin bile kastî olanı ile olmayanı arasında ceza derecesi açısından fark vardır. Kastîlik unsurunu saptamak zordur ve hukuk bilgisinin yanısıra yargıçlık tecrübesi gerektirir. Mezkur fiilin suç olduğuna karar verecek olan da, hukuk bilgisi olsa da, yargıçlık yapmamış meslek arkadaşlarından oluşan “idari soruşturma komisyonları” olamaz. Bir de, bu, sizin yasak dediğiniz, suçun, fiil olarak İdareye intikali de ilginç bir zamansallığa sahiptir. Memur, böyle bir suçu ancak bir yargı kararının kesinliğinden sonra işleyebilir. “Yasal yollara başvurulmuş” olması suçu sübuta erdirmez.Yani, suç fiili “yasal yollara başvurulmuş olması” olamaz, “borcun kastî olarak ödenmemiş” olması olabilir. Bu da kesin yargı kararı gerektirir. “Kaldırılamayacağını” söylediğiniz suç tanımı kadüktür; bu suçun idarî soruşturması bile yapılamaz. Fakat asıl ilginçlik de şudur, eğer söz konusu suç nedeniyle (kasten borç ödememe) verilen yargı kararında, “kamu haklarından kısıtlanma” veya “memurluk görevinden el çektirme” gibi bir hüküm bulunmadığı zaman, kendine intikalden sonra üniversiteki soruşturma komisyonu nasıl bir karar verecektir? Doğalı, “kınama” cezası gerektiren bu suçun idari cezasında, yargı kararındaki ceza ile yetinmektir. Dolayısıyla idari olarak gereksiz bir soruşturma ve ceza söz konusudur. Bir suça iki ceza verilemez.
Görüldüğü gibi, Sayın İnce, üniversiteki öğretim elemanlarına uygulanagelen yasakların tümü, sizin yazınızda yer verdiğiniz üçü de dahil, kalkmalıdır. Hangisine bakarsanız bakın, ipe sapa gelmez ve akademik ve bilimsel özgürlüğe ve haklara (hukuk, hakkın çoğuludur, biliyorsunuz) aykırı, yasak ve suç-ceza tanımlarıdır onlar. Üniversitede yönetici değilseniz ve üniversitede 657’ye tabi memur olarak çalışmıyorsanız, sizin işlediğiniz bir suçun cezasının verildiği yer, bu suç ne olursa olsun, üniversite dışındaki yargı olmalıdır. Öğretim elemanının, ataması dışında, amiri veya disiplin amirliği yetkisi ile hiç kimse donatılmamalıdır. Türkiye’de bağımsız ve adil yargı vardır. Bu durumda, memurlara verilmiş “kısmî yargılanma dokunulmazlığı” öğretim elemanları için kaldırılır, olur biter. Kaos mu olur diyorsunuz; akademik hayat zaten kaotik olmalıdır.
Türban yasağı ise başka bir konu.
Yukarıdakilerle karıştırmayın.
YÖK Başkanını illâ da suçlamak için, birbirinden farklı hukuksal, akademik ve sosyal statülerde bulunan üniversite üyelerini (öğrencileri, yöneticileri, memurları, öğretim elemanlarını) aynı kaba, ya da aynı köşeci yazısına koymayın. Ama koyarsanız da koyun. Bana ne !
Prof. Dr. Veysel Batmaz, 18.12.2007
Özdemir İnce'nin yazısı için lütfen tıklayın: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=7876325&yazarid=72
14 Aralık 2007
Aydın Doğan Vakfı tarafından geleneksel olarak düzenlenen 19. Genç İletişimciler Yarışması"nda İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi tek ödül dahi alamadı. Doğan Grubuna bu kadar yakın olup, tek ödül dahi alamamak iki şey gösterir: (1) Ödüller subjektifse, Doğan Gurbu İletişim Fakültesi’ni takmıyor; (2) Ödüller objektifse, İ.Ü. İletişim Fakültesi, derece alacak bir eğitim veremiyor. Her ikisi de vahim ve sorumlusu Dekan. Arş. Gör. Bayram Yeraltı'nı okuldan kovarsanız, başınıza işte bu gelir.
12 Aralık 2007
BİLİMSEL OLARAK KARŞI ÇIKAMAYINCA...
AŞAĞIDA OKUYACAĞINIZ OLAYIN BENZERİNİ, İLLETİŞİM FAKÜLTESİ DEKANI SUAT GEZGİN, PROF. DR. VEYSEL BATMAZ'A YAPTI. BATMAZ'IN YILLIK İZNİNİ İSTANBUL DIŞINDA GEÇİRMESİ DOLAYISIYLA 14.08.2007 TARİHİNDE "izinsiz olarak il dışına çıkmaktan" SORUŞTURMA BAŞLATTI. BİR HUKUK PROFESÖRÜ OLAN SORUŞTURMACI, VERECEK CEZA BULAMADIĞI VE REKTÖRLÜKTEN KENDİNE BASKI YAPILDIĞI İÇİN, BATMAZ'A "görevine kayıtsız kalmaktan," UYARMA CEZASI VERDİ; İ.Ü. REKTÖRLÜĞÜ BU CEZAYI ONAYLADI. ŞU ANDA CEZA YÖK DİSİPLİN KURULUNDA, İTİRAZ AŞAMASINDA... SONUÇLANINCA OLAYIN HUKUKSAL BOYUTUNU VİSTİLEF'TE İZLEYECEKSİNİZ.
KONYA Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı, televizyon kanallarında "mahalle baskısı", "Mikro Faşizm" hakkında açıklamalar yapan Fakülte Öğretim Üyesi İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Şahin Filiz’e, ‘İzinsiz olarak il dışına çıktığı ve televizyon kanallarında programlara katıldığı’ gerekçesi ile disiplin soruşturması başlattı. Doç. Dr. Şahin Filiz’in Ankara’da bulunan Avukatı Ali Altay ise, müvekkilinin televizyon kanallarında programlara katılmadan önce dekanlığa yazılı dilekçe sunduğunu, ancak dekanlığın dilekçeyi daha sonraki bir tarihte işleme aldığını söyledi.
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şahin Filiz hakkında soruşturma başlattı. ‘İzinsiz olarak il dışına çıktığı ve televizyon programlarına katıldığı’ gerekçesi ile başlatılan soruşturmanın baskı amaclı olduğunu ileri süren Doç. Dr. Filiz'in avukatı Ali Altay, “Müvekkilim 24 Kasım 2007 tarihinde SKY Türk’de Enver Arsever’in ve 25 Kasım 2007 tarihinde de Star Tv’de Ruhat Mengi’nin programına katılarak, mikro faşizm konusunda bilimsel açıklamalarda bulundu. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı ise bilimsel açıklamalara, bilimsel olarak karşılık veremeyince ‘izinsiz olarak il dışına çıktığı ve televizon programlarına katıldığı’ gerekçesi ile soruşturma başlattı'' dedi.
KONYA Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı, televizyon kanallarında "mahalle baskısı", "Mikro Faşizm" hakkında açıklamalar yapan Fakülte Öğretim Üyesi İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Şahin Filiz’e, ‘İzinsiz olarak il dışına çıktığı ve televizyon kanallarında programlara katıldığı’ gerekçesi ile disiplin soruşturması başlattı. Doç. Dr. Şahin Filiz’in Ankara’da bulunan Avukatı Ali Altay ise, müvekkilinin televizyon kanallarında programlara katılmadan önce dekanlığa yazılı dilekçe sunduğunu, ancak dekanlığın dilekçeyi daha sonraki bir tarihte işleme aldığını söyledi.
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şahin Filiz hakkında soruşturma başlattı. ‘İzinsiz olarak il dışına çıktığı ve televizyon programlarına katıldığı’ gerekçesi ile başlatılan soruşturmanın baskı amaclı olduğunu ileri süren Doç. Dr. Filiz'in avukatı Ali Altay, “Müvekkilim 24 Kasım 2007 tarihinde SKY Türk’de Enver Arsever’in ve 25 Kasım 2007 tarihinde de Star Tv’de Ruhat Mengi’nin programına katılarak, mikro faşizm konusunda bilimsel açıklamalarda bulundu. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı ise bilimsel açıklamalara, bilimsel olarak karşılık veremeyince ‘izinsiz olarak il dışına çıktığı ve televizon programlarına katıldığı’ gerekçesi ile soruşturma başlattı'' dedi.
10 Aralık 2007
YENİ YÖK BAŞKANI’NI “TÜRBAN” KONUSUNDA DESTEKLİYORUM
Bileniniz bilir, 27 yıllık öğretim üyeliği hayatımda, iki kez, biri resmi, 1986’da, diğeri gayri resmi, 1996-97 yılında, “derse türbanlı öğrenci almaktan” idarî olarak sorgulandım.
Yani, türban konusunda, mangalda kül bırakmayan İslamcı-dincilikle; türbanlı kızlara eğitim yasağı getiren, dinciliği Türkiye’ye musallat eden 12 Eylülcü cici laikçilik'e, her ikisine de tam karşı, tam yirmibeş yıldır, savaşım veren bir dünya görüşüne ve eyleme sahibim.
Bu bağlamda yeni YÖK başkanını destekliyorum.
Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN’ın, türban konusundaki görüşlerini ben, hem SBF-BYYO’da; hem de İ.Ü. İletişim Fakültesi’nde bizzat yaşadım. Türbanla okula başlayan kız öğrencilerin önemli bir kısmı, benim onlara anlattığım “Siyasal Bilim ve Düşünce Tarihi” derslerinden sonra, başlarını açıyorlardı. Bunun en güzel örneği, İletişim Fakültesi’nde asistanlığımı da yapan, şimdiki Dekan tarafından okuldan kovulmuş bulunan Arş. Gör. Fatma’dır. Türbanlı bir kızın aydınlanacağı tek yer üniversitedir. Bu hak ondan mahrum edilemez.
Yeni YÖK Başkanı’nın türbanla ilgili görüşleri, haber3.com’un haberine göre şöyle:
“Muhafazakar görüşlere sahip olan yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN, üniversitelerde türbana ılımlı yaklaşıyor. "Türban yasağı kalkarsa, üniversitede başı açık kimse kalmaz" diyen Tarhan Erdem'e şöyle yanıt veriyor: "Hiç öyle düşünmüyorum. Hatta serbestlik ortamı oluşacağı için türban takanların bir kısmı vazgeçecek. Türban takmayanların gereksiz korkuları var. Serbestlik olursa, daha liberal demokrasi olur. O zaman bu mesele konuşulmayacak. Çevre baskısı asla olmayacak. Kadınlar ilk aşamada eşitlik konusunda kan kaybedebilir. Erkekler açık olana ilgi duyup, farklı davranabilir. İnşallah bunla uğraşmak zorunda kalmayız."” (Kaynak: http://www.haber3.com/haber.php?haber_id=312921 )
Evet, aynı benim yaşadığım ve düşündüğüm gibi, böyle görüşlere sahip yeni YÖK Başkanımız.
Ben de, aynı Prof. ÖZCAN gibi, “türban” konusunda kamuya yanlış bilgiler veren manipülatif araştırmacı Tarhan ERDEM’i ve TESEV’ci Binnaz TOPRAK ile Ali ÇARKOĞLU’nu eleştirmiştim (Bkz: http://www.vistilefakademik.blogspot.com/ ) ve Tarhan ERDEM tarafından mahkemeye verilmiştim:
Bkz: http://www.versohaber.com/index.php?option=com_content&task=view&id=34&Itemid=2
ve http://www.versohaber.com/index.php?option=com_content&task=view&id=68&Itemid=2
Yeni dönemde, üniversitelere türbanı sokacak tüm yasal çabaları destekliyorum.
Türban’a sırf 12 Eylülcü asker ve YÖK idaresine yaranmak için karşı çıkarak yalakalık yapan, "benim anamın başı da örtülü" diye yave yave konuşan, “gizli” siyasetçi idarecileri, Rektörleri, Dekanları ve yalaka siyaseti tam anlamıyla üniversitelerden kovacağız...
Prof. Dr. Veysel BATMAZ
Yani, türban konusunda, mangalda kül bırakmayan İslamcı-dincilikle; türbanlı kızlara eğitim yasağı getiren, dinciliği Türkiye’ye musallat eden 12 Eylülcü cici laikçilik'e, her ikisine de tam karşı, tam yirmibeş yıldır, savaşım veren bir dünya görüşüne ve eyleme sahibim.
Bu bağlamda yeni YÖK başkanını destekliyorum.
Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN’ın, türban konusundaki görüşlerini ben, hem SBF-BYYO’da; hem de İ.Ü. İletişim Fakültesi’nde bizzat yaşadım. Türbanla okula başlayan kız öğrencilerin önemli bir kısmı, benim onlara anlattığım “Siyasal Bilim ve Düşünce Tarihi” derslerinden sonra, başlarını açıyorlardı. Bunun en güzel örneği, İletişim Fakültesi’nde asistanlığımı da yapan, şimdiki Dekan tarafından okuldan kovulmuş bulunan Arş. Gör. Fatma’dır. Türbanlı bir kızın aydınlanacağı tek yer üniversitedir. Bu hak ondan mahrum edilemez.
Yeni YÖK Başkanı’nın türbanla ilgili görüşleri, haber3.com’un haberine göre şöyle:
“Muhafazakar görüşlere sahip olan yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN, üniversitelerde türbana ılımlı yaklaşıyor. "Türban yasağı kalkarsa, üniversitede başı açık kimse kalmaz" diyen Tarhan Erdem'e şöyle yanıt veriyor: "Hiç öyle düşünmüyorum. Hatta serbestlik ortamı oluşacağı için türban takanların bir kısmı vazgeçecek. Türban takmayanların gereksiz korkuları var. Serbestlik olursa, daha liberal demokrasi olur. O zaman bu mesele konuşulmayacak. Çevre baskısı asla olmayacak. Kadınlar ilk aşamada eşitlik konusunda kan kaybedebilir. Erkekler açık olana ilgi duyup, farklı davranabilir. İnşallah bunla uğraşmak zorunda kalmayız."” (Kaynak: http://www.haber3.com/haber.php?haber_id=312921 )
Evet, aynı benim yaşadığım ve düşündüğüm gibi, böyle görüşlere sahip yeni YÖK Başkanımız.
Ben de, aynı Prof. ÖZCAN gibi, “türban” konusunda kamuya yanlış bilgiler veren manipülatif araştırmacı Tarhan ERDEM’i ve TESEV’ci Binnaz TOPRAK ile Ali ÇARKOĞLU’nu eleştirmiştim (Bkz: http://www.vistilefakademik.blogspot.com/ ) ve Tarhan ERDEM tarafından mahkemeye verilmiştim:
Bkz: http://www.versohaber.com/index.php?option=com_content&task=view&id=34&Itemid=2
ve http://www.versohaber.com/index.php?option=com_content&task=view&id=68&Itemid=2
Yeni dönemde, üniversitelere türbanı sokacak tüm yasal çabaları destekliyorum.
Türban’a sırf 12 Eylülcü asker ve YÖK idaresine yaranmak için karşı çıkarak yalakalık yapan, "benim anamın başı da örtülü" diye yave yave konuşan, “gizli” siyasetçi idarecileri, Rektörleri, Dekanları ve yalaka siyaseti tam anlamıyla üniversitelerden kovacağız...
Prof. Dr. Veysel BATMAZ
YENİ YÖK BAŞKANINI KUTLUYORUZ... DOĞRU SEÇİM...
"... ideolojik olarak zıt kutuplarda olmamıza rağmen ideolojinin insan ilişkilerinin samimiyet ekseninde hiç bir öneminin olmadığını göstermiş kişidir kendisi. üstün yetenekli bir akademisyen olması bir tarafa, gerçek bir eğitmendir aynı zamanda. namusuna, doğruluğuna, tatlı-sert uslubuna ve zekasına hayran olmamak mümkün değildir eğer ideolojik saplantılarınızın körleştirmediği gözleriniz varsa elbette... böyle adamlar lazım bu ülkeye; sağcısı ve solcusuyla eğer böyle akademisyenleri barındırabilirse üniversiteler, yök'ün gölgesi biraz daha çekilecektir geriye ve bilimin aydınlık ışığı biraz daha yansıyacaktır ziya hoca karakterinde akademisyenlerin açtığı pencerelerden. ." (spleen parnasien, 09.03.2007 09:45)
Kaynak: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=yusuf+ziya+ozcan
Kaynak: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=yusuf+ziya+ozcan
Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, TÜBİTAK Başkan Yardımcısı ve ODTÜ'de sosyolog. Aynı zamanda Ankara merkezli düşünce araştırma kuruluşu olan U.S.A.K.'ın (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı ve UHP'nin (Uluslararası Hukuk ve Politika dergisi)Yazı Kurulu üyesi.
İstanbul Üniversitesi Web sitesi yeni YÖK Başkanı'nın seçilmesini suskunlukla karşıladı. 10.12.2007 günü saat 18:09'a kadar sus pus oldu... (Şu anda 292 kişi sitemizde geziniyor. Bugün :22022Toplam Ziyaretçi Sayısı :17724628(14 Şubat 2006'dan itibaren)
09 Aralık 2007
REKTÖRLER ATAMA İLE GELMELİ...
MİLLİ EĞİTİM BAKANI ÇELİK’İ HEP ELEŞTİRDİK... AMA BU KEZ DESTEKLİYORUZ.
"Rektörlerin seçimle işbaşına gelmesi yani öğretim üyelerinin oylarıyla işbaşına gelmesi o üniversitede ille de akademiklik ya da özgürlük olduğu anlamına gelmiyor. Bana bir akademisyen olarak sorarsanız yıllardır bu işin içinde olan bir insan olarak bunun sancısını çeken bir insan olarak Türkiye'deki bugünkü sistemle yapılan rektörlük seçimi üniversitelere büyük bir fitne sokmuştur. Bana göre üniversitelerde rektör seçimle işbaşına gelmemelidir. Ve son zamanlarda sayın Doğramacı bir kitap yazdı ve bütün AB ülkelerinden ve gelişmiş ülkelerden örnek verdi. Ben üniversite rektörlük seçimi olmamalı dediğimde acaba 'sayın Doğramacı'nın etkisinde mi kaldı?' elbette sayın Doğramacı bu konudu duayen insanlardan birisidir. Onun yazdıkları doğruysa bu benim için de kabul edilebilir şeylerdir.”Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Habertürk, 9.12.2007
"Rektörlerin seçimle işbaşına gelmesi yani öğretim üyelerinin oylarıyla işbaşına gelmesi o üniversitede ille de akademiklik ya da özgürlük olduğu anlamına gelmiyor. Bana bir akademisyen olarak sorarsanız yıllardır bu işin içinde olan bir insan olarak bunun sancısını çeken bir insan olarak Türkiye'deki bugünkü sistemle yapılan rektörlük seçimi üniversitelere büyük bir fitne sokmuştur. Bana göre üniversitelerde rektör seçimle işbaşına gelmemelidir. Ve son zamanlarda sayın Doğramacı bir kitap yazdı ve bütün AB ülkelerinden ve gelişmiş ülkelerden örnek verdi. Ben üniversite rektörlük seçimi olmamalı dediğimde acaba 'sayın Doğramacı'nın etkisinde mi kaldı?' elbette sayın Doğramacı bu konudu duayen insanlardan birisidir. Onun yazdıkları doğruysa bu benim için de kabul edilebilir şeylerdir.”Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Habertürk, 9.12.2007
28 Kasım 2007
27 Kasım 2007
Rektöre soruşturma
Danıştay 1. Dairesi, bir öğretim görevlisinin, “yargı kararını gereği gibi ve zamanında uygulamadıkları” iddiasıyla İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mesut PARLAK ve Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Targan ÜNAL hakkındaki şikayeti üzerine, PARLAK ve ÜNAL ile ilgili YÖK'te birlikte soruşturma yapılmasına hükmetti.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu'ndaki bir öğretim görevlisi, “yargı kararlarını gereği gibi ve zamanında yerine getirmedikleri ve yargı kararlarını etkisiz bırakmak amacıyla işlem tesis etmek suretiyle görevlerini kötüye kullandıkları” iddiasıyla Parlak ve Ünal'ı şikayet etti. Şikayet üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Parlak ile ilgili dosyayı görevsizlik kararıyla YÖK'e, Ünal hakkındaki soruşturma evrakını ise İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne gönderdi. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünce oluşturulan Kurul, Ünal ile ilgili men-i muhakeme kararı verdi.
