Add to Flipboard Magazine.

09 Ağustos 2005

VİSTİLEF E-POSTA GRUBU ARŞİVİNDEN 1

Editörün Notu: Aşağıdaki yazı "vistilef e.grubu"na 6 ay önce gönderilmişti... "Vistilef e.grubu"na gönderilen ilk iletilerden biriydi. "Tarihi önemi" olduğundan yeniden yayınlıyoruz... "Gelenek nasıl oluşurmuşa" da bir örnek... Aynı zamanda hatırlayanlarınız hatırlar Karadavut müstear ismiyle de bir ileti gönderilmişti Vistilef e.grubu'na o zaman... O iletiyi de yayınlayacağız... O zamanlar Vistilef yayınlarından hiç biri yoktu... Ayrıca, 8 Ağustos 2005 tarihinde yapılan Fakülte Kurulu toplantısı için de "iyi bir hatırlatma... " Bu son toplantıda, bu yazıda yer alan bir çok konu Dekanlık tarafından yerine getirilmeye başlandı. Dekanlık artık hukuka uymayı öğreniyor... Yavaş da olsa, seve seve öğreniyor... Bu yazıda okuyacağınız her şey bu okulda oluşmaya başladı. Beş taş oynamıyoruz...Burası DEVLET okulu; devlet hepimizin... Devlet ancak hukukla var... Burası kimsenin çiftliği değil. Aksine inananlar "Yeni Dönemde" yasaya aykırı davrandıkları ölçüde cezalandırlacak. 8 Ağustos 2005 Fakülte Kurulu toplantısının da zaptını yakında yayınlayacağız... Kimseye karşı kişisel değiliz.

Bilime Karşı Bölüm Toplantısı’na Zeyl:
Ya da Çeçen ve Boşnak kültüründe işler nasıl olur’a Dibaçe

Prof. Dr. Veysel Batmaz
28 Şubat 2005 (Tarih ne kadar ironik değil mi?)

Öğretim üye ve elemanlarını tehdit eden sözler dinlemekten başka hiçbir işe yaramasa da bölüm çalışanlarının artık toplanıyor olması;

mesai saatlerinde Okul mekanında (nedendir bilinmez) bulunulmasını kontrol eden, İstanbul Üniversitesi’nin hiçbir Fakültesi ve biriminde olmayan imza ile denetlemenin kaldırıldığının duyurulması;

her ne demekse müfredat düzenlemesi yapılması için karakuşî ve sümmetedarik toplantılara heves edilmesi;

henüz akademik ve öğrenci sorunlarına eğilinmese de bazı sorunların tartışılıyor olması;

ve yasal olmadığı halde off (ne demekse, offf ulan offf mu demek acaba) vermenin kurallaştırılması...

Bunların hepsi güzel gelişmeler ancak YETERLİ ve YASAL değil. Hiç biri yasal değil. Bu konuya yazının ileriki satırlarında değineceğim; dört aydır Rektörlük’e ve Dekanlık’a verdiğim dilekçelerde de değiniyorum. Dileyen tam bir külliyatı bana uğrayıp elde edebilir.

Bu olumlu gelişmeleri, sadece, bana, Prof. Dr. Tankut Centel’e, Serdar Taşçı’ya ve Hikmet Kırık’a ve ismini vermek istemediğim bir iki meslektaşıma borçlu değilsiniz. Tam tersi, benim odama gelerek, ya da koridorlarda ya da telefon ederek, e.mail yollayarak desteklerini gönderen, tartışma, idari ve akademik huzur arayan otuz beşe yaklaşan arkadaşa da borçlusunuz. Eminim diğer otuz küsur arkadaşın kalpleri de bilimden, özgürlükten, güvenceden yana ama seslerini çıkartmamakta haklılar. Onların adına da buradayız. Bu Okul’dayız.

Özgürlükten, özlük haklarımızın kılına dokundurtmamaktan