Öğretim görevlisi bu karara itiraz etti. İtirazı değerlendiren Danıştay 1. Dairesi, kararında, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 53. maddesinin hükümlerine değindi.
Kararda, söz konusu maddede, YÖK Başkanı dışındakiler için ilk soruşturmanın YÖK başkanınca veya diğer disiplin amirlerince doğrudan veya görevlendirecekleri uygun sayıda soruşturmacı tarafından; üniversite rektörleri, rektör yardımcıları ve üst kuruluş genel sekreterleri hakkında son soruşturmanın açılıp açılmamasına YÖK üyelerinden teşkil edilen 3 kişilik kurulun karar vereceğinin hükme bağlandığı, değişik statüde kişilerin birlikte suç işlemeleri halinde ise soruşturma usulü ve yetkili yargılama makamının görev itibarıyla üst dereceliye göre tayin olunacağı hükmüne yer verildiği belirtildi.
Kararda, şöyle denildi:
“Yukarıda anılan yasa hükümleri uyarınca şüphelinin rektör ile birlikte suç işlediği iddia edildiğinden, yapılacak soruşturmanın rektörün tabi olduğu soruşturma usulüne göre yapılması, yine rektörün tabi olduğu usule göre oluşturulacak son soruşturma kurulunca karar verilmesi gerektiğinden Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Müdürü hakkında belirtilen usulde yapılacak soruşturma sonucunda YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca karar verilmesi zorunludur.”
Danıştay 1. Dairesi, şüpheli hakkında İstanbul Üniversitesi son soruşturma kurulunca verilen meni muhakeme kararını bu gerekçeyle bozdu. Daire, yasada belirtilen usule göre “Rektör Parlak ile ilgili soruşturmayla birleştirilmek suretiyle soruşturmanın yapılmasından sonra YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca Parlak ve Ünal hakkında birlikte karar verilmek üzere, dosyanın YÖK Başkanlığına iletilmesi için İstanbulÜniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesine oy birliğiyle karar verdi.
Danıştay 1. Dairesi, şüpheli hakkında İstanbul Üniversitesi son soruşturma kurulunca verilen meni muhakeme kararını bu gerekçeyle bozdu. Daire, yasada belirtilen usule göre “Rektör Parlak ile ilgili soruşturmayla birleştirilmek suretiyle soruşturmanın yapılmasından sonra YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca Parlak ve Ünal hakkında birlikte karar verilmek üzere, dosyanın YÖK Başkanlığına iletilmesi için İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesine oy birliğiyle karar verdi. (A.A.)
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu'ndaki bir öğretim görevlisi, “yargı kararlarını gereği gibi ve zamanında yerine getirmedikleri ve yargı kararlarını etkisiz bırakmak amacıyla işlem tesis etmek suretiyle görevlerini kötüye kullandıkları” iddiasıyla Parlak ve Ünal'ı şikayet etti. Şikayet üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Parlak ile ilgili dosyayı görevsizlik kararıyla YÖK'e, Ünal hakkındaki soruşturma evrakını ise İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne gönderdi. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünce oluşturulan Kurul, Ünal ile ilgili men-i muhakeme kararı verdi.
Öğretim görevlisi bu karara itiraz etti. İtirazı değerlendiren Danıştay 1. Dairesi, kararında, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 53. maddesinin hükümlerine değindi.
Kararda, söz konusu maddede, YÖK Başkanı dışındakiler için ilk soruşturmanın YÖK başkanınca veya diğer disiplin amirlerince doğrudan veya görevlendirecekleri uygun sayıda soruşturmacı tarafından; üniversite rektörleri, rektör yardımcıları ve üst kuruluş genel sekreterleri hakkında son soruşturmanın açılıp açılmamasına YÖK üyelerinden teşkil edilen 3 kişilik kurulun karar vereceğinin hükme bağlandığı, değişik statüde kişilerin birlikte suç işlemeleri halinde ise soruşturma usulü ve yetkili yargılama makamının görev itibarıyla üst dereceliye göre tayin olunacağı hükmüne yer verildiği belirtildi.
Kararda, şöyle denildi:
“Yukarıda anılan yasa hükümleri uyarınca şüphelinin rektör ile birlikte suç işlediği iddia edildiğinden, yapılacak soruşturmanın rektörün tabi olduğu soruşturma usulüne göre yapılması, yine rektörün tabi olduğu usule göre oluşturulacak son soruşturma kurulunca karar verilmesi gerektiğinden Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Müdürü hakkında belirtilen usulde yapılacak soruşturma sonucunda YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca karar verilmesi zorunludur.”
Danıştay 1. Dairesi, şüpheli hakkında İstanbul Üniversitesi son soruşturma kurulunca verilen meni muhakeme kararını bu gerekçeyle bozdu. Daire, yasada belirtilen usule göre “Rektör Parlak ile ilgili soruşturmayla birleştirilmek suretiyle soruşturmanın yapılmasından sonra YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca Parlak ve Ünal hakkında birlikte karar verilmek üzere, dosyanın YÖK Başkanlığına iletilmesi için İstanbulÜniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesine oy birliğiyle karar verdi.
Danıştay 1. Dairesi, şüpheli hakkında İstanbul Üniversitesi son soruşturma kurulunca verilen meni muhakeme kararını bu gerekçeyle bozdu. Daire, yasada belirtilen usule göre “Rektör Parlak ile ilgili soruşturmayla birleştirilmek suretiyle soruşturmanın yapılmasından sonra YÖK üyelerinden oluşturulacak 3 kişilik kurulca Parlak ve Ünal hakkında birlikte karar verilmek üzere, dosyanın YÖK Başkanlığına iletilmesi için İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesine oy birliğiyle karar verdi. (A.A.)
18 Kasım 2007
ÜNİVERSİTELERE YENİ DÜZEN...
TIP FAKÜLTELERİ, ÜNİVERSİTELERİ MÂLİ ve İDARÎ OLARAK SÖMÜRÜYORLAR, İSTİSMAR EDİYORLAR...
Tıp Fakültelerinin bütçeleri, bir üniversitenin en büyük bütçe kalemidir... Bu kalem olmasa, diğer fakülteler daha fazla bütçeye sahip olabilecektir.
Mali olarak, döner sermayeler bir havuzda toplandığı halde, tıpçılar nedeniyle diğer fakültelere hiç bir pay verilmez. Sadaka niteliğindeki, “yurtdışı gezi” “harcırah ve yollukları” ve bazı kendinden menkul “araştırma fonları” dışında, fakülteler fiziki yapıları ve eğitim kaliteleri için, üniversite döner sermaye havuzundan pay alamazlar. Çünkü tıpçı rektörler vermez. Bu doğal, fakat bütçenin de büyük payı tıpçılara gittiğinden, diğer temel fakültelerin devletten daha az mali kaynak almasına dolaylı olarak katkıda bulunurlar, bu tıpçılar.
İdarî olarak, tıpçılar, hukuktan anlamadıkları için, mevzuat ile yasayı; hukuk ile yetkiyi birbirine karıştırdıkları ve hayatları boyunca birbirleri ile üniversite içinde vahşi bir rekabet ve kliklerle çalıştıkları için (“klinik” ile “klik” arasında etimolojik aynılık vardır. Bkz: Latince Sözlükler), üniveriteyi de kendi adamları ile yönetmeye kalkarlar. Bunların bu doğalarını bilen bazı “yanar dönerler” de, felsefeci ve jeomorfolojikler, zemine iyi uydukları için, üniveriteyi bir hastane gibi görerek, alt-üst ilişkisi ile yönetirler. Bilmezler ki, üniversitedeki akademik ve idari hayat, doktora sonrasından başlayarak, primus interpares’tir.
Bu nedenlerle derhal tıp fakülteleri, kendi üniversitelerini kurmak için, bugünkü üniversitelerden çıkartılmalıdır.
Üniversite reformu ancak bundan sonra anlamlı olabilir.
İkinci olarak yapılacak iş: üniversitelerin, üniversite olabilmeleri için, Bölüm düzeyinde “mali özerklik”, “ita amirliği” ve “tüzel kişilik” yetkilendirmeleridir. Bunun için zaten pratik bir yapı mevcuttur. Öğrenciyi ÖSS’den, bölümler, doğrudan almakta; bir çok bölüm (tıp ve hukuk hariç) kendi diplomasını vermektedir. 2547 sayılı yasa da, aslında bu tür bir yapıya açıktır. Dekanları, “temsilci,” “koordinatör,” “genel denetçi-gözetmen” ve “kurul kararlarının uygulayan” bir konuma getirmiş (Madde 16) ve Bölüm Başkanlarının bölümü idare ettiğini (Madde 21) amir hüküm halinde “emretmiştir.” Bunu 26 yıldır anlayan yoktur. Kaldı ki, tıpçı rektörler yasadan anlamadıkları ve üniversiteyi hastane veya klinik gibi gördüklerinden ve onların seçtikleri Dekanlar da “yetki” ile “kamu görevinin” ancak “yasadan alınacağını” bilemediklerinden, üniversiteler, “veri tabanı ilan” eden ve “cititation index’ten başka bir haltı, kalite olarak göremeyen,” zavallı, kurak ve verimsiz; öğrenciye müşteri muamelesi yapan “eğitim kursları” haline dönüşmüştür. Üniversite reformu için yapılacak tek iş, dekanları olduğu yerde bırakmak; rektörü temsilci yapmak ve Bölümü bölüm başkanı ile idareye gerçek anlamıyla kavuşturmaktır. Dünyanın bütün üniversitelerinde, Harvard Tıp dahil, bu böyledir.
Cumhuriyeti üniversitede kaybeden Türkiye, Cumhuriyeti tekrar üniversitede kazanacaktır. Bunun ilk yolu da tıpçıları kendi üniversitelerine göndermek ve Bölüm düzeyinde “ita amirliği” ve “tüzel kişilik” tanımaktır.
Vistilef- Prof. Dr. Veysel Batmaz
Tıp Fakültelerinin bütçeleri, bir üniversitenin en büyük bütçe kalemidir... Bu kalem olmasa, diğer fakülteler daha fazla bütçeye sahip olabilecektir.
Mali olarak, döner sermayeler bir havuzda toplandığı halde, tıpçılar nedeniyle diğer fakültelere hiç bir pay verilmez. Sadaka niteliğindeki, “yurtdışı gezi” “harcırah ve yollukları” ve bazı kendinden menkul “araştırma fonları” dışında, fakülteler fiziki yapıları ve eğitim kaliteleri için, üniversite döner sermaye havuzundan pay alamazlar. Çünkü tıpçı rektörler vermez. Bu doğal, fakat bütçenin de büyük payı tıpçılara gittiğinden, diğer temel fakültelerin devletten daha az mali kaynak almasına dolaylı olarak katkıda bulunurlar, bu tıpçılar.
İdarî olarak, tıpçılar, hukuktan anlamadıkları için, mevzuat ile yasayı; hukuk ile yetkiyi birbirine karıştırdıkları ve hayatları boyunca birbirleri ile üniversite içinde vahşi bir rekabet ve kliklerle çalıştıkları için (“klinik” ile “klik” arasında etimolojik aynılık vardır. Bkz: Latince Sözlükler), üniveriteyi de kendi adamları ile yönetmeye kalkarlar. Bunların bu doğalarını bilen bazı “yanar dönerler” de, felsefeci ve jeomorfolojikler, zemine iyi uydukları için, üniveriteyi bir hastane gibi görerek, alt-üst ilişkisi ile yönetirler. Bilmezler ki, üniversitedeki akademik ve idari hayat, doktora sonrasından başlayarak, primus interpares’tir.
Bu nedenlerle derhal tıp fakülteleri, kendi üniversitelerini kurmak için, bugünkü üniversitelerden çıkartılmalıdır.
Üniversite reformu ancak bundan sonra anlamlı olabilir.
İkinci olarak yapılacak iş: üniversitelerin, üniversite olabilmeleri için, Bölüm düzeyinde “mali özerklik”, “ita amirliği” ve “tüzel kişilik” yetkilendirmeleridir. Bunun için zaten pratik bir yapı mevcuttur. Öğrenciyi ÖSS’den, bölümler, doğrudan almakta; bir çok bölüm (tıp ve hukuk hariç) kendi diplomasını vermektedir. 2547 sayılı yasa da, aslında bu tür bir yapıya açıktır. Dekanları, “temsilci,” “koordinatör,” “genel denetçi-gözetmen” ve “kurul kararlarının uygulayan” bir konuma getirmiş (Madde 16) ve Bölüm Başkanlarının bölümü idare ettiğini (Madde 21) amir hüküm halinde “emretmiştir.” Bunu 26 yıldır anlayan yoktur. Kaldı ki, tıpçı rektörler yasadan anlamadıkları ve üniversiteyi hastane veya klinik gibi gördüklerinden ve onların seçtikleri Dekanlar da “yetki” ile “kamu görevinin” ancak “yasadan alınacağını” bilemediklerinden, üniversiteler, “veri tabanı ilan” eden ve “cititation index’ten başka bir haltı, kalite olarak göremeyen,” zavallı, kurak ve verimsiz; öğrenciye müşteri muamelesi yapan “eğitim kursları” haline dönüşmüştür. Üniversite reformu için yapılacak tek iş, dekanları olduğu yerde bırakmak; rektörü temsilci yapmak ve Bölümü bölüm başkanı ile idareye gerçek anlamıyla kavuşturmaktır. Dünyanın bütün üniversitelerinde, Harvard Tıp dahil, bu böyledir.
Cumhuriyeti üniversitede kaybeden Türkiye, Cumhuriyeti tekrar üniversitede kazanacaktır. Bunun ilk yolu da tıpçıları kendi üniversitelerine göndermek ve Bölüm düzeyinde “ita amirliği” ve “tüzel kişilik” tanımaktır.
Vistilef- Prof. Dr. Veysel Batmaz
14 Kasım 2007
İstanbul Üniversitesi'nden sonra Doğan Medyaya...
MAHKEME KARARINA DOYMAK BİLMİYORLAR...
Zeytinburnu Cumhuriyet Başsavcılığından sonra, Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı da, Doğan Medya Grubu yazarı, inanılmazları başaran araştırmacı Tarhan ERDEM’in Prof. Dr. Veysel BATMAZ’ı, “basın yoluyla kendisine hakaret” gerekçesi ile şikayetine “takipsizlik” kararı verdi.
Zeytinburnu Cumhuriyet Başsavcılığından sonra, Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı da, Doğan Medya Grubu yazarı, inanılmazları başaran araştırmacı Tarhan ERDEM’in Prof. Dr. Veysel BATMAZ’ı, “basın yoluyla kendisine hakaret” gerekçesi ile şikayetine “takipsizlik” kararı verdi.
ÜNİVERSİTELERDE YENİ YAPILANMA ŞART
Gittikçe bozulan Türk üniversite (yüksek öğretim) yapısına yeni bir düzen önerisi:
“Immanuel Kant, 1798’de yayımlanmış olan Fakültelerin Çatışması [Der Streit der Fakultäten] kitabının, “Felsefe Fakültesinin Hukuk Fakültesi ile Çatışması” bölümünün başında şu soruyu soruyor: “İnsan soyu sürekli olarak ilerlemekte midir?” Bu soru, “insan soyunda, onun daha iyiye doğru ilerlemesinin nedenini oluşturan eğilim ve yetiye [kudrete (Vermögen)] işaret edecek” bir olay, bir gösterge var mıdır, eğer böyle bir ilerlemeden söz edebileceksek, bunun işaretini bize ne verebilir, sorusudur. Kant, böyle bir sorunun, “insanlığı etkileyen bir olayın, tarihsel bir gösterge olarak sürekli bir ilerlemenin hatırlatıcısı, kanıtlayıcısı ve gelecekte de devam edeceğinin belirtisi olmasıyla (signum rememorativum, demonstrativum, prognostikon)” yanıtlanabileceğini ifade eder.” (...)
“Kant Hegel'den önce şu soruyu sormuştu: "ilerleme" düşüncesi, yani Tarihe güven nasıl mümkündür? Bunun için bazı işaretler olmalı: Kant'a göre bu işaretlerden ilki "signum rememorativum" idi (Fakültelerin Çatışması adlı çok ilginç kitabından: §348: "Signatum actuale, §347, vel present est, tunc signum dicitur demonstrativum; vel praeteritum, tunc signum dicitur mnemonicum, vel futurum, §298, tunc dicitur prognosticon.) --yani insanlar, tarihte her zaman, hep başarısız olsalar da, gelecekteki daha iyi bir hayat için mücadele etmeye hazırdılar... Şu anda, yani Aydınlanma Çağının ortasında ve Devrimin göbeğinde, anlaşılıyor ki buna hala hazırlar: Kant Fransız Devrimini selamlarken onun "gesticulatio"sunu (siyasi cinayet ve terör serileri, savaş ve katliamlar) önemsememişti... Onun için önemli olan şey, açıkçası herkes için çok büyük fedakarlıklar gerektiren bu devrimin yine de halklar için bir coşku nesnesi nasıl olduğuydu... Coşku, Enthusiasmus, burada anahtar terim olmalı...
“Kant için coşkuyu uyandırabilecek güç ne bilgi ne de ahlak olarak görünüyor... bu güç daha çok Yüce ve Güzel ile ilgili --daha güzel bir hayat, daha "yüce" bir Varoluş... O bunu fakültelerin, yani yetilerin çatışmasının bir ürünü olarak gördü: ilerleme zaten bu demekti...”
Sadece Kant’a dönerek bile Türkiye'de bu yeni üniversite yapılanması hazırlanabilir.
Kant, Fakülte yani yeti, beceri demek olan olguların ayrı ayrı düzenlenerek çatışmasından ilerlemenin doğduğunu söylüyor. Nitekim, Alman üniversite sistemini benimsemiş Mustafa Kemal’in üniversite yapısı da bu ilkeyi benimsemişti. Yani, ayrı ayrı Fakülteler çatışacaktı ve “en hakiki mürşit” bulunacaktı. Bunu ilk kez Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kurarak gerçekleştirdi. Yeni bir yapı ve yeni ilkelerle, bir ulus devlet yaratmanın zorunlu koşulları ve kalkınmalı bir ilerleme (Türk Aydınlanması) hazırlanacaktı. Bu 1939’da sona erdi. Sona erdiren de, hemen sonra, yani 1939’dan sonra, Türk devletinin hükümet ve siyasal iktidarını gaspetmiş olan İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk Fakülteleri profesörleridir.
Tıbbiye’nin de üniversite biçimine dönüştürülmesi ve İstanbul Üniversitesine dahil edilmesi bu bozulmayı başlattı ve hızlandırdı. Yani, sadece 1982’deki YÖK değil, 1939’dan bu yana bozuk bu yapı.
Nasıl düzelir?
Bu sorunun yanıtı basit:
Üniversiteleri dört ayrı ÜNİVERSİTE türüne ayrıştırarak ve aralarında Kant’ın önerdiği gibi özerk ve bağımsız akademik çatışmalar yaratarak:
Hukuk Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Özel Hukuk Fakültesi
Kamu Hukuku Fakültesi
Roma Hukuku Fakültesi
Adlî Tıp Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar)
Sağlık Üniversitesi
Veteriner Fakültesi
Hemşirelik Fakültesi
Tıp Fakültesi
Dişçilik Fakültesi
Eczacılık Fakültesi
FKB Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar ve Araştırma Enstitüleri)
Fen ve Mühendislik Üniversitesi
Makina Fakültesi
Mimarlık Fakültesi
Elektronik Fakültesi
Orman Fakültesi
İnşaat ve Çevre Fakültesi
Tarım Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar)
Toplum Üniversitesi
Sosyoloji Fakültesi
Psikoloji Fakültesi
Felsefe Fakültesi
İktisat Fakültesi
Ticaret ve İşletme Fakültesi
Edebiyat Fakültesi
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar, Güzel Sanatlar Akademisi ve Araştırma Enstitüleri)
Bu konudaki görüş ve önerilerinizi veysel.batmaz@gmail.com a gönderebilirsiniz. Tartışma çatışmadan çıkar, çatışma da ilerlemeyi yaratır: “Barika-i Hakikât Müsademe-i Efkârdan Doğar.”
Vistilef-Prof. Dr. Veysel Batmaz
“Immanuel Kant, 1798’de yayımlanmış olan Fakültelerin Çatışması [Der Streit der Fakultäten] kitabının, “Felsefe Fakültesinin Hukuk Fakültesi ile Çatışması” bölümünün başında şu soruyu soruyor: “İnsan soyu sürekli olarak ilerlemekte midir?” Bu soru, “insan soyunda, onun daha iyiye doğru ilerlemesinin nedenini oluşturan eğilim ve yetiye [kudrete (Vermögen)] işaret edecek” bir olay, bir gösterge var mıdır, eğer böyle bir ilerlemeden söz edebileceksek, bunun işaretini bize ne verebilir, sorusudur. Kant, böyle bir sorunun, “insanlığı etkileyen bir olayın, tarihsel bir gösterge olarak sürekli bir ilerlemenin hatırlatıcısı, kanıtlayıcısı ve gelecekte de devam edeceğinin belirtisi olmasıyla (signum rememorativum, demonstrativum, prognostikon)” yanıtlanabileceğini ifade eder.” (...)
“Kant Hegel'den önce şu soruyu sormuştu: "ilerleme" düşüncesi, yani Tarihe güven nasıl mümkündür? Bunun için bazı işaretler olmalı: Kant'a göre bu işaretlerden ilki "signum rememorativum" idi (Fakültelerin Çatışması adlı çok ilginç kitabından: §348: "Signatum actuale, §347, vel present est, tunc signum dicitur demonstrativum; vel praeteritum, tunc signum dicitur mnemonicum, vel futurum, §298, tunc dicitur prognosticon.) --yani insanlar, tarihte her zaman, hep başarısız olsalar da, gelecekteki daha iyi bir hayat için mücadele etmeye hazırdılar... Şu anda, yani Aydınlanma Çağının ortasında ve Devrimin göbeğinde, anlaşılıyor ki buna hala hazırlar: Kant Fransız Devrimini selamlarken onun "gesticulatio"sunu (siyasi cinayet ve terör serileri, savaş ve katliamlar) önemsememişti... Onun için önemli olan şey, açıkçası herkes için çok büyük fedakarlıklar gerektiren bu devrimin yine de halklar için bir coşku nesnesi nasıl olduğuydu... Coşku, Enthusiasmus, burada anahtar terim olmalı...
“Kant için coşkuyu uyandırabilecek güç ne bilgi ne de ahlak olarak görünüyor... bu güç daha çok Yüce ve Güzel ile ilgili --daha güzel bir hayat, daha "yüce" bir Varoluş... O bunu fakültelerin, yani yetilerin çatışmasının bir ürünü olarak gördü: ilerleme zaten bu demekti...”
Sadece Kant’a dönerek bile Türkiye'de bu yeni üniversite yapılanması hazırlanabilir.
Kant, Fakülte yani yeti, beceri demek olan olguların ayrı ayrı düzenlenerek çatışmasından ilerlemenin doğduğunu söylüyor. Nitekim, Alman üniversite sistemini benimsemiş Mustafa Kemal’in üniversite yapısı da bu ilkeyi benimsemişti. Yani, ayrı ayrı Fakülteler çatışacaktı ve “en hakiki mürşit” bulunacaktı. Bunu ilk kez Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kurarak gerçekleştirdi. Yeni bir yapı ve yeni ilkelerle, bir ulus devlet yaratmanın zorunlu koşulları ve kalkınmalı bir ilerleme (Türk Aydınlanması) hazırlanacaktı. Bu 1939’da sona erdi. Sona erdiren de, hemen sonra, yani 1939’dan sonra, Türk devletinin hükümet ve siyasal iktidarını gaspetmiş olan İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Hukuk Fakülteleri profesörleridir.
Tıbbiye’nin de üniversite biçimine dönüştürülmesi ve İstanbul Üniversitesine dahil edilmesi bu bozulmayı başlattı ve hızlandırdı. Yani, sadece 1982’deki YÖK değil, 1939’dan bu yana bozuk bu yapı.
Nasıl düzelir?
Bu sorunun yanıtı basit:
Üniversiteleri dört ayrı ÜNİVERSİTE türüne ayrıştırarak ve aralarında Kant’ın önerdiği gibi özerk ve bağımsız akademik çatışmalar yaratarak:
Hukuk Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Özel Hukuk Fakültesi
Kamu Hukuku Fakültesi
Roma Hukuku Fakültesi
Adlî Tıp Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar)
Sağlık Üniversitesi
Veteriner Fakültesi
Hemşirelik Fakültesi
Tıp Fakültesi
Dişçilik Fakültesi
Eczacılık Fakültesi
FKB Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar ve Araştırma Enstitüleri)
Fen ve Mühendislik Üniversitesi
Makina Fakültesi
Mimarlık Fakültesi
Elektronik Fakültesi
Orman Fakültesi
İnşaat ve Çevre Fakültesi
Tarım Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar)
Toplum Üniversitesi
Sosyoloji Fakültesi
Psikoloji Fakültesi
Felsefe Fakültesi
İktisat Fakültesi
Ticaret ve İşletme Fakültesi
Edebiyat Fakültesi
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi
(İlgili Yüksek Okullar, Güzel Sanatlar Akademisi ve Araştırma Enstitüleri)
Bu konudaki görüş ve önerilerinizi veysel.batmaz@gmail.com a gönderebilirsiniz. Tartışma çatışmadan çıkar, çatışma da ilerlemeyi yaratır: “Barika-i Hakikât Müsademe-i Efkârdan Doğar.”
Vistilef-Prof. Dr. Veysel Batmaz
12 Kasım 2007
AKP’nin İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’ni Üçe Bölmesini Destekliyoruz....
TIP FAKÜLTELERİ ÜNİVERSİTE DIŞINA ÇIKARTILSIN!...
Artık Türkiye’deki üniversiteler, ilgi alanlarına, hâttâ bilim alanlarına göre adlandırılıyorlar. Bu yeni eğilim, örtük ve daha genel olarak zaten var olan bir olgunun artık iyice su üstüne çıkması ve “ad” olarak söylenmesidir. Türkiye’de bu eğilim aslında eskidir.
Üniversite ve Fakültelere, geleneksel adlandırmanın dışında, bilimsel alanlarını tam olarak tanımlanın ilk örneğini, Mustafa Kemal vermiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’nin her çeşit müesseseleri Ankara’da kurulmalı idi. Atatürk bunu istiyordu. ‘Bu işe Tarih-Coğrafya ve dil öğrenimi ile başlamalı’ dediği zaman, ben bir Edebiyat fakültesi kurulmasından bahsettim. Fakat Atatürk Dil ve Tarih-Coğrafya’nın fakülte adı olarak alınmasında dikkati çekme bakımından faydalı bulduğunu ve bu konunun önemini belirtmekte işe yarayacağını kabul ediyordu. ... Atatürk’ün tarih çalışmaları yanında o sıralarda daha çok meşgul olduğu dil nazariyeleriyle Türk dilinin tarih içinde ve bugünkü durumunun incelenmesi idi. Coğrafya ile tarihin sıkı işbirliği ise [Atatürk’e göre] esastı.” (Afetinan, Atatürk'ten Mektuplar, s: 25’den aktaran Veysel Batmaz, Atlantis’in Dili Türkçe, Salyangoz Yay. s: 26)
Türkiye’de Mustafa Kemal’den sonra, ve güncel eğilimden önce de, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İTÜ, KTÜ gibi adlarla anılan üniversitelerimiz vardı ve bilim alanların adlarının içinde barındırıyorlardı. Şimdi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Türkiye Ekonomi ve Ticaret Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi olarak da adlandırılıyorlar. Eski adlarını koruyanlar da var: Sütçü İmam Üniversitesi ya da Atatürk’ün 1933’de kurduğu ama ona yaraşır olmayı hiç bir zaman beceremeyen, Onun kuramları ile ilgili tek satır araştırma yapmayı kendine zul sayan, İstanbul Üniversitesi gibi...
AKP’nin, “hantal ve verimsiz üniversiteleri bölme” projesinde yer alan, bu tür bilim alanlarına göre yeni üniversite adlandırmalarının en yenisi, İstanbul Sağlık ve Tıp Üniversitesi adıyla geçiyor. Bu çok doğru bir adlandırma.
AKP’nin üniversiteleri bölme projesi, Vistilef Bilim ve Örgütlenme Grubunun uzun süredir düşündüğü bir adlandırma sistemine uyarlı olarak yeni bir öneri getirerek, İstanbul Üniversitesi’nde insan ve hayvan sağlığını bilimsel bilgi alanı olarak meslek biçiminde öğreten, aslen birer meslek yüksek okulu olan Tıp, Diş, Eczacılık, Hemşirecilik, Adli Tıp ve Veteriner fakültelerini İstanbul Sağlık ve Tıp Üniversitesi olarak aynı çatı altında topluyor.
Bu gelişme, tam da olması gereken bir gelişme çünkü sağlık bilimleri ile uğraşan, “tıp fakülteleri” adı altındaki meslek okulları, aslında akademik yapıya ve tarza uymayan, ticaretin ve pratiğin iç içe geçtiği, ilaç şirketleri ve tıp aletleri üreticileri ile sarmaş dolaş, kendi aralarında vahşice birbiriyle rekabet eden ve üniversiter dayanışmacı ve interdisipliner yapıyı hazmedememiş, kantinciliğin, oto parkçılığın ve eczanelerin doğrudan satış yaptıkları, hastayı müşteri, Fakülte’yi de “hastane” zanneden, yüksek meslek okulları biçiminde örgütleniyorlar. Bugün hangi Çapa ve Cerrahpaşa profesörüne sorsanız, “neredesin” diye, ya “hastanedeyim”, ya da “muayenehanedeyim” der. Hiç biri, “Fakültedeyim” demez.
Bu asalaklık ve fütursuzluk, Üniversitelerin geneline de sirayet eder. Bu profesörler, her üniversitede öğretim üyesi sayıları fazla olduğundan, kendileri ile ilgisiz ve tam akademik tarzda örgütlenmesi gereken diğer bilimsel ve akademik fakülteleri, seçtikleri tıpçı rektörlerle, ticaretin ve hastanenin hukuksuz, hiyerarşik ve kaotik ortamına atarlar. Çünkü onlar için hastane ve muayenahaneden başka bir şey yoktur. Hastane de (tıp fakülteleri) kendilerine müşteri kazandıran ve ilaç şirketleri için araştırma yaptıkları laboratuarlardır. Bu laboratuarların parası da devletten çıkmaktadır. Ayrıca, Tıp Fakülteleri üniversitenin bütün kaynaklarını yalayıp yutar, yer bitirir ve döner sermayeleri sadece kendilerine çalışır. Tek tek incelendiğinde, tıp fakültelerinin üniversite bütçesinin tamamına yakınını yok ettiği görülecektir.
Tıpçı rektörler, tüm üniversiteyi bir klinik haline getirirler. Onlar doktor, diğer öğretim üyeleri hasta! Bir de en önemlisi, Türkiye’nin en verimli ve kaliteli üniversiteleri içlerinde Tıp fakültesi olmaayan üniversitelerdir: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi. “Bu işte vardır bir keramet” demek gerekir.
Hukuksuzluktan üniversite dışına itilmiş İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu, İletişim Fakültesi’nin hukuka aykırı olarak katıldığı bir Akademik Genel Kurulu’nda, orada bulunan profesör ve diğer öğretim üyelerine, “mikroplar” diye bağırmasından da anlaşıldığı gibi, kendileri dışında, kendileri ile görüş veya eylem anlayışı farklılığı bulunan tüm öğretim üyelerini, hastalıklı bünye olarak görürler. Bu nedenle, üniversitelerde, iç denetim, bilimsel hırsızlık (intihal) vakaları artar ve her geçen gün tüm fakülteler, aynı tıp fakülteleri gibi birer meslek yüksek okulu haline, öğretim üyeleri de hastane personeli haline dönüşler.
Akademik hayata tam olarak aykırı olan bu amorf yapının düzelmesi için, tıpçı ve sağlıkçıların üniversite dışına çıkartılması, kendilerinin “kendi tıp üniversiteleri” çatısı altında toplanması gerekir. Zaten Türkiye’de YÖK’ün ve AKP’nin yaptığı ve yapacağı da bu olmalıdır. Tıpçıları, akademik hayata uyum gösteremedikleri ve akademik hayatı mikrobik olarak gördükleri için üniversitenin dışına atmak...
Bu durumu ilk fark edenlerden biri, efsanevi Rektör, dostumuz Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, bu “atmayı” Anadolu Üniversitesi’nde yaptı. Tıp fakültesini üniversite dışına çıkartarak Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi’ni kurdu. Ancak bu üniversite de sadece tıpla yetinmedi, çünkü tıpçı rektöre, hasta muamelesi yapacağı bir öğretim üyesi kadrosu gerekliydi, başka fakülteler kurdu.
Vistilef, tıp fakültelerini ve hayvan sağlığı ile ilgili olanlar da dahil tüm sağlık fakültelerini ve meslek yüksek okullarını tek çatı haline getirerek ayrı üniversite içinde birleştirilmesinin, Türk üniversitelerini genel sağlığına kavuşturacak ve koruyacak bir gelişme olarak görüyor ve AKP’nin projesini destekliyor...
Bu konuda tartışma açıyoruz; görüşlerinizi bekliyoruz. Yazı yazarak veya yorum yaparak tartışmaya katılabilirsiniz.... Rektörlerden lütfen korkmayın, onlar da sizin bizim gibi “hasta” olurlar ve çoğunluğu hukuksuzluktan müzdarip bir halde rektörlükleri sonrasında tazminat ödemeye mahkum olurlar. Yazılarınız ve yorumlarınız için: veysel.batmaz@gmail.com
EK:
“Eski Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, İstanbul Üniversitesi'nin 500 üniversite arasına girmesinin Türkiye'deki tüm üniversiteler düşünüldüğünde çok fazla bir şey ifade etmediğini kaydetti. Üniversitelerin kendi işini yapmak yerine kurumsal olarak siyasallaştığı için bilim üretemediğine dikkat çeken Hatipoğlu şu yorumu yaptı: "Bilimsel yayınlarda son yıllarda Türkiye'de düşüş başladı. Akademik çalışmalar sadece yükselme için yapılıyor. Doçent, profesör olan bilimsel çalışmayı bırakıyor. Akademisyenler tamamen siyasete ve paraya yöneldi. Yaz okulu, kış okulu, bütünleme parası, ek ders ücreti gibi konulara yöneldiler. Moral yok. Üniversiteler bana göre bitmiştir. Öğretim üyesinin mutlaka bir siyasi görüşü olur; ancak kurum olarak siyasallaşma var. Birey önemli değil; ama 5-6 yıldır üniversite kurumu siyasallaştı. Bu da üniversitelere büyük zarar veriyor. Bu da çalışanları mağdur ediyor.”
Vistilef- Prof. Dr. Veysel Batmaz
Artık Türkiye’deki üniversiteler, ilgi alanlarına, hâttâ bilim alanlarına göre adlandırılıyorlar. Bu yeni eğilim, örtük ve daha genel olarak zaten var olan bir olgunun artık iyice su üstüne çıkması ve “ad” olarak söylenmesidir. Türkiye’de bu eğilim aslında eskidir.
Üniversite ve Fakültelere, geleneksel adlandırmanın dışında, bilimsel alanlarını tam olarak tanımlanın ilk örneğini, Mustafa Kemal vermiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’nin her çeşit müesseseleri Ankara’da kurulmalı idi. Atatürk bunu istiyordu. ‘Bu işe Tarih-Coğrafya ve dil öğrenimi ile başlamalı’ dediği zaman, ben bir Edebiyat fakültesi kurulmasından bahsettim. Fakat Atatürk Dil ve Tarih-Coğrafya’nın fakülte adı olarak alınmasında dikkati çekme bakımından faydalı bulduğunu ve bu konunun önemini belirtmekte işe yarayacağını kabul ediyordu. ... Atatürk’ün tarih çalışmaları yanında o sıralarda daha çok meşgul olduğu dil nazariyeleriyle Türk dilinin tarih içinde ve bugünkü durumunun incelenmesi idi. Coğrafya ile tarihin sıkı işbirliği ise [Atatürk’e göre] esastı.” (Afetinan, Atatürk'ten Mektuplar, s: 25’den aktaran Veysel Batmaz, Atlantis’in Dili Türkçe, Salyangoz Yay. s: 26)
Türkiye’de Mustafa Kemal’den sonra, ve güncel eğilimden önce de, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İTÜ, KTÜ gibi adlarla anılan üniversitelerimiz vardı ve bilim alanların adlarının içinde barındırıyorlardı. Şimdi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Türkiye Ekonomi ve Ticaret Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi olarak da adlandırılıyorlar. Eski adlarını koruyanlar da var: Sütçü İmam Üniversitesi ya da Atatürk’ün 1933’de kurduğu ama ona yaraşır olmayı hiç bir zaman beceremeyen, Onun kuramları ile ilgili tek satır araştırma yapmayı kendine zul sayan, İstanbul Üniversitesi gibi...
AKP’nin, “hantal ve verimsiz üniversiteleri bölme” projesinde yer alan, bu tür bilim alanlarına göre yeni üniversite adlandırmalarının en yenisi, İstanbul Sağlık ve Tıp Üniversitesi adıyla geçiyor. Bu çok doğru bir adlandırma.
AKP’nin üniversiteleri bölme projesi, Vistilef Bilim ve Örgütlenme Grubunun uzun süredir düşündüğü bir adlandırma sistemine uyarlı olarak yeni bir öneri getirerek, İstanbul Üniversitesi’nde insan ve hayvan sağlığını bilimsel bilgi alanı olarak meslek biçiminde öğreten, aslen birer meslek yüksek okulu olan Tıp, Diş, Eczacılık, Hemşirecilik, Adli Tıp ve Veteriner fakültelerini İstanbul Sağlık ve Tıp Üniversitesi olarak aynı çatı altında topluyor.
Bu gelişme, tam da olması gereken bir gelişme çünkü sağlık bilimleri ile uğraşan, “tıp fakülteleri” adı altındaki meslek okulları, aslında akademik yapıya ve tarza uymayan, ticaretin ve pratiğin iç içe geçtiği, ilaç şirketleri ve tıp aletleri üreticileri ile sarmaş dolaş, kendi aralarında vahşice birbiriyle rekabet eden ve üniversiter dayanışmacı ve interdisipliner yapıyı hazmedememiş, kantinciliğin, oto parkçılığın ve eczanelerin doğrudan satış yaptıkları, hastayı müşteri, Fakülte’yi de “hastane” zanneden, yüksek meslek okulları biçiminde örgütleniyorlar. Bugün hangi Çapa ve Cerrahpaşa profesörüne sorsanız, “neredesin” diye, ya “hastanedeyim”, ya da “muayenehanedeyim” der. Hiç biri, “Fakültedeyim” demez.
Bu asalaklık ve fütursuzluk, Üniversitelerin geneline de sirayet eder. Bu profesörler, her üniversitede öğretim üyesi sayıları fazla olduğundan, kendileri ile ilgisiz ve tam akademik tarzda örgütlenmesi gereken diğer bilimsel ve akademik fakülteleri, seçtikleri tıpçı rektörlerle, ticaretin ve hastanenin hukuksuz, hiyerarşik ve kaotik ortamına atarlar. Çünkü onlar için hastane ve muayenahaneden başka bir şey yoktur. Hastane de (tıp fakülteleri) kendilerine müşteri kazandıran ve ilaç şirketleri için araştırma yaptıkları laboratuarlardır. Bu laboratuarların parası da devletten çıkmaktadır. Ayrıca, Tıp Fakülteleri üniversitenin bütün kaynaklarını yalayıp yutar, yer bitirir ve döner sermayeleri sadece kendilerine çalışır. Tek tek incelendiğinde, tıp fakültelerinin üniversite bütçesinin tamamına yakınını yok ettiği görülecektir.
Tıpçı rektörler, tüm üniversiteyi bir klinik haline getirirler. Onlar doktor, diğer öğretim üyeleri hasta! Bir de en önemlisi, Türkiye’nin en verimli ve kaliteli üniversiteleri içlerinde Tıp fakültesi olmaayan üniversitelerdir: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi. “Bu işte vardır bir keramet” demek gerekir.
Hukuksuzluktan üniversite dışına itilmiş İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu, İletişim Fakültesi’nin hukuka aykırı olarak katıldığı bir Akademik Genel Kurulu’nda, orada bulunan profesör ve diğer öğretim üyelerine, “mikroplar” diye bağırmasından da anlaşıldığı gibi, kendileri dışında, kendileri ile görüş veya eylem anlayışı farklılığı bulunan tüm öğretim üyelerini, hastalıklı bünye olarak görürler. Bu nedenle, üniversitelerde, iç denetim, bilimsel hırsızlık (intihal) vakaları artar ve her geçen gün tüm fakülteler, aynı tıp fakülteleri gibi birer meslek yüksek okulu haline, öğretim üyeleri de hastane personeli haline dönüşler.
Akademik hayata tam olarak aykırı olan bu amorf yapının düzelmesi için, tıpçı ve sağlıkçıların üniversite dışına çıkartılması, kendilerinin “kendi tıp üniversiteleri” çatısı altında toplanması gerekir. Zaten Türkiye’de YÖK’ün ve AKP’nin yaptığı ve yapacağı da bu olmalıdır. Tıpçıları, akademik hayata uyum gösteremedikleri ve akademik hayatı mikrobik olarak gördükleri için üniversitenin dışına atmak...
Bu durumu ilk fark edenlerden biri, efsanevi Rektör, dostumuz Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, bu “atmayı” Anadolu Üniversitesi’nde yaptı. Tıp fakültesini üniversite dışına çıkartarak Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi’ni kurdu. Ancak bu üniversite de sadece tıpla yetinmedi, çünkü tıpçı rektöre, hasta muamelesi yapacağı bir öğretim üyesi kadrosu gerekliydi, başka fakülteler kurdu.
Vistilef, tıp fakültelerini ve hayvan sağlığı ile ilgili olanlar da dahil tüm sağlık fakültelerini ve meslek yüksek okullarını tek çatı haline getirerek ayrı üniversite içinde birleştirilmesinin, Türk üniversitelerini genel sağlığına kavuşturacak ve koruyacak bir gelişme olarak görüyor ve AKP’nin projesini destekliyor...
Bu konuda tartışma açıyoruz; görüşlerinizi bekliyoruz. Yazı yazarak veya yorum yaparak tartışmaya katılabilirsiniz.... Rektörlerden lütfen korkmayın, onlar da sizin bizim gibi “hasta” olurlar ve çoğunluğu hukuksuzluktan müzdarip bir halde rektörlükleri sonrasında tazminat ödemeye mahkum olurlar. Yazılarınız ve yorumlarınız için: veysel.batmaz@gmail.com
EK:
“Eski Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, İstanbul Üniversitesi'nin 500 üniversite arasına girmesinin Türkiye'deki tüm üniversiteler düşünüldüğünde çok fazla bir şey ifade etmediğini kaydetti. Üniversitelerin kendi işini yapmak yerine kurumsal olarak siyasallaştığı için bilim üretemediğine dikkat çeken Hatipoğlu şu yorumu yaptı: "Bilimsel yayınlarda son yıllarda Türkiye'de düşüş başladı. Akademik çalışmalar sadece yükselme için yapılıyor. Doçent, profesör olan bilimsel çalışmayı bırakıyor. Akademisyenler tamamen siyasete ve paraya yöneldi. Yaz okulu, kış okulu, bütünleme parası, ek ders ücreti gibi konulara yöneldiler. Moral yok. Üniversiteler bana göre bitmiştir. Öğretim üyesinin mutlaka bir siyasi görüşü olur; ancak kurum olarak siyasallaşma var. Birey önemli değil; ama 5-6 yıldır üniversite kurumu siyasallaştı. Bu da üniversitelere büyük zarar veriyor. Bu da çalışanları mağdur ediyor.”
Vistilef- Prof. Dr. Veysel Batmaz
10 Kasım 2007
BİR 10 KASIM DAHA...
Mustafa Kemal bilimadamıydı. 1919’dan başlayarak 1939’a kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, bilimsel bir projedir. Toplumun bilimsel olarak dönüştürülmesi ve modernite içinde yer almasını sağlayan başarılı bir kaç projeden biridir. Diğerleri, Lenin, Mao ve Che-Castro projeleridir. Tarih, bu dört toplum projesinden başka toplumsal yapısal dönüşümün, planlanarak ve önceden hedefleri belli edilmiş programlarla yürütüldüğünü görmemiştir. Mustafa Kemal’in projesinin bu üç projeden farklılığı, insanın özüne yabancı olmayan bir temeli, yaşayış biçimini ve üretim tarzını benimsemiş olmasıdır. Mustafa Kemal projesi, ilerlemeyi aşamalı ve zorlamasız olarak görmektir. Bu projenin hedef ve programı olarak, bilimadamı Mustafa Kemal iki tez yaratmıştı: Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi:
“Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi, 1928-1938 yılları arasında, Harf Devrimi ile başlayan, ikinci kurtuluş savaşı olarak adlandırılabilecek, ulusal bir yapıyı dil ve tarih olarak kurmak için düşünüldü. Bugün bile eşine ender rastlanan bir bilimadamının, kapsanan alanları tam bir akademisyen olarak ele aldığı, ölümü ile kesintiye uğramış doyurucu bir külliyattan oluşuyor.
“Ne olduğunu bilmeden ve büyük bir olasılıkla hiç okumadan, bu külliyata, “ırkçı” diyenler var. “Irkçı hale getirenler” daha çok. Külliyatın içeriğine ve karşı çıktığı tezlere bakmadan, “resmi ideoloji” olarak yaftalayanlar ve “yanlış”lığını arzu edenler de var. Emperyalist ülkelerin emellerine hizmet eden bir devlet yapısına büründükten (1939’dan) sonra, ne gariptir ki, belki de çok isabetli mi demek gerekiyor, bu iki bilimsel etkinlik ile, “alay” eden Cumhuriyetin devlet yetkililerinin sayısı hepsinden daha fazla.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 12)
(...)
“Varılan noktada, Atatürk’ün Tarih ve Dil tezlerine, solcusu da karşı, sağcısı da; Atatürkçüsü de karşı, dincisi de. Herkesin karşı olmasında yok mu bir kerâmet diye sorası gelenlerin, asıl sorması gereken sorunun, tüm bu karşı olanların nasıl bir sınıfsal çıkar ve konumlanma birliği içinde bulundukları, Türkiye’nin bir ulus olma sürecinde ne tür bir uluslararası kuşatılmışlık içinde olduğu. Çünkü, hem tarih, hem de dil ancak bu tarihsel yapı içinde incelendiğinde bir anlam kazanıyorsa, hem eskil bir tarihi hatırlatmak, hem de dilin köklerini ortaya çıkartmak çabasını externe (yok) etmekle, dışardan da içerden de, kimlerin ne kazanacağını bilmek gerekiyor. Buna biz, emperyalizm, şimdilerde ise globalizm diyoruz.
“1939’da Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin externe edilmesi, çok olasılıklıdır ki, 1948’de bir Avrupa-Siyonist planın uluslararası yapıda ve belli bir coğrafyada tarihsel olarak gerçekleşmesine yol açıyor.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 17)
(...)
“Bir de, bu gelişmelerin karşısında, Atatürk’ün başlattığı Anadolu kökenlilik tezine ve bu yeni yapılanmaya direnen, Osmanlıcılığı bırakmamaya yeminli, Yahudi Siyonist emeller ile tanımlanmış Türk tarihi tezinin Orta Asyacı varyasyonu vardı. Bu teze göre, Türklük, bildiğimiz anlamda Anadoluya 1071’de gelmişti. Bu tez, Selçukluların kuruluşunda bir Yahudi vurgusunu görmezden geliyordu. Emperyalist ülkelerin burjuvazisi, Avupamerkezci olarak küresel oluşumları tanımlamaya başladığında Oryantalistlerce ortaya atılan Orta Asya çıkışlı göçü benimseyen İstanbul Darülfünunu ve Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi bu tezin merkezi oldu. 1933 İstanbul Darülfünunu’nun Üniversiteye dönüşme işlemi arka planda tamamıyle bu tarih tezi ve dil teorisi çatışmasının ürünüydü fakat dönüşüm yeterli olmadı. Daha sonra Ankara’da DTCF’nin kurulmasıyla, Tarih ve Dil tezlerinin, tez ve anti-tezi, işte bu iki Fakülte arasında oluştu. Atatürk’ün ölümüne kadar savaş bütün hızıyla sürdü. 1939’dan sonra kazanan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi oldu. Oradaki muallim-profesörlerin hemen hepsi, devlet kademelerinin en üstlerini ele geçirerek, Ankara’ya ve Cumhuriyetin kalbine yerleştiler. Aslında, hep ekonomik ikilem olarak önümüze sürülen İstanbul-Ankara çelişme ve çatışması, temelde ideolojik bir çatışma olarak, tarih ve dil tezlerinde, bu iki Fakülte çerçevesinde politik olarak yaşanmıştır. Bu çatışmanın tarihi henüz yazılmadı. 1947’deki, DTCF’den kovulan profesörleri kovanların tamamı, devlet ricalinin en üst kademelerinde bulunan, Başbakan, Bakan olmuş İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi profesörleridir. 1960’da çatışmanın tarafları ve yapılanlar biraz değişse de, daha sonra yeniden 1939 sonrası hâle dönüldü.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 14)
Veysel Batmaz-Cahit Batmaz’ın yazdığı Atlantis’in Dili Türkçe (Salyangoz Yayınları, Ekim 2007) ile, 1939’dan bu yana saklanmış ve gömülmüş olan Mustafa Kemal’ci tezleri gün ışığına çıkarmakla, Mustafa Kemal’in “Ulu Ölü” (Cumhuriyet Gazetesi, 12 Kasım1938) olarak tarihte yerini almasının 69. yıldönümünü burukluk ve umutla anıyoruz.
Vistilef
“Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi, 1928-1938 yılları arasında, Harf Devrimi ile başlayan, ikinci kurtuluş savaşı olarak adlandırılabilecek, ulusal bir yapıyı dil ve tarih olarak kurmak için düşünüldü. Bugün bile eşine ender rastlanan bir bilimadamının, kapsanan alanları tam bir akademisyen olarak ele aldığı, ölümü ile kesintiye uğramış doyurucu bir külliyattan oluşuyor.
“Ne olduğunu bilmeden ve büyük bir olasılıkla hiç okumadan, bu külliyata, “ırkçı” diyenler var. “Irkçı hale getirenler” daha çok. Külliyatın içeriğine ve karşı çıktığı tezlere bakmadan, “resmi ideoloji” olarak yaftalayanlar ve “yanlış”lığını arzu edenler de var. Emperyalist ülkelerin emellerine hizmet eden bir devlet yapısına büründükten (1939’dan) sonra, ne gariptir ki, belki de çok isabetli mi demek gerekiyor, bu iki bilimsel etkinlik ile, “alay” eden Cumhuriyetin devlet yetkililerinin sayısı hepsinden daha fazla.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 12)
(...)
“Varılan noktada, Atatürk’ün Tarih ve Dil tezlerine, solcusu da karşı, sağcısı da; Atatürkçüsü de karşı, dincisi de. Herkesin karşı olmasında yok mu bir kerâmet diye sorası gelenlerin, asıl sorması gereken sorunun, tüm bu karşı olanların nasıl bir sınıfsal çıkar ve konumlanma birliği içinde bulundukları, Türkiye’nin bir ulus olma sürecinde ne tür bir uluslararası kuşatılmışlık içinde olduğu. Çünkü, hem tarih, hem de dil ancak bu tarihsel yapı içinde incelendiğinde bir anlam kazanıyorsa, hem eskil bir tarihi hatırlatmak, hem de dilin köklerini ortaya çıkartmak çabasını externe (yok) etmekle, dışardan da içerden de, kimlerin ne kazanacağını bilmek gerekiyor. Buna biz, emperyalizm, şimdilerde ise globalizm diyoruz.
“1939’da Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin externe edilmesi, çok olasılıklıdır ki, 1948’de bir Avrupa-Siyonist planın uluslararası yapıda ve belli bir coğrafyada tarihsel olarak gerçekleşmesine yol açıyor.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 17)
(...)
“Bir de, bu gelişmelerin karşısında, Atatürk’ün başlattığı Anadolu kökenlilik tezine ve bu yeni yapılanmaya direnen, Osmanlıcılığı bırakmamaya yeminli, Yahudi Siyonist emeller ile tanımlanmış Türk tarihi tezinin Orta Asyacı varyasyonu vardı. Bu teze göre, Türklük, bildiğimiz anlamda Anadoluya 1071’de gelmişti. Bu tez, Selçukluların kuruluşunda bir Yahudi vurgusunu görmezden geliyordu. Emperyalist ülkelerin burjuvazisi, Avupamerkezci olarak küresel oluşumları tanımlamaya başladığında Oryantalistlerce ortaya atılan Orta Asya çıkışlı göçü benimseyen İstanbul Darülfünunu ve Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi bu tezin merkezi oldu. 1933 İstanbul Darülfünunu’nun Üniversiteye dönüşme işlemi arka planda tamamıyle bu tarih tezi ve dil teorisi çatışmasının ürünüydü fakat dönüşüm yeterli olmadı. Daha sonra Ankara’da DTCF’nin kurulmasıyla, Tarih ve Dil tezlerinin, tez ve anti-tezi, işte bu iki Fakülte arasında oluştu. Atatürk’ün ölümüne kadar savaş bütün hızıyla sürdü. 1939’dan sonra kazanan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi oldu. Oradaki muallim-profesörlerin hemen hepsi, devlet kademelerinin en üstlerini ele geçirerek, Ankara’ya ve Cumhuriyetin kalbine yerleştiler. Aslında, hep ekonomik ikilem olarak önümüze sürülen İstanbul-Ankara çelişme ve çatışması, temelde ideolojik bir çatışma olarak, tarih ve dil tezlerinde, bu iki Fakülte çerçevesinde politik olarak yaşanmıştır. Bu çatışmanın tarihi henüz yazılmadı. 1947’deki, DTCF’den kovulan profesörleri kovanların tamamı, devlet ricalinin en üst kademelerinde bulunan, Başbakan, Bakan olmuş İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi profesörleridir. 1960’da çatışmanın tarafları ve yapılanlar biraz değişse de, daha sonra yeniden 1939 sonrası hâle dönüldü.” Atlantis’in Dili Türkçe, (sayfa: 14)
Veysel Batmaz-Cahit Batmaz’ın yazdığı Atlantis’in Dili Türkçe (Salyangoz Yayınları, Ekim 2007) ile, 1939’dan bu yana saklanmış ve gömülmüş olan Mustafa Kemal’ci tezleri gün ışığına çıkarmakla, Mustafa Kemal’in “Ulu Ölü” (Cumhuriyet Gazetesi, 12 Kasım1938) olarak tarihte yerini almasının 69. yıldönümünü burukluk ve umutla anıyoruz.
Vistilef
05 Kasım 2007
BİR KIZGIN DEMİR DAHA...
PROF. DR. VEYSEL BATMAZ, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ'NE KARŞI AÇTIĞI DAVALARDA ÜÇÜNCÜ "YÜRÜTMEYİ DURDURMA" KARARI ALDI...
28.06.2007'de, İletişim Fakültesi Dekanlığının istemi ve Rektörlük marifetiyle, Prof. Dr. Veysel BATMAZ, “Yönetim Görevinden Ayırma” (Bölüm Başkanlığından uzaklaştırma) ve Senato ve Fakülte Kurullarına sokulmama cezası ile tecziye edilmişti.
Ancak, 04.10.2007 tarihinde, İstanbul 1. İdare Mahkemesi, Rektörlüğün verdiği bu cezanın açıkça hukuka aykırı olması nedeniyle ve telafisi mümkün olmayan zararlar oluşturduğundan yürütmesinin durdurulmasına karar verdi.
Böylece, 28.06.2007 tarihi ile 1 Kasım 2007 tarihleri arasında, İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü’nde ve Fakülte Yönetim Kurulu ile Fakülte Kurulu’nda ve İstanbul Üniversitesi Senatosu’nda alınan tüm kararlar YOK HÜKMÜNDE olmuştur.
10 Ocak 2007 ile 26.07.2007 tarihleri arasındaki tüm İletişim Fakültesi Dekanlığı işlem ve eylemleri de, daha önce VEKİL DEKANLIĞIN yürütülmesinin durdurulması ile YOK HÜKMÜNDE sayılmaktadır.
Böylece, hukuksuzluğa boğazına kadar batmış olan İletişim Fakültesi'nde, 2007 yılında alınan kararların çoğunluğu ALINMAMIŞ ve UYGULANAMAZ hale dönüşmüştür.
İlgililere duyurulur...
01 Kasım 2007
ALTIN PORTAKAL BİTTİ... YAŞANANLAR BİTMEDİ...
TÜRSAK VAKFI YÖNETİM KURULU ÜYELERİ:
"BAŞKANIMIZ ENGİN YİĞİTGİL'İ DESTEKLİYORUZ"
31.10.2007 19:43
TÜRSAK Vakfı Yönetim Kurulu, 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali sırasında yaşanan olaylar sonrasında Vakıf Başkanı Engin Yiğitgil'i desteklediklerini ve desteklemeye devam edeceklerini açıkladılar. İşte TÜRSAK Vakfı Yönetim Kurulu Üyeleri'nin açıklaması...
TÜRSAK Vakfı Yönetim Kurulu olarak, TÜRSAK-AKSAV işbirliğiyle ulusal ve uluslararası alanda büyük bir başarı ile gerçekleştirilen “44. Antalya Altın Portakal Film Festivali, 3. Uluslararası Avrasya Film Festivali ve Avrasya Film Market”in hemen ardından, kendi PR’ları için sinema adına yapılan işlere zarar veren açıklamalarda bulunan kişi ve grupların, festivalin sinemamıza olan kazanımlarını konuşmamız gereken bir dönemi manipüle etmek istediklerini gözlemlemiş bulunuyoruz.
Kurulduğu 1991 yılından bu yana ulusal ve uluslararası alanda önemli projelere imza atan ve adı her zaman “saygın bir kurum” olarak anılan Vakfımızın yaklaşık 10 yıldır birlikte çalışan yönetim kurulu üyeleri olarak;Vakıf Başkanı Engin Yiğitgil’i her zaman desteklediğimizi ve başarılı çalışmalarını sürdürmesi için de kendisini “Başkan” olarak desteklemeye devam edeceğimizi; ayrıca kendi adına açacağı davalarda da “dostu” olarak yanında olduğumuzu kamuoyuna duyururuz. Türsak Vakfı, kültür sanat alanında programlamış olduğu ve geleceğe yönelik çalışmalarını gerçekleştirdiği projelerini eksiksiz olarak sürdürmeye devam edecektir.
Son olarak kamuoyunda her zaman nezaket ölçüleri içindeki üslubu ile tanınan Vakıf Başkanımızın ve tarihinde adı hiçbir tartışma ile birlikte anılmamış olan Türsak Vakfı’nın geleneğinde benzer bir olayın bir kez bile yaşanmamış olmasına rağmen; bir kişinin organizasyon işleyişini bilmeden yarattığı polemik ve iddialarıyla gündemi meşgul edebiliyor olmasını da kamuoyunun takdirine bırakıyoruz.
Saygılarımızla,
Başkanlığını Engin Yiğitgil’in yaptığı Türsak Vakfı Yönetim Kurulu Üyeleri:
Yönetmen Tunca Yönder
Yapımcı Necip Sarıcı
Yönetmen Derviş Zaim
Prof. Dr. Veysel Batmaz
Sinema Yazarı Rekin Teksoy
Yayıncı Saim Yavuz
Senarist Sevinç Baloğlu
Yönetmen Fehmi Yaşar
'Dayak olayı tam bir senaryo'
Altın Portakal'ı gölgede bırakan dayak iddiasının tarafı ilk kez konuştu.
Festival ve Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı (TÜRSAK) Başkanı Engin Yiğitgil, festivalin iletişim işlerini yürüten firmanın yöneticisi Nimet Demir'i dövdüğüne ilişkin basında yer alan haberlerin gerçeği yansıtmadığını belirtirken, hem Yiğitgil, hem de Demir konuyu mahkemeye taşıyacaklarını bildirdiler.Engin Yiğitgil, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin iletişim danışmanı olarak görev yapan Bir İletişim adlı firmanın ortağı ve yöneticisi Nimet Demir'i dövdüğüne ilişkin iddiaları ''ciddiye almadığını'' söyledi. Başarılı bir festivalin ardından bu tip iddiaların ortaya çıkmasını ''ilginç'' bulduğunu ifade eden Yiğitgil, iddiaların ''hiçbir şekilde doğru olmadığını'' savundu. Yiğitgil, avukatıyla görüştüğünü ve haberi yazan gazeteci hakkında maddi ve manevi tazminat davası açacağını kaydederek, ''Coppolalar, Marceau'lar geldi; birinci sayfadan vermezken, bu iddiaları birinci sayfadan vermeleri beni çok üzdü. Ama üzüntü önemli değil. Ben haklarımı ciddi şekilde arayacağım. Bu iddialarla ilgili araştırma yapıyorum şu anda'' diye konuştu.Engin Yiğitgil, Demir'in iddiaları arasında bulunan, kendisine ve beraberinde çalışan kadınlara küfür ettiği ve dövmeye çalıştığı şeklindeki sözlerin ise gerçeği yansıtmadığını savundu. Yiğitgil, şunları söyledi:''Ben bir kız, iki de torun sahibiyim. Kızıma fiske vurmamış bir kişi olarak bu iddialar biraz enteresan. Sinemayla ilgili olduğum halde böyle bir senaryo beni dehşete düşürdü. Ben davalarımı kazanırım. Tazminatlarımı alırım. Tazminattan kazanacağım parayı da Hayvanları Koruma Derneği'ne bağışlayacağım. Bu olaydan sonra ailem çok üzüldü. Benim ailemi kimse üzemez. Onun için bu insanları affetmeyeceğim.''-''HALEN OLAYIN ETKİSİ ALTINDAYIM''-Bir İletişim Ortağı ve Yöneticisi Nimet Demir de halen olayın etkisi altında olduğunu, günlerdir kendisini rehabilite etmeye çalıştığını söyledi.Kendisinin TÜRSAK'a değil AKSAV ve Büyükşehir Belediyesi'ne hizmet verdiğini belirten Demir, Engin Yiğitgil'in yaptıkları çalışmalarda kendilerine sürekli engel olduğunu öne sürdü. Yiğitgil'in olumsuz tavırları nedeniyle işlerini yapmakta zorlandıklarını savunan Demir, bu konuyu görüşmek üzere gittiği AKM'de Yiğitgil'in kendisine hakaret ettiğini iddia etti. Olaylar sırasında Yiğitgil'in üzerine yürüdüğünü öne süren Demir, şöyle konuştu:''Engin Bey koşarak, çığlıklar atarak, kollarını savurarak üzerime geldi. Ben o sırada yalnızdım. Çok korktum. Beni parçalayacağını düşündüm. Kaçamadım. Bir tek adım atıp odaya ulaştığımda o da bana ulaşmıştı. Son anda birileri tuttu. O an onu tutmak için koridorda erkek yerine kadınlar olsaydı ne olurdu bilmiyorum, çünkü 3 erkek bile başedemedi. Birileri daha geldi ve beni arkadan tutup odaya çektiler. Ben bir odaya geldim, onu diğer odaya aldılar. Elemanlarıma küfürler ettiğini duydum.''Olayın ardından yaşananların basına yansımasını istemediğini, bu yüzden de herhangi bir şikayette bulunmadığını belirten Demir, bu süreçte karar verme sorunu yaşadığını dile getirdi.Yaşadıklarının etkisiyle psikolojik sorunlar yaşadığını ve bir psikiyatriste başvurduğunu anlatan Demir, ''doktorum travma sonrası stres bozukluğu teşhisi koydu. Yarından itibaren mahkeme sürecini başlatacağım'' dedi.Nimet Demir, Engin Yiğitgil'in olayın üzerinden 3 gün geçtikten sonra otelde yanına geldiğini ve kendisinden özür dilediğini, ancak özrünü kabul etmediğini ifade etti. Demir, Yiğitgil'in yaşananları inkar etmesine anlam veremediğini de belirterek, ''Birşey yapmadıysa niye özür diledi?'' diye sordu.44. Antalya Altın Portakal Film Festivali sırasında, TÜRSAK ve Festival Başkanı Engin Yiğitgil'in, festivalin iletişim işlerini yürüten şirketin ortağı ve yöneticisi Nimet Demir'i dövdüğü iddia edilmişti.
31 Ekim 2007
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ ÜÇE Mİ BÖLÜNECEK?
Sivil Anayasa çalışması sürecine olanca hız ve kararlılıkla girmiş olan AKP Hükümeti, YÖK ve Ünversitelerde de yoğun bir değişiklik ve yeni düzenlemeler yapmak için düğmeye basmış durumda. Güvenilir bir kaynaktan edindiğimiz bilgiye göre, bu düzenlemelerden en fazla ve en önce İstanbul Üniversitesi etkilenecek. Bir AKP milletvekilinin projesi olarak hazırlanmakta olan bir düzenlemeye göre, İstanbul Üniversitesi üç ayrı üniversiteye bölünecek.
Bu öneriye göre, kurulması düşünülen İstanbul Sağlık Bilimleri Üniversitesi’ne (İSBÜ), Cerrahpaşa ve Çapa Tıp fakülteleri, Dişçilik, Eczacılık ve Veteriner Fakültesi bağlanacak.
İstanbul Sosyal ve İdari Bilimler Üniversitesi’nde (İSİBÜ), Hukuk, İktisat, Siyasal, Edebiyat, İletişim, İktisat ve İşletme fakülteleri yer alacak.
Kurulması planlanan üçüncü üniversite ise, Fen, Mühendislik, Su Ürünleri ve Orman fakültelerinin bağlanacağı İstanbul Fen ve Teknoloji Bilimleri Üniversitesi (İFTBÜ).
İlahiyat ve Eğitim fakülteleri ve Konservatuar ise Marmara üniversitesindeki fakültelerle birleştirilecek. Ancak, diğer büyük ve hantal üniversiteler gibi, Marmara Üniversitesi’nin de benzer bir biçimde bölünmesi de gündemde. Yüksek Okullar da ilgili fakülteler bünyesinde kalacak. Lisanüstü Enstitüler ise yine bilim alanlarına uygun dağıtılacak.
Bu yeni üç üniversite aynı zamanda modern yeni kampüslere kavuşturulacak. Kent içi trafiği ve yapı yoğunlaşmasını bir ölçüde azaltılma sonucunu da doğuracak olan bu yeni kampüsleşme, beş yıl içinde bitecek bir biçimde projelendiriliyor. Özellikle, şimdiki Avcılar Kampüsü benzeri yeni yerler yapılandırılacak. Bu yerlerin genel mevkiisi, Avrupa yakasında, Çapa Tıp Fakültesi’nin taşınmasına çalışılan yer olan Olimpiyat Köyü çevresi olarak belirtiliyor. Bir de Anadolu yakasında Ömerli gölü çevresinde uygun araziler tahsis yoluyla üniversitelere ayrılacak. Çapa ve Cerrahpaşa tıp fakültelerinin halihazırdaki yerleri ise iş merkezleri ve otel olacak.
Bu düzenlemenin nedeni ise, milletvekili kaynağımıza göre, öneriyi ayrıntılandıran projenin gerekçesinde şu şekilde özetleniyor: “İstanbul Üniversitesi gibi köklü bir kuruluş son 25 yıldır tüm verimliliğini yitirdi ve hantallaştı. Toplumsal olarak öncülüğünü yitirdi. Anlamsız bir türban tartışmasında baş rol oynamaktan ve ‘veri tabanı ilanı’ yapmaktan başka işe yaramıyor. Bir çok iyi hocasını vakıf üniversitelerine kaptırdı. İyi hocalarına hunharca davranıyor. Ötekiler ise yöneticilik yapıyor. Bazı Vakıf üniversiteleri adeta küçük birer İstanbul Üniversitesi görünümüne büründü. Bu üniversite, dünyada ilk 500 üniversite sıralamasına sadece öğrenci ve öğretim üyelerinin sayısal büyüklüğü nedeniyle giriyor. O kadar bilim insanına hangi üniversite sahip olursa, o da ilk beş yüze kendiliğinden girer. Bu sıralamalarda nitelik ölçülmez, nicelik ölçülür. İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyesi sayısı fazla olunca, doğal olarak, yayın ve araştırmada da fazla puan almak sözkonusu. Bu akademik çalışmaların nitelikleri ise çok tartışmalı. Belli bazı bilim alanları dışında, akademik faaliyet çökmüş durumda... Bu üniversiteyi son 27 yıldır yöneten tıpçı rektörler, üniversiteyi, hastane haline getirdiler. Bir tanesi de hukuksuzluk’tan görevinden alındı. Üniversitenin başına bir onur yarası olarak ilk kez böyle bir şey geldi.”
İstanbul Üniversitesi’nin AKP iktidarı tarafından üçe bölünmesi daha önce, Kemal Alemdaroğlu rektörlüğü döneminde de gündeme gelmiş ancak YÖK bu projeye sıcak bakmamıştı. Kaynağımızın bildirdiğine göre, 8 Aralık’ta belirlenecek olan yeni YÖK başkanı, bu işe de el atacak.
31 Ekim 2007
Bu öneriye göre, kurulması düşünülen İstanbul Sağlık Bilimleri Üniversitesi’ne (İSBÜ), Cerrahpaşa ve Çapa Tıp fakülteleri, Dişçilik, Eczacılık ve Veteriner Fakültesi bağlanacak.
İstanbul Sosyal ve İdari Bilimler Üniversitesi’nde (İSİBÜ), Hukuk, İktisat, Siyasal, Edebiyat, İletişim, İktisat ve İşletme fakülteleri yer alacak.
Kurulması planlanan üçüncü üniversite ise, Fen, Mühendislik, Su Ürünleri ve Orman fakültelerinin bağlanacağı İstanbul Fen ve Teknoloji Bilimleri Üniversitesi (İFTBÜ).
İlahiyat ve Eğitim fakülteleri ve Konservatuar ise Marmara üniversitesindeki fakültelerle birleştirilecek. Ancak, diğer büyük ve hantal üniversiteler gibi, Marmara Üniversitesi’nin de benzer bir biçimde bölünmesi de gündemde. Yüksek Okullar da ilgili fakülteler bünyesinde kalacak. Lisanüstü Enstitüler ise yine bilim alanlarına uygun dağıtılacak.
Bu yeni üç üniversite aynı zamanda modern yeni kampüslere kavuşturulacak. Kent içi trafiği ve yapı yoğunlaşmasını bir ölçüde azaltılma sonucunu da doğuracak olan bu yeni kampüsleşme, beş yıl içinde bitecek bir biçimde projelendiriliyor. Özellikle, şimdiki Avcılar Kampüsü benzeri yeni yerler yapılandırılacak. Bu yerlerin genel mevkiisi, Avrupa yakasında, Çapa Tıp Fakültesi’nin taşınmasına çalışılan yer olan Olimpiyat Köyü çevresi olarak belirtiliyor. Bir de Anadolu yakasında Ömerli gölü çevresinde uygun araziler tahsis yoluyla üniversitelere ayrılacak. Çapa ve Cerrahpaşa tıp fakültelerinin halihazırdaki yerleri ise iş merkezleri ve otel olacak.
Bu düzenlemenin nedeni ise, milletvekili kaynağımıza göre, öneriyi ayrıntılandıran projenin gerekçesinde şu şekilde özetleniyor: “İstanbul Üniversitesi gibi köklü bir kuruluş son 25 yıldır tüm verimliliğini yitirdi ve hantallaştı. Toplumsal olarak öncülüğünü yitirdi. Anlamsız bir türban tartışmasında baş rol oynamaktan ve ‘veri tabanı ilanı’ yapmaktan başka işe yaramıyor. Bir çok iyi hocasını vakıf üniversitelerine kaptırdı. İyi hocalarına hunharca davranıyor. Ötekiler ise yöneticilik yapıyor. Bazı Vakıf üniversiteleri adeta küçük birer İstanbul Üniversitesi görünümüne büründü. Bu üniversite, dünyada ilk 500 üniversite sıralamasına sadece öğrenci ve öğretim üyelerinin sayısal büyüklüğü nedeniyle giriyor. O kadar bilim insanına hangi üniversite sahip olursa, o da ilk beş yüze kendiliğinden girer. Bu sıralamalarda nitelik ölçülmez, nicelik ölçülür. İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyesi sayısı fazla olunca, doğal olarak, yayın ve araştırmada da fazla puan almak sözkonusu. Bu akademik çalışmaların nitelikleri ise çok tartışmalı. Belli bazı bilim alanları dışında, akademik faaliyet çökmüş durumda... Bu üniversiteyi son 27 yıldır yöneten tıpçı rektörler, üniversiteyi, hastane haline getirdiler. Bir tanesi de hukuksuzluk’tan görevinden alındı. Üniversitenin başına bir onur yarası olarak ilk kez böyle bir şey geldi.”
İstanbul Üniversitesi’nin AKP iktidarı tarafından üçe bölünmesi daha önce, Kemal Alemdaroğlu rektörlüğü döneminde de gündeme gelmiş ancak YÖK bu projeye sıcak bakmamıştı. Kaynağımızın bildirdiğine göre, 8 Aralık’ta belirlenecek olan yeni YÖK başkanı, bu işe de el atacak.
31 Ekim 2007
30 Ekim 2007
YÖK DEĞİŞİYOR, ÖĞRENCİYE AŞIRI HARÇ YÜKÜ BİNİYOR...
BU KEZ OLACAK GİBİ GÖZÜKÜYOR: HÜKÜMET AĞIR AMA EMİN YOLDA İLERLİYOR... ÜNİVERSİTELER YENİ YAPISINA NE ZAMAN KAVUŞACAK... "BİLİMSEL ETİK KURUL" ÇALIŞMAYA NE ZAMAN BAŞLAYACAK?
Milli Eğitim Bakanlığı, YÖK ve üniversiteler, yeniden yapılandırılacak. MEB, merkez teşkilatı, "politikaları belirleyen, araştırma ve planlama yapan, pilot uygulamalara öncülük eden ve denetleyen" kurum haline getirilecek. Talim ve Terbiye Kurulu, icrai görevlerinden arındırılarak asli görevlerine odaklanmasına yönelik düzenlemeler yapılacak. Bakanlık birimleri azaltılacak.
YÖK, "standart belirleme, koordinasyon, uzun dönemli planlama ve denetimden sorumlu" kuruluşa dönüştürülecek. YÖK'ün mevcut kurumsal kapasitesi, uzmanlığı esas alacak şekilde güçlendirilecek. Üniversitelerarası Kurul (ÜAK), en üst akademik organ olacak. Bu amaçla, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile ilgili mevzuatta düzenleme yapılacak.
Üniversitelerin mali özerkliği için mevzuat değişikliği yapılacak. Üniversite yönetiminde merkeziyetçi yapının getirdiği sorunların giderilmesi amacıyla "mütevelli heyet" temelli yönetim yapısına geçilecek.
Heyet, üniversite-sanayi işbirliğinin geliştirilmesini, öğrencilerin yönetime oy hakkı ile aktif katılımını sağlayacak şekilde oluşturulacak. Vakıf üniversitelerine arsa tahsisi kolaylaştırılacak ve mali destekler artırılacak. Özel üniversite kurulmasına olanak sağlayacak mevzuat değişikliği yapılacak.
Öğrencilerden alınan katkı payları yükseltilecek. Yurt sayısı artırılacak. Üniversitelerde öğretim üyesi sayısı da artırılacak. Öğretim üyesi yetiştirmek üzere üniversiteler arasındaki işbirliği artırılacak. Öğretim üyelerinin özlük hakları iyileştirilecek. (AA)
Milli Eğitim Bakanlığı, YÖK ve üniversiteler, yeniden yapılandırılacak. MEB, merkez teşkilatı, "politikaları belirleyen, araştırma ve planlama yapan, pilot uygulamalara öncülük eden ve denetleyen" kurum haline getirilecek. Talim ve Terbiye Kurulu, icrai görevlerinden arındırılarak asli görevlerine odaklanmasına yönelik düzenlemeler yapılacak. Bakanlık birimleri azaltılacak.
YÖK, "standart belirleme, koordinasyon, uzun dönemli planlama ve denetimden sorumlu" kuruluşa dönüştürülecek. YÖK'ün mevcut kurumsal kapasitesi, uzmanlığı esas alacak şekilde güçlendirilecek. Üniversitelerarası Kurul (ÜAK), en üst akademik organ olacak. Bu amaçla, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile ilgili mevzuatta düzenleme yapılacak.
Üniversitelerin mali özerkliği için mevzuat değişikliği yapılacak. Üniversite yönetiminde merkeziyetçi yapının getirdiği sorunların giderilmesi amacıyla "mütevelli heyet" temelli yönetim yapısına geçilecek.
Heyet, üniversite-sanayi işbirliğinin geliştirilmesini, öğrencilerin yönetime oy hakkı ile aktif katılımını sağlayacak şekilde oluşturulacak. Vakıf üniversitelerine arsa tahsisi kolaylaştırılacak ve mali destekler artırılacak. Özel üniversite kurulmasına olanak sağlayacak mevzuat değişikliği yapılacak.
Öğrencilerden alınan katkı payları yükseltilecek. Yurt sayısı artırılacak. Üniversitelerde öğretim üyesi sayısı da artırılacak. Öğretim üyesi yetiştirmek üzere üniversiteler arasındaki işbirliği artırılacak. Öğretim üyelerinin özlük hakları iyileştirilecek. (AA)
26 Ekim 2007
44. ALTIN PORTAKAL DEVAM EDİYOR...
Antalya Altın Portakal Festivalini son üç yıldır düzenleyen TÜRSAK kurucusu ve Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Veysel BATMAZ'ın (http://www.tursak.org.tr/yonetim.htm) da izlediği 44. Altın Portakal Film Festivali, uluslararası ve ulusal film yarışması ile devam ediyor... http://altinportakal.tursak.org.tr/
Ulusal film yarşımasında diğer filmlerinden kötü ve "Türkiye düşmanı" olmasına karşın Fatih Akın favori gösteriliyor. Uluslararası yarışmanın favorisi ise Çin filmi Assembly. http://altinportakal.tursak.org.tr/index.php?haber=311
10 Ekim 2007
09 Ekim 2007
08 Ekim 2007
ANNENBERG SCHOOL: GAZETECİLİK NE DURUMDA?
MUTLAKA İZLEYİN...
Dan Rather, Ted Koppel ve Annenberg School for Communication:
"Televizyon Gazeteciliği ne durumda?"
http://media.asc.upenn.edu/media/dan_rather_presents/index.html
Dan Rather, Ted Koppel ve Annenberg School for Communication:
"Televizyon Gazeteciliği ne durumda?"
http://media.asc.upenn.edu/media/dan_rather_presents/index.html
06 Ekim 2007
Neler oluyor, neler....
İşte karşı çıktığımız kişilerin hali pür melali. Bir zamanlar bunların peşinde dolaşanlar şimdi başkalarının peşindeler.
Hayat çok ironik... Nur Serter, Rektör adaylığı için İletişim Fakültesi'ne konuşma yapmak için geldiğinde, o toplantıda şunu söylemiştim: "Nur Hanım, tarih çok ironik. Buraya bir zamanlar hukuksuz Rektör Kemal Alemdaroğlu'nun yanında bizi azarlamaya geliyordunuz, şimdi oy dilenmeye geliyorsunuz"
Veysel Batmaz
CHP'li Nur Serter'e şok suçlama
CHP Milletvekili ve eski İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Nur Serter'e, üniversite vakfı tarafından usulsüz telefon verildiği ve faturalarının ödendiği ortaya çıktı.
CHP İstanbul Milletvekili ve eski İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter'e şok suçlama. İstanbul Üniversitesi bünyesinde faaliyette bulunan "Dr. Ziya Gün İstanbul Üniversitesi'ne Yardım Vakfı"nın hesaplarını inceleyen Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişleri Prof. Dr. Nur Serter hakkında ilginç bilgilere ulaştı. Vakıflar Genel Müdürlüğü Başmüfettişi Baki Zaza tarafından hazırlanan 9 Mart 2007 tarihli denetim raporuna göre; İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Nur Serter'e ait cep telefonunun vakıf tarafından kanunlara aykırı bir şekilde ödendiği belirlendi. Denetim raporunda, Prof. Dr. Nur Serter'in vakıf yönetiminde bulunmadığı ve vakıfla ilgili herhangi bir görevinin olmadığı halde kendisine telefon tahsisi yapıldığı ifade edildi. Telefonun aynı zamanda vakıf başkanı olan dönemin rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu tarafından kendisine verildiği ve faturaların iki yıl boyunca otomatik olarak ödendiğini tespit edildi.
FAİZİYLE GERİ ÖDEYECEK
Raporda ayrıca, Prof. Dr. Serter için 2003-2005 yıllarını kapsayacak şekilde 2 bin 356 YTL 70 Ykr, İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Emin Darendeliler için 2003-2004 yıllarını kapsayacak şekilde 2 bin 173 YTL, faturanın ödendiği ortaya konuldu. Raporun tamamlanmasının hemen ardından yapılan anlaşma gereği Serter ve Darendeliler borçlarını Kasım ayı sonuna kadar taksitle ödeyecek. Dr. Ziya Gün Vakfı Müdürü Enver Yalçın, her iki ismin borçlarının yasal faizleriyle birlikte 3'er bin YTL civarında olduğunu ifade etti. Yalçın, 22 Temmuz seçimlerinde milletvekili seçilen Serter'in Ankara'daki yoğun gündemi nedeniyle taksitlerini aksattığını ancak şu anda sorun olmadığını da sözlerine ekledi. Öte yandan, CHP İstanbul Milletvekili Nur Serter, hakkında hazırlanan raporla ilgili olarak açıklama yapmaktan kaçındı.
Hayat çok ironik... Nur Serter, Rektör adaylığı için İletişim Fakültesi'ne konuşma yapmak için geldiğinde, o toplantıda şunu söylemiştim: "Nur Hanım, tarih çok ironik. Buraya bir zamanlar hukuksuz Rektör Kemal Alemdaroğlu'nun yanında bizi azarlamaya geliyordunuz, şimdi oy dilenmeye geliyorsunuz"
Veysel Batmaz
CHP'li Nur Serter'e şok suçlama
CHP Milletvekili ve eski İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Nur Serter'e, üniversite vakfı tarafından usulsüz telefon verildiği ve faturalarının ödendiği ortaya çıktı.
CHP İstanbul Milletvekili ve eski İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter'e şok suçlama. İstanbul Üniversitesi bünyesinde faaliyette bulunan "Dr. Ziya Gün İstanbul Üniversitesi'ne Yardım Vakfı"nın hesaplarını inceleyen Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişleri Prof. Dr. Nur Serter hakkında ilginç bilgilere ulaştı. Vakıflar Genel Müdürlüğü Başmüfettişi Baki Zaza tarafından hazırlanan 9 Mart 2007 tarihli denetim raporuna göre; İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Nur Serter'e ait cep telefonunun vakıf tarafından kanunlara aykırı bir şekilde ödendiği belirlendi. Denetim raporunda, Prof. Dr. Nur Serter'in vakıf yönetiminde bulunmadığı ve vakıfla ilgili herhangi bir görevinin olmadığı halde kendisine telefon tahsisi yapıldığı ifade edildi. Telefonun aynı zamanda vakıf başkanı olan dönemin rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu tarafından kendisine verildiği ve faturaların iki yıl boyunca otomatik olarak ödendiğini tespit edildi.
FAİZİYLE GERİ ÖDEYECEK
Raporda ayrıca, Prof. Dr. Serter için 2003-2005 yıllarını kapsayacak şekilde 2 bin 356 YTL 70 Ykr, İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Emin Darendeliler için 2003-2004 yıllarını kapsayacak şekilde 2 bin 173 YTL, faturanın ödendiği ortaya konuldu. Raporun tamamlanmasının hemen ardından yapılan anlaşma gereği Serter ve Darendeliler borçlarını Kasım ayı sonuna kadar taksitle ödeyecek. Dr. Ziya Gün Vakfı Müdürü Enver Yalçın, her iki ismin borçlarının yasal faizleriyle birlikte 3'er bin YTL civarında olduğunu ifade etti. Yalçın, 22 Temmuz seçimlerinde milletvekili seçilen Serter'in Ankara'daki yoğun gündemi nedeniyle taksitlerini aksattığını ancak şu anda sorun olmadığını da sözlerine ekledi. Öte yandan, CHP İstanbul Milletvekili Nur Serter, hakkında hazırlanan raporla ilgili olarak açıklama yapmaktan kaçındı.
05 Ekim 2007
BİZİM, EAST CAROLINA ÜNİVERSİTESİ'NE NE OLDU?
YouTube'dan üniversite eğitimi !
04 Ekim 2007
04 Ekim 2007
Californiya Üniversitesi-Berkeley, bazı derslerini YouTube’da bedava olarak yayınlamaya başladı.Üniversite yönetiminden yapılan açıklamada, özellikle çatışmalar, barış ve biyoteknoloji gibi konuları içeren 300 saatten fazla ders ve konferansın siteden izlenebildiği belirtildi. Berkeley Üniversitesinden bir yetkili, “üniversitenin sitedeki sayfasının, dersler, etkinlikler ve spor faaliyetleri gibi üniversite yaşamı hakkında pencere açacağını” kaydetti.Üniversite, 2001 yılından bu yana bazı derslerini internet üzerinden yayınlıyor. Ders notları da 2006’dan itibaren iTunes üzerinden “podcast” olarak yayınlandı.
http://www.youtube.com/watch?v=OUfKoXtwEu0&eurl=http%3A%2F%2Fwww%2Ehaber3%2Ecom%2Fhaber%2Ephp%3Fhaber%5Fid%3D288854
http://www.youtube.com/watch?v=OUfKoXtwEu0&eurl=http%3A%2F%2Fwww%2Ehaber3%2Ecom%2Fhaber%2Ephp%3Fhaber%5Fid%3D288854
Bildiğiniz gibi, büyük bir ihtimalle de bilmiyorsunuz, İ.Ü. İletişim Fakültesi de, seçim ölçütlerinin belirli ve şeffaf olmadığı, Senato tarafından onaylanmamış bulunan, bir iki kişinin, bir iki öğrenciye, zamanı belli olmayan bir biçimde East Carolina Üniversitesi ile online ders verme programı başlatmıştı. Aynı California University at Berkeley gibi... Profesör Veysel Batmaz, HİT Bölüm Başkanlığı'ndan Rektörlük tarafından uzaklaştırılmadan önce, bu ne idüğü belirsiz ve yasalara aykırı online "eğitim" programında çalışan HİT Bölümü öğretim elemanlarına uyarı göndererek, Bölüm Başkanlığından izinsiz böylesine tanımsız ve asılsız bir eğitim programında çalışamayacaklarını söylemişti.
Bunun üzerine, hakkında soruşturma açılan Profesör Batmaz, "kamu görevinden çıkartılması ve öğretim üyeliğine son verilmesi" cezası önerisi ile İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından, YÖK Disiplin Kurulu'na sevk edildi. YÖK bu ceza önerisini ret etti.
Şimdi soruyoruz, "East Carolina Üniversitesi Global Understanding" Projesi'ne ne oldu?
Cevap bekliyoruz...
Vistilef Bilim ve Etik Kurulu
06 Eylül 2007
22 Ağustos 2007
ÖZBUDUN ANAYASASI BUDUN'A KARŞI...
Sivil Anayasa'da YÖK yok...
["Öğretim üyelerinin disiplin işlemlerinde üniversiteler yetkili olacak."
İşte, üniversiteleri işlemez hale getirecek olan hüküm bu... Bu hükme karşıyız. Üniversite öğretim üyeleri sadece Mahkemeler yoluyla cezalandırılmalıdır...]
Taslak paket hazır. Egemenlik, vatandaşlık ve tanımı değişiyor. YÖK kalkıyor.
AK Parti'nin 1 Eylül’de vereceği startla anayasa ilk kez bir sivil yönetim tarafından tepeden tırnağa değiştirilecek, ilk kez sivil yönetim tarafından halkoyuna sunulacak
EGEMENLİK: Millet egemenliği ‘yetkili organlar’ yerine ‘yasama, yürütme ve yargı organları eliyle kullanır’ şeklinde düzeltiliyor
VATANDAŞLIK: Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ’Türk’ denir ifadesi geliyor
YÖK: Yerine üniversiteler arasında program ve plan çalışması yapacak ÜKK (Üniversitelerarası Koordinasyon Kurulu) kuruluyor
Prof Ergun Özbudun başkanlığındaki 6 Anayasa hukukçusunun hazırladığı 140 maddelik Anayasa paketi Başbakan Erdoğan’a sunuldu. AKP’nin yapacağı çalışmanın ardından, taslak paket, partinin internet sitesine konacak ve kamuoyunun bilgisine sunulacak.
YÖK kalkacak
Yıllardır tartışılan YÖK, yeni Anayasa ile birlikte kaldırılacak. YÖK’ün yerine Üniversitelerarası Koordinasyon Kurulu (ÜKK) kurulacak. Bu kurul üniversiteler arasında program ve plan çalışması yapacak. Rektörlerin seçilmesi üniversitelerde yapılacak seçimle olurken üniversiteler özerk hale geliyor. Öğretim üyelerinin disiplin işlemlerinde üniversiteler yetkili olacak. MGKaynen korunduğu belirtildi.
Yüce Mahkeme’ye 17 üye
Anayasa Mahkemesi’nin sayısı artırılırken, üyelerin seçiminde Meclis’e hak doğuyor. Mevcut 11 olan üye sayısı 17’e çıkarılacak. Üyelerin 8’ini Meclis seçerken, geri kalan 9 üye ise Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay üyeleri arasından seçilecek. HSYK üyesi olan Adalet Bakanı, kuruldan çıkacak.
Yemin de sadeleşecek
Milletvekillerinin TBMM Genel Kurulu’nda okuduğu yemin metni düzeltiliyor. Yemin metnini sadeleştirileceği, cümleler arasında yer alan ’ve’bağlacının birçok bölümden çıkarılacağı öğrenildi
Taslağın mimarı Özbudun: TSK’ya yönelik bir düzenleme değil
Başbakan Erdoğan’a teslim edilen Anayasa taslağını hazırlayan 6 kişilik akademisyen heyetinin başkanı olan Bilkent Ünversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun, VATAN’a Anayasa taslağındaki bazı kritik maddeleri değerlendirdi.
Özbudun, mevcut Anayasa’nın milli egemenliğin organlar eliyle kullanılacağını düzenleyen 6. maddesinde yer alan “yetkili organlar” yerine “yasama, yürütme ve yargı organları” denilmesiyle bir anlam değişikliği olmayacağını söyledi. Özbudun şöyle dedi: “Değişikliğin nedeni madde metnine açıklık getirmektir. Zaten yetkili organlar tabirinden anlaşılan devletin 3 temel organı olan yasama, yürütme ve yargıdır. Bu önemli bir düzenleme değil. Buradan hareketle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik bir düzenleme yapıldığı anlamı çıkarılamaz. Çünkü zaten o yürütmenin bir parçasıdır, Başbakanlığa bağlıdır.”
Laiklik güçlendiriliyor
Özbudun Anayasa’nın din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen maddesiyle ilgili de şöyle konuştu: “Nasıl din ve vicdan özgürlüğü varsa, din değiştirmek de bir özgürlüktür. Bunun metne konulması Anayasa taslağında laik düşünce tarzına ne kadar önem verildiğini göstermektedir.” Taslakta YÖK’ün kaldırılmasına ilişkin bir düzenleme olmadığını belirten Özbudun, “Ancak yetkilerinin azaltılması söz konusu” dedi. Özbudun MGK’nın Anayasa’dan çıkarılacağına ilişkin haberlerin ise doğru olmadığını söyledi.
Mevcut yasa ne diyor?
1982 ANAYASASI Türk vatandaşlığı MADDE 66. - Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. (Son cümle 3.10.2001’de mülga oldu: Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlığı kanunla düzenlenir) Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.
["Öğretim üyelerinin disiplin işlemlerinde üniversiteler yetkili olacak."
İşte, üniversiteleri işlemez hale getirecek olan hüküm bu... Bu hükme karşıyız. Üniversite öğretim üyeleri sadece Mahkemeler yoluyla cezalandırılmalıdır...]
Taslak paket hazır. Egemenlik, vatandaşlık ve tanımı değişiyor. YÖK kalkıyor.
AK Parti'nin 1 Eylül’de vereceği startla anayasa ilk kez bir sivil yönetim tarafından tepeden tırnağa değiştirilecek, ilk kez sivil yönetim tarafından halkoyuna sunulacak
EGEMENLİK: Millet egemenliği ‘yetkili organlar’ yerine ‘yasama, yürütme ve yargı organları eliyle kullanır’ şeklinde düzeltiliyor
VATANDAŞLIK: Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ’Türk’ denir ifadesi geliyor
YÖK: Yerine üniversiteler arasında program ve plan çalışması yapacak ÜKK (Üniversitelerarası Koordinasyon Kurulu) kuruluyor
Prof Ergun Özbudun başkanlığındaki 6 Anayasa hukukçusunun hazırladığı 140 maddelik Anayasa paketi Başbakan Erdoğan’a sunuldu. AKP’nin yapacağı çalışmanın ardından, taslak paket, partinin internet sitesine konacak ve kamuoyunun bilgisine sunulacak.
YÖK kalkacak
Yıllardır tartışılan YÖK, yeni Anayasa ile birlikte kaldırılacak. YÖK’ün yerine Üniversitelerarası Koordinasyon Kurulu (ÜKK) kurulacak. Bu kurul üniversiteler arasında program ve plan çalışması yapacak. Rektörlerin seçilmesi üniversitelerde yapılacak seçimle olurken üniversiteler özerk hale geliyor. Öğretim üyelerinin disiplin işlemlerinde üniversiteler yetkili olacak. MGKaynen korunduğu belirtildi.
Yüce Mahkeme’ye 17 üye
Anayasa Mahkemesi’nin sayısı artırılırken, üyelerin seçiminde Meclis’e hak doğuyor. Mevcut 11 olan üye sayısı 17’e çıkarılacak. Üyelerin 8’ini Meclis seçerken, geri kalan 9 üye ise Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay üyeleri arasından seçilecek. HSYK üyesi olan Adalet Bakanı, kuruldan çıkacak.
Yemin de sadeleşecek
Milletvekillerinin TBMM Genel Kurulu’nda okuduğu yemin metni düzeltiliyor. Yemin metnini sadeleştirileceği, cümleler arasında yer alan ’ve’bağlacının birçok bölümden çıkarılacağı öğrenildi
Taslağın mimarı Özbudun: TSK’ya yönelik bir düzenleme değil
Başbakan Erdoğan’a teslim edilen Anayasa taslağını hazırlayan 6 kişilik akademisyen heyetinin başkanı olan Bilkent Ünversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun, VATAN’a Anayasa taslağındaki bazı kritik maddeleri değerlendirdi.
Özbudun, mevcut Anayasa’nın milli egemenliğin organlar eliyle kullanılacağını düzenleyen 6. maddesinde yer alan “yetkili organlar” yerine “yasama, yürütme ve yargı organları” denilmesiyle bir anlam değişikliği olmayacağını söyledi. Özbudun şöyle dedi: “Değişikliğin nedeni madde metnine açıklık getirmektir. Zaten yetkili organlar tabirinden anlaşılan devletin 3 temel organı olan yasama, yürütme ve yargıdır. Bu önemli bir düzenleme değil. Buradan hareketle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik bir düzenleme yapıldığı anlamı çıkarılamaz. Çünkü zaten o yürütmenin bir parçasıdır, Başbakanlığa bağlıdır.”
Laiklik güçlendiriliyor
Özbudun Anayasa’nın din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen maddesiyle ilgili de şöyle konuştu: “Nasıl din ve vicdan özgürlüğü varsa, din değiştirmek de bir özgürlüktür. Bunun metne konulması Anayasa taslağında laik düşünce tarzına ne kadar önem verildiğini göstermektedir.” Taslakta YÖK’ün kaldırılmasına ilişkin bir düzenleme olmadığını belirten Özbudun, “Ancak yetkilerinin azaltılması söz konusu” dedi. Özbudun MGK’nın Anayasa’dan çıkarılacağına ilişkin haberlerin ise doğru olmadığını söyledi.
Mevcut yasa ne diyor?
1982 ANAYASASI Türk vatandaşlığı MADDE 66. - Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. (Son cümle 3.10.2001’de mülga oldu: Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlığı kanunla düzenlenir) Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.
17 Ağustos 2007
DÜNYANIN EN İYİ ÜNİVERSİTELERİ
U.S. News&World Report dergisinin yaptığı sıralamada Princeton, birinciliğini 8. yılda da korurken, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Princeton'ı sırasıyla Harvard ve Yale üniversiteleri izledi. Listede Stanford 4. sırada yer alırken, California Teknik Üniversitesi ile Pennsylvania Üniversitesi beşinciliği paylaştı.
Derginin her yıl yayınladığı ''ABD'nin En İyi Üniversiteleri'' sıralamasında, mezuniyet oranları, akademik personel ve mali kaynaklar ile okullarına bağış yapan mezunların yüzdesi gibi faktörler dikkate alınıyor.
ABD'deki en iyi 10 üniversite şunlar:
1-Princeton Üniversitesi
2-Harvard Üniversitesi
3-Yale Üniversitesi
4-Stanford Üniversitesi
5-Pennsylvania Üniversitesi ve
5. California Teknoloji Enstitüsü
7-Massachusetts Teknoloji Enstitüsü
8-Duke Üniversitesi
9-Columbia Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi
Derginin her yıl yayınladığı ''ABD'nin En İyi Üniversiteleri'' sıralamasında, mezuniyet oranları, akademik personel ve mali kaynaklar ile okullarına bağış yapan mezunların yüzdesi gibi faktörler dikkate alınıyor.
ABD'deki en iyi 10 üniversite şunlar:
1-Princeton Üniversitesi
2-Harvard Üniversitesi
3-Yale Üniversitesi
4-Stanford Üniversitesi
5-Pennsylvania Üniversitesi ve
5. California Teknoloji Enstitüsü
7-Massachusetts Teknoloji Enstitüsü
8-Duke Üniversitesi
9-Columbia Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi
PROF. DR. YALÇIN KÜÇÜK
TEMMUZ TEZLERİNE EK:
yalçın küçük 5 Ağustos AY
YOL
Pazar Günü, aşağılandım
“Tezler” ile aşağılayanları aşağıladım.
Gerçeklerden intikam aldım.
İntikam, yol’dur.
“Tezler” üzerinde tepkileri üçe ayırabiliyorum.
Önce, siyasetin içinden gelen, islam ve tarikatı bilenler var. Bunlar, Tezler’i çok açıklayıcı buldular ve hatta daha ileri giderek “açıklama” bile saydılar. Sonra, çok şaşıranlar, daha doğrusu “hiç anlayamayanlar” olduğunu müşahede ettim. Bu grup, beni, acı ile birlikte, bir ölçüde de, sevindirdi; çünkü anlamamalarından , krizi ve derinliğini kavrayamadıklarını, çıkarıyorum. Cumhuriyet’in krizini anlayamamak ve bunun karşısında susmak, bir dil ve kavram yetersizliğidir;doğru, kriz, bir dili yitirme ve kavramları eskitme halidir. Kriz varsa bir dil, dil olmaktan çıkmıştır ve ayrıca yeni kavramlar gerekmektedir, demektir ve doğrulanmak anlamındadır.
Kriz derinse, körleşme vardır. Var.
Üçüncü grup, Tezler’i, “kötümser” bulanlardır. Bu notu bunlar için yazıyorum; çünkü yer yer çok “iyimser” yazdığımı düşünüyordum.
Ancak bu yazımda, bilimsel değil, fakat pratik ve sevindirici bir yan var, işaret etmek durumundayım. Şöyle, “Tezler” ile birlikte, falsifikasyonun durduğunu görebiliyoruz; sonuçları, “orduya karşı çıkmak” veya “cumhurbaşkanlığı seçimini bloke etmek” ya da “akistler çok çalıştılar” yollu safsatalar ile açıklayan rüzgar durmuş ve hatta ortadan kalkmış görünüyor ve bu, o kadar öyle ki chp dahi, seçim yenilgisini analiz ederken, bu safsatalardan uzak kalma basiretini sergileyebildi. Analiz olarak ortaya koydukları, Tezler’in acemice kopyesidir. İhanete varan hatalar ayrı, Akist-Barzani ittifakı ve judaize olmuş tarikatların egemenliği çıplak gerçektirler; bunların dışı sadece safsata’dır.
Bu seçimlerde tüm partilerin teşkilatlarının lağvedildiğini de gördük ve bu, “parlementer ve partiler sistemi” için büyük darbedir. O hale geldiler, her birinin tüm örgüt mensupları, büyük merkezlerinin bahçelerini bile doldurmaktan uzak kaldılar.
Plütokrasi, safsata’dır.
Safsatacılar, en çok, hep tuttukları chp’nin, bu son açıklamasına saldırmak ihtiyacını da duydular. İsabetlidir, çünkü, safsatalara karşı intikam hücumunu gördüler. İntikam, gerçekleri un etmekle başlamaktadır. Egemen ideolojiyi dağıtmakla başlamaktadır, demek istiyorum.
Öte yandan, görkemli dönemde Türkiye İşci Partisi milletvekili, “Türkiye’de Kürtler Vardır” kararını alan Dördüncü Büyük Kongre’de delege Doktor Tarık Ziya Ekinci ile İmralı’dan Abdullah Öcalan’ın tespitleri, Tezler’e pek yakın düşmektedir. Özdeş değiller, yakındırlar; yalnız Tezler’i okumuş olmaları ihtimalini düşük görüyorum.Buna rağmen, sonucun arızi olduğunda ittifak oluşmaktadır, sadece buna işaret ediyorum.
Darbelerde arizi bir yan var.
Temmuz’da, 12 Mart’ı bulmak, iyimserliktir.
Kötümser mi; kuşkusuz kişisel muhasebem ve tarihim açısından kötümser olduğumu belirtmek durumundayım. a) Bu seçimi önlemeye çok çalıştım, beceremedim. b) Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’ın başlattığı, bir süre Behice Hanım ile ve sonra diğer arkadaşlarımızla sürdürdüğüm Kürtler’i devrimcileştirme ve Türk - Kürt İlerici Birliği’ni yaratma programımız tersine dönmüştür. Artık reddedemeyiz, Samsun-İskenderun hattının Doğu’su, karanlığı seçmiş haldedir. Kürtler, şimdi Judeo-Müsülman bayrağın altında toplandılar.Musul’daki Kürdo-Judaik işgali mihver sayma yönündedirler.
Bütün tarihleri içinde Kürtler, şimdi, Türkler’den en uzak noktadadırlar ve Cumhuriyet döneminden itibaren ise karanlığın en dibindedirler. Akist-Barzani ittifakı içindedirler.
İki hiziptirler, Öcalan’ın adıyla saylav olanların ise, Barzani’ye kayışı durdurmakla birlikte, şu zamanda, hangi bayrağa selam duracakları henüz belli olmaktan uzaktır; net olan, bunların da artık Türklük ve Türk ilericiliği ile bağlarının kalmadıklarıdır.Yüzleri, karanlığa ve judaizme dönüktür; Dimyat’ta pirinç hesabı yapıyorlar.
Bunun dışında Tezler’de bir iyimserlik var. Çünkü elde edilen sonuç, konjonktürel, kısa vadeli ve iradidir; sanki bir sürek avı idi ve el birliğiyle, Akist-Barzani ittifakına su taşıdılar. Tezler’de taşıyıcıları saydım; eklemem mi gerekiyor, bu arada Cumhurbaşkanı Hazretleri, çıkan sonuca şaşırdığını ifade etmişler, şaşırmakta haksızdırlar. Sonuçtan paydardılar; a) seçim hukuk dışıdır, b) seçimler yargı denetiminde olmamakla , seçim kurulu, Yedi-Sekiz Hasan Paşa’yı aratmamıştır. c) Cumhurbaşkanı seçemeyen meclisin hiçbir karar alması imkansızdır ve bu nedenle, bağımsızları aynı pusulaya sokan, Hüsamettin Cindoruk’un çok güzel bir şekilde, “mizah” tabir ettikleri, tedbir de meşruiyetten yoksundur. Sezer’in bunu imzalamasını anlamak mümkün olmuyor; rüzgara uyulmuştur ve fırtına biçilmiştir. Şaşmamaları isabetlidir.
Cumhurbaşkanı Hazretleri, en son döneminde, yüksek bürokrasi ile birlikte, Türkiye’yi ve krizi çok hafife almış görünüyorlar.Nisancı rüzgarı çalma darbesine kolaycı davrandılar; burada not etmek tekrar isabetlidir, bağımsızları bir çuvala sokmak, artık çare sayılamaz. Binnetice, şaşmak, artık yararsızdır, diyebiliyoruz.
Şura ve Hakimler ve Savcılar Kurulu’nın kararlarının yargı denetiminden yoksun olduğunu söylüyorlar; peki, yergi denetiminde olmayan seçim var. Bir yargı kurulu olmayan seçim heyeti, yedi-sekiz hasan paşa mühürleri vurabilmektedir.
a) Mazbatasını almamış bir adayın ölümü ile seçim günü kalp krizinden göçen ve böylece öldükten sonra seçimi kazanan bir adayın durumu aynıdır. Seçim kurulu, yedi-sekiz hasan paşa mantığıyla, bir mhp milletvekilini kesmiş ve bunu akepe’ye hediye etmiştir. Ara-seçimi akepe’nindir ve biliyoruz. Türkiye’de yargı kapısı olmadığı için, ahim yolu açıktır.
b) Gümrük kapısındaki pusulalarda bağımsız adları yoksa, Hakkari’den kazanan bağımsızı silip bir akepe’liyi saylav ilan etmek hukuk ile bağdaşmaz bir haldir. Kaldı ki, bizim sistemimize göre bir milletvekilini ancak ilin seçmenleri belirler, seçmen kütüğünde kayıtlı olmayanların, Hakkari’den milletvekili belirlemesi hukuka aykırıdır. Türkiye’de yargı kapısı olmadığına göre ahim kapı’dır.
c) Yeniden yargılanmak, aleyhte hüküm olmadığı anlamındadır. Aleyhte hüküm olmadan milletvekilliğini yasaklamak hukuk dışıdır. Ahim kapı’dır.
Bütün bunlar hukuk dışı bir seçime işarettir.Yalnız sadece bunlar değil, “deve nerem doğrudur ki” diyordu, o haldedir. Nerede ise tek gazete ve tek tv ile seçim yaptılar. Meşruiyeti çok eksiktir. Hukukçu bir cumhurbaşkanının meşruiyeti eksik bir seçimi kabul etmesine asıl biz şaşmak zorundayız.
Kemal Nehrozoğlu, hukuka hakim bir yüksek kamu görevlisidir. Etkisiz kaldığını çıkarabiliyoruz.
O halde bir işaret daha var; 3 Kasım 2002 seçiminden sonra ortaya çıkan tablo için, “yüksek bürokrasinin otuz beş yıldır en çok istediği tayfadır” demiştim. Şimdi buna şunu ekleyebiliyorum; Tel-Aviv, Washington, Plütokrasi ve Tarikatlar’ın ortak seçimine karşı çıkabilecek bir bürokrasiden yoksun haldeyiz. Kıssadan bir hisse de budur. Bürokrasinin, rahatsızlığı var, ancak karşı çıkma iradesi göremiyoruz.Göremediğimizi, gösterdiler. Dolayısıyla seçim, “oyun” ve Caligula ise “oyun içinde oyun” oldular.
O halde “oyun” ve hatta “oyun içinde oyun” varsa, iyimser olabiliriz. Nihayet bir oyundur. 12 Mart tekrar oynanmıştır ve 12 Eylül’ün “danışma meclisi” ile dahi mukayese edilmeyecek bir “saylavlar kurulu” tertip edilmiştir. Eylülist darbeciler dahi şunun bunun eşi’ni toplamamak saygısını gösterdiler; bu kez, parlamenter sistem ve halk iradesiyle daha açık alay edilmiştir. Bu oyunun hiçbir yerinde halk yoktur. Hem oyun’u ve hem de oyun içinde oyun’u halksız oynadılar.
Halk, artık bu sonucu saymamada vardır.
Kamer Genç, Eylülist danışma meclisinde vardı.Şimdi bağımsız ve en son abide’dir. Alaylı diliyle bu alay ile alay eden bir yerdedir. Oyunun ve oluşan meclis’in en anlamlı hallerinden birisi telakki ediyorum. Artık Kamer Genç anlamlıdır ve anlam vermektedir.
Bundan sonrası için iyimser olmanın hiçbir nedenini göremiyorum; ortaya çıkan tablo akepe’nin marifeti olmaktan uzaktır. Mimarları, 12 Mart Darbesi’nden Orgeneral Tağmaç, 12 Eylül Darbesi’nden Orgeneral Evren ve Şubat 2001 Darbesi ile gelen Orgeneral Özkök’türler. a) pkk ile mücadele adı altında Doğu’yu Hizbullah’a ve arkasından şeyhler ile tarikatlara bıraktılar. Şimdi karanlıktadır. b) Solcular ayrı, kemalistleri bile üniversitelerden çıkardılar, şeriatçılara verdiler. c) Emniyet, Gülen tarikatındadır. d) Askeri Şura her yıl marjinalist bir yaklaşımla sızan tarikat mensuplarını ayıklamakla meşgüldür. Marjinalist ve amprisist görüyoruz. e) et cetera et cetera.
Bunu yapan üç kişidir, ancak, Tağmaç-Evren-Özkök, ama hep , İstanbul’da pütokrasi ile konuşarak ve Washington’da hep danışarak yaptılar.
Ayrıca, çeşitle internetler, her üçünü de İbrani asıllı yazıyorlar ki mümkündür. Öyle olmaları da gerekmektedir. Halleri, gerçekten daha gerçektir.
Tarikatlar mı, judaizedirler.
Başta Gülen Tarikatı, İsrael muhibbi’dirler.
Kurtuluş’ta İngiliz Muhibbi’leri bir avuçtular ve şimdi İsrael-muhibb’leri sel oldular.
Şimdi ve geçerken not edebiliyorum, Necmettin Erbakan’ın önemli açıklamalarının etkisiz kalmasını burada aramak isabetlidir. Benim, Soner Yalçın’ın ve son olarak Ergün Poyraz’ın çalışmaları, islamın önemli boyutta, tarikatların büyük ölçüde, judaize olduklarını ortaya çıkardılar. Bunlar, dolayısıyla ve solcu jargonu ile artık bilincine vardılar.
Yine sol dili kullanacak olursam, gizlideydiler ve şimdi legalize oldular. Çalışmalarımızın islamı ve özellikle tarikatları hürleştirdiğini kabul etmek durumdayız. Artık utanmıyorlar ve gizliden çıktılar.
Türk-Kürt Gerici Birliği bir İsrael örgütlenmesidir. Bu oyunda açık oldular.
Türk-Kürt Gerici Birliği, Türk-İslam Sentezi’nin yerindedir ve devamı sayabiliyoruz.
Oy haritası, Büyük İsrael ve/veya Büyük Orta Doğu Projesi’nin Ermenistan’a doğru emin adımlarla ilerlediğinin haberini vermektedir. Bu, “Kürtler, karanlığı seçtiler” anlamındadır.
Ancak, Kürtler’in de, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaları ihtimali yüksektir. Tekrar ediyorum. Reyleri, ayrılıktan ve karanlıktan yanadır. O halde ya ayrılmak ve ya da ayrılmamak var.
DB ve DB nin, çözümsüz ve kışkırtıcı oldukları yönündeki açıklamaları isabetlidir. Amma ve lakin, karanlığı seçmek de daha büyük bir çözümsüzlük ve daha büyük bir savaş kışkırtıcılığıdır. Karanlık, savaş davetidir. Bu ise hem kötümser ve hem de iyimser bir haldir.
Kaldı ki bu kadar kaba İsrael yanlılığının, İsrael’i bile tehlikeli gelebileceğini düşünmek durumundayız.Çünkü çok tahrik etmektedir. Öte yandan Judeo-Müsülman bayrağı seçmek ile Atatürk milliyetçiliğini kayıtlardan çıkarmayı istemek birbiriyle tutarlı görünmektedir. Kaldı ki, pratikleri ayrı, formülasyonu açısından kemalist milliyetçilik, tariflerin en hafifidir.
Peki burada iyimser olmak için bir neden var mı; Tağmaç’tan Özkök’e otuz yıl var. Demek ki en az otuz yılda ördüler. Uzun bir yolda çalıştılar. Şimdi daha iyi görüyoruz, hep Tayyip Erdoğan’ı yapmayı hedef aldılar. Her birimizi ve özellikle yeni doğanları, tayyip erdoğan imal etmeye yemin ettiler; artık Tayyip Erdoğan’a oy verenlerin her birisi bir tayyip erdoğan’dır. “Cumhuriyet insanı” yerine ektikleri işte budur. Kovduklarının, hapsettiklerinin, sokak ortasında öldürdüklerinin, beslemeyip idam ettiklerinin yerine diktikleri işte budur. Demek ki, yaratmadılar ve imal ettiler. Seri imalat var, mamulleri, birbirinin aynı oldular.
Cumhuriyet insanının yerine imal ettikleri budur. Bu, büyük zenginlerin planıdır. Üniversitede profesör ve öğrenci, fabrikada patron ve amele, televizyonlarda, yarışmalarda, seçen ve seçilen hep tayyip erdoğan olmasını istediler. Tağmaç-Evren-Özkök bunu yaptılar.
Yaptıkları Huxley’in imalatını andırıyor , ama daha cüretkar ve daha siyah’tır.
Orwell’i daha çok çalışmış olmaları ihtimal dahilindedir.
Mutabakatlar bu noktadadırlar.
Ne yaptılar, “Tezler” karşısında dilsiz kalanlar, artık ülkede devlet memurları olan müftülerin imametinde yağmur duası yapıldığını dahi göremiyorlar. Her saat başı meteoroloji haberleri veren tv’lerin bir de yağmur duası haberleri karşısında titremeyen “cumhuriyetçiler” yarattılar. Göremeyenler ve krizi kavrayamayanlar, kendilerine özde ve sözde “laik” ve akılcı diyorlar ve sayıyorlar.
Başarıları, artık bunun görülmemesidir. Yenilgimiz buradadır.
Yenenler, Cumhuriyet’i yıkanlar ve ülkeyi bölünme noktasına getirenlerdir. Burada akistler’i görmüyorum.
Yıkmak ve bölmek, hem büyük sermayenin ve hem de Washington’un programıdır.
Körleştirdiler.
Sürü fabrikaları kurdular. Artık “üniversite” dedikleri, sürü imalathaneleridir.
Neler mi yaptılar, kısa kişisel tarih şudur; a) Tağmaç, darbe yaptığında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesiydim. Kovdular. Hakim Yarbay, askeri savcı, Mustafa Deniz, beni, hapsanenin kapısından döndürdü, adını sevgiyle anıyorum.b) Evren, darbe yapınca, hem Gazi Üniversitesi’nden çıkarttılar ve hem hapse koydular. c) Özkök Darbe yapınca, Gazi’den iki kez kovdular ve hep pencereden tekrar girdim. Hapse atmaktan yorulmuşlardı, ayrıca hapishaneden pek taze çıkmıştım, atmadılar.
İnatçıyız.
Ben çok inatçı olduğum için dozu yoğun tuttular. Ama hep ve herkese yaptılar. Dağladılar, ve üniversiteleri, emniyeti, kürtleri ve diğerlerini tarikatlara bıraktılar. Ve tamamen İbraniyet’e vurdular.
Bana gelince, bunları görebiliyorum ve yazabiliyorum, dolayısıyla, kendimi imalat hatası sayıyorum; yenildiler.
O halde yapılanı görmek, iyimserlik kaynağıdır; çünkü görünen, uzun bir yol’dur.
O halde her iki anlamda da yorucu bir yolumuz var. O halde, yorma sırası bizdedir.
Prof. Dr. Yalçın Küçük
Vistilef'in Notu: Prof. Dr. Yalçın Küçük, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nde part-time ders verecektir. Yazıları, kendi izniyle Vistilef'te yayınlanmaktadır.
yalçın küçük 5 Ağustos AY
YOL
Pazar Günü, aşağılandım
“Tezler” ile aşağılayanları aşağıladım.
Gerçeklerden intikam aldım.
İntikam, yol’dur.
“Tezler” üzerinde tepkileri üçe ayırabiliyorum.
Önce, siyasetin içinden gelen, islam ve tarikatı bilenler var. Bunlar, Tezler’i çok açıklayıcı buldular ve hatta daha ileri giderek “açıklama” bile saydılar. Sonra, çok şaşıranlar, daha doğrusu “hiç anlayamayanlar” olduğunu müşahede ettim. Bu grup, beni, acı ile birlikte, bir ölçüde de, sevindirdi; çünkü anlamamalarından , krizi ve derinliğini kavrayamadıklarını, çıkarıyorum. Cumhuriyet’in krizini anlayamamak ve bunun karşısında susmak, bir dil ve kavram yetersizliğidir;doğru, kriz, bir dili yitirme ve kavramları eskitme halidir. Kriz varsa bir dil, dil olmaktan çıkmıştır ve ayrıca yeni kavramlar gerekmektedir, demektir ve doğrulanmak anlamındadır.
Kriz derinse, körleşme vardır. Var.
Üçüncü grup, Tezler’i, “kötümser” bulanlardır. Bu notu bunlar için yazıyorum; çünkü yer yer çok “iyimser” yazdığımı düşünüyordum.
Ancak bu yazımda, bilimsel değil, fakat pratik ve sevindirici bir yan var, işaret etmek durumundayım. Şöyle, “Tezler” ile birlikte, falsifikasyonun durduğunu görebiliyoruz; sonuçları, “orduya karşı çıkmak” veya “cumhurbaşkanlığı seçimini bloke etmek” ya da “akistler çok çalıştılar” yollu safsatalar ile açıklayan rüzgar durmuş ve hatta ortadan kalkmış görünüyor ve bu, o kadar öyle ki chp dahi, seçim yenilgisini analiz ederken, bu safsatalardan uzak kalma basiretini sergileyebildi. Analiz olarak ortaya koydukları, Tezler’in acemice kopyesidir. İhanete varan hatalar ayrı, Akist-Barzani ittifakı ve judaize olmuş tarikatların egemenliği çıplak gerçektirler; bunların dışı sadece safsata’dır.
Bu seçimlerde tüm partilerin teşkilatlarının lağvedildiğini de gördük ve bu, “parlementer ve partiler sistemi” için büyük darbedir. O hale geldiler, her birinin tüm örgüt mensupları, büyük merkezlerinin bahçelerini bile doldurmaktan uzak kaldılar.
Plütokrasi, safsata’dır.
Safsatacılar, en çok, hep tuttukları chp’nin, bu son açıklamasına saldırmak ihtiyacını da duydular. İsabetlidir, çünkü, safsatalara karşı intikam hücumunu gördüler. İntikam, gerçekleri un etmekle başlamaktadır. Egemen ideolojiyi dağıtmakla başlamaktadır, demek istiyorum.
Öte yandan, görkemli dönemde Türkiye İşci Partisi milletvekili, “Türkiye’de Kürtler Vardır” kararını alan Dördüncü Büyük Kongre’de delege Doktor Tarık Ziya Ekinci ile İmralı’dan Abdullah Öcalan’ın tespitleri, Tezler’e pek yakın düşmektedir. Özdeş değiller, yakındırlar; yalnız Tezler’i okumuş olmaları ihtimalini düşük görüyorum.Buna rağmen, sonucun arızi olduğunda ittifak oluşmaktadır, sadece buna işaret ediyorum.
Darbelerde arizi bir yan var.
Temmuz’da, 12 Mart’ı bulmak, iyimserliktir.
Kötümser mi; kuşkusuz kişisel muhasebem ve tarihim açısından kötümser olduğumu belirtmek durumundayım. a) Bu seçimi önlemeye çok çalıştım, beceremedim. b) Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’ın başlattığı, bir süre Behice Hanım ile ve sonra diğer arkadaşlarımızla sürdürdüğüm Kürtler’i devrimcileştirme ve Türk - Kürt İlerici Birliği’ni yaratma programımız tersine dönmüştür. Artık reddedemeyiz, Samsun-İskenderun hattının Doğu’su, karanlığı seçmiş haldedir. Kürtler, şimdi Judeo-Müsülman bayrağın altında toplandılar.Musul’daki Kürdo-Judaik işgali mihver sayma yönündedirler.
Bütün tarihleri içinde Kürtler, şimdi, Türkler’den en uzak noktadadırlar ve Cumhuriyet döneminden itibaren ise karanlığın en dibindedirler. Akist-Barzani ittifakı içindedirler.
İki hiziptirler, Öcalan’ın adıyla saylav olanların ise, Barzani’ye kayışı durdurmakla birlikte, şu zamanda, hangi bayrağa selam duracakları henüz belli olmaktan uzaktır; net olan, bunların da artık Türklük ve Türk ilericiliği ile bağlarının kalmadıklarıdır.Yüzleri, karanlığa ve judaizme dönüktür; Dimyat’ta pirinç hesabı yapıyorlar.
Bunun dışında Tezler’de bir iyimserlik var. Çünkü elde edilen sonuç, konjonktürel, kısa vadeli ve iradidir; sanki bir sürek avı idi ve el birliğiyle, Akist-Barzani ittifakına su taşıdılar. Tezler’de taşıyıcıları saydım; eklemem mi gerekiyor, bu arada Cumhurbaşkanı Hazretleri, çıkan sonuca şaşırdığını ifade etmişler, şaşırmakta haksızdırlar. Sonuçtan paydardılar; a) seçim hukuk dışıdır, b) seçimler yargı denetiminde olmamakla , seçim kurulu, Yedi-Sekiz Hasan Paşa’yı aratmamıştır. c) Cumhurbaşkanı seçemeyen meclisin hiçbir karar alması imkansızdır ve bu nedenle, bağımsızları aynı pusulaya sokan, Hüsamettin Cindoruk’un çok güzel bir şekilde, “mizah” tabir ettikleri, tedbir de meşruiyetten yoksundur. Sezer’in bunu imzalamasını anlamak mümkün olmuyor; rüzgara uyulmuştur ve fırtına biçilmiştir. Şaşmamaları isabetlidir.
Cumhurbaşkanı Hazretleri, en son döneminde, yüksek bürokrasi ile birlikte, Türkiye’yi ve krizi çok hafife almış görünüyorlar.Nisancı rüzgarı çalma darbesine kolaycı davrandılar; burada not etmek tekrar isabetlidir, bağımsızları bir çuvala sokmak, artık çare sayılamaz. Binnetice, şaşmak, artık yararsızdır, diyebiliyoruz.
Şura ve Hakimler ve Savcılar Kurulu’nın kararlarının yargı denetiminden yoksun olduğunu söylüyorlar; peki, yergi denetiminde olmayan seçim var. Bir yargı kurulu olmayan seçim heyeti, yedi-sekiz hasan paşa mühürleri vurabilmektedir.
a) Mazbatasını almamış bir adayın ölümü ile seçim günü kalp krizinden göçen ve böylece öldükten sonra seçimi kazanan bir adayın durumu aynıdır. Seçim kurulu, yedi-sekiz hasan paşa mantığıyla, bir mhp milletvekilini kesmiş ve bunu akepe’ye hediye etmiştir. Ara-seçimi akepe’nindir ve biliyoruz. Türkiye’de yargı kapısı olmadığı için, ahim yolu açıktır.
b) Gümrük kapısındaki pusulalarda bağımsız adları yoksa, Hakkari’den kazanan bağımsızı silip bir akepe’liyi saylav ilan etmek hukuk ile bağdaşmaz bir haldir. Kaldı ki, bizim sistemimize göre bir milletvekilini ancak ilin seçmenleri belirler, seçmen kütüğünde kayıtlı olmayanların, Hakkari’den milletvekili belirlemesi hukuka aykırıdır. Türkiye’de yargı kapısı olmadığına göre ahim kapı’dır.
c) Yeniden yargılanmak, aleyhte hüküm olmadığı anlamındadır. Aleyhte hüküm olmadan milletvekilliğini yasaklamak hukuk dışıdır. Ahim kapı’dır.
Bütün bunlar hukuk dışı bir seçime işarettir.Yalnız sadece bunlar değil, “deve nerem doğrudur ki” diyordu, o haldedir. Nerede ise tek gazete ve tek tv ile seçim yaptılar. Meşruiyeti çok eksiktir. Hukukçu bir cumhurbaşkanının meşruiyeti eksik bir seçimi kabul etmesine asıl biz şaşmak zorundayız.
Kemal Nehrozoğlu, hukuka hakim bir yüksek kamu görevlisidir. Etkisiz kaldığını çıkarabiliyoruz.
O halde bir işaret daha var; 3 Kasım 2002 seçiminden sonra ortaya çıkan tablo için, “yüksek bürokrasinin otuz beş yıldır en çok istediği tayfadır” demiştim. Şimdi buna şunu ekleyebiliyorum; Tel-Aviv, Washington, Plütokrasi ve Tarikatlar’ın ortak seçimine karşı çıkabilecek bir bürokrasiden yoksun haldeyiz. Kıssadan bir hisse de budur. Bürokrasinin, rahatsızlığı var, ancak karşı çıkma iradesi göremiyoruz.Göremediğimizi, gösterdiler. Dolayısıyla seçim, “oyun” ve Caligula ise “oyun içinde oyun” oldular.
O halde “oyun” ve hatta “oyun içinde oyun” varsa, iyimser olabiliriz. Nihayet bir oyundur. 12 Mart tekrar oynanmıştır ve 12 Eylül’ün “danışma meclisi” ile dahi mukayese edilmeyecek bir “saylavlar kurulu” tertip edilmiştir. Eylülist darbeciler dahi şunun bunun eşi’ni toplamamak saygısını gösterdiler; bu kez, parlamenter sistem ve halk iradesiyle daha açık alay edilmiştir. Bu oyunun hiçbir yerinde halk yoktur. Hem oyun’u ve hem de oyun içinde oyun’u halksız oynadılar.
Halk, artık bu sonucu saymamada vardır.
Kamer Genç, Eylülist danışma meclisinde vardı.Şimdi bağımsız ve en son abide’dir. Alaylı diliyle bu alay ile alay eden bir yerdedir. Oyunun ve oluşan meclis’in en anlamlı hallerinden birisi telakki ediyorum. Artık Kamer Genç anlamlıdır ve anlam vermektedir.
Bundan sonrası için iyimser olmanın hiçbir nedenini göremiyorum; ortaya çıkan tablo akepe’nin marifeti olmaktan uzaktır. Mimarları, 12 Mart Darbesi’nden Orgeneral Tağmaç, 12 Eylül Darbesi’nden Orgeneral Evren ve Şubat 2001 Darbesi ile gelen Orgeneral Özkök’türler. a) pkk ile mücadele adı altında Doğu’yu Hizbullah’a ve arkasından şeyhler ile tarikatlara bıraktılar. Şimdi karanlıktadır. b) Solcular ayrı, kemalistleri bile üniversitelerden çıkardılar, şeriatçılara verdiler. c) Emniyet, Gülen tarikatındadır. d) Askeri Şura her yıl marjinalist bir yaklaşımla sızan tarikat mensuplarını ayıklamakla meşgüldür. Marjinalist ve amprisist görüyoruz. e) et cetera et cetera.
Bunu yapan üç kişidir, ancak, Tağmaç-Evren-Özkök, ama hep , İstanbul’da pütokrasi ile konuşarak ve Washington’da hep danışarak yaptılar.
Ayrıca, çeşitle internetler, her üçünü de İbrani asıllı yazıyorlar ki mümkündür. Öyle olmaları da gerekmektedir. Halleri, gerçekten daha gerçektir.
Tarikatlar mı, judaizedirler.
Başta Gülen Tarikatı, İsrael muhibbi’dirler.
Kurtuluş’ta İngiliz Muhibbi’leri bir avuçtular ve şimdi İsrael-muhibb’leri sel oldular.
Şimdi ve geçerken not edebiliyorum, Necmettin Erbakan’ın önemli açıklamalarının etkisiz kalmasını burada aramak isabetlidir. Benim, Soner Yalçın’ın ve son olarak Ergün Poyraz’ın çalışmaları, islamın önemli boyutta, tarikatların büyük ölçüde, judaize olduklarını ortaya çıkardılar. Bunlar, dolayısıyla ve solcu jargonu ile artık bilincine vardılar.
Yine sol dili kullanacak olursam, gizlideydiler ve şimdi legalize oldular. Çalışmalarımızın islamı ve özellikle tarikatları hürleştirdiğini kabul etmek durumdayız. Artık utanmıyorlar ve gizliden çıktılar.
Türk-Kürt Gerici Birliği bir İsrael örgütlenmesidir. Bu oyunda açık oldular.
Türk-Kürt Gerici Birliği, Türk-İslam Sentezi’nin yerindedir ve devamı sayabiliyoruz.
Oy haritası, Büyük İsrael ve/veya Büyük Orta Doğu Projesi’nin Ermenistan’a doğru emin adımlarla ilerlediğinin haberini vermektedir. Bu, “Kürtler, karanlığı seçtiler” anlamındadır.
Ancak, Kürtler’in de, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaları ihtimali yüksektir. Tekrar ediyorum. Reyleri, ayrılıktan ve karanlıktan yanadır. O halde ya ayrılmak ve ya da ayrılmamak var.
DB ve DB nin, çözümsüz ve kışkırtıcı oldukları yönündeki açıklamaları isabetlidir. Amma ve lakin, karanlığı seçmek de daha büyük bir çözümsüzlük ve daha büyük bir savaş kışkırtıcılığıdır. Karanlık, savaş davetidir. Bu ise hem kötümser ve hem de iyimser bir haldir.
Kaldı ki bu kadar kaba İsrael yanlılığının, İsrael’i bile tehlikeli gelebileceğini düşünmek durumundayız.Çünkü çok tahrik etmektedir. Öte yandan Judeo-Müsülman bayrağı seçmek ile Atatürk milliyetçiliğini kayıtlardan çıkarmayı istemek birbiriyle tutarlı görünmektedir. Kaldı ki, pratikleri ayrı, formülasyonu açısından kemalist milliyetçilik, tariflerin en hafifidir.
Peki burada iyimser olmak için bir neden var mı; Tağmaç’tan Özkök’e otuz yıl var. Demek ki en az otuz yılda ördüler. Uzun bir yolda çalıştılar. Şimdi daha iyi görüyoruz, hep Tayyip Erdoğan’ı yapmayı hedef aldılar. Her birimizi ve özellikle yeni doğanları, tayyip erdoğan imal etmeye yemin ettiler; artık Tayyip Erdoğan’a oy verenlerin her birisi bir tayyip erdoğan’dır. “Cumhuriyet insanı” yerine ektikleri işte budur. Kovduklarının, hapsettiklerinin, sokak ortasında öldürdüklerinin, beslemeyip idam ettiklerinin yerine diktikleri işte budur. Demek ki, yaratmadılar ve imal ettiler. Seri imalat var, mamulleri, birbirinin aynı oldular.
Cumhuriyet insanının yerine imal ettikleri budur. Bu, büyük zenginlerin planıdır. Üniversitede profesör ve öğrenci, fabrikada patron ve amele, televizyonlarda, yarışmalarda, seçen ve seçilen hep tayyip erdoğan olmasını istediler. Tağmaç-Evren-Özkök bunu yaptılar.
Yaptıkları Huxley’in imalatını andırıyor , ama daha cüretkar ve daha siyah’tır.
Orwell’i daha çok çalışmış olmaları ihtimal dahilindedir.
Mutabakatlar bu noktadadırlar.
Ne yaptılar, “Tezler” karşısında dilsiz kalanlar, artık ülkede devlet memurları olan müftülerin imametinde yağmur duası yapıldığını dahi göremiyorlar. Her saat başı meteoroloji haberleri veren tv’lerin bir de yağmur duası haberleri karşısında titremeyen “cumhuriyetçiler” yarattılar. Göremeyenler ve krizi kavrayamayanlar, kendilerine özde ve sözde “laik” ve akılcı diyorlar ve sayıyorlar.
Başarıları, artık bunun görülmemesidir. Yenilgimiz buradadır.
Yenenler, Cumhuriyet’i yıkanlar ve ülkeyi bölünme noktasına getirenlerdir. Burada akistler’i görmüyorum.
Yıkmak ve bölmek, hem büyük sermayenin ve hem de Washington’un programıdır.
Körleştirdiler.
Sürü fabrikaları kurdular. Artık “üniversite” dedikleri, sürü imalathaneleridir.
Neler mi yaptılar, kısa kişisel tarih şudur; a) Tağmaç, darbe yaptığında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesiydim. Kovdular. Hakim Yarbay, askeri savcı, Mustafa Deniz, beni, hapsanenin kapısından döndürdü, adını sevgiyle anıyorum.b) Evren, darbe yapınca, hem Gazi Üniversitesi’nden çıkarttılar ve hem hapse koydular. c) Özkök Darbe yapınca, Gazi’den iki kez kovdular ve hep pencereden tekrar girdim. Hapse atmaktan yorulmuşlardı, ayrıca hapishaneden pek taze çıkmıştım, atmadılar.
İnatçıyız.
Ben çok inatçı olduğum için dozu yoğun tuttular. Ama hep ve herkese yaptılar. Dağladılar, ve üniversiteleri, emniyeti, kürtleri ve diğerlerini tarikatlara bıraktılar. Ve tamamen İbraniyet’e vurdular.
Bana gelince, bunları görebiliyorum ve yazabiliyorum, dolayısıyla, kendimi imalat hatası sayıyorum; yenildiler.
O halde yapılanı görmek, iyimserlik kaynağıdır; çünkü görünen, uzun bir yol’dur.
O halde her iki anlamda da yorucu bir yolumuz var. O halde, yorma sırası bizdedir.
Prof. Dr. Yalçın Küçük
Vistilef'in Notu: Prof. Dr. Yalçın Küçük, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nde part-time ders verecektir. Yazıları, kendi izniyle Vistilef'te yayınlanmaktadır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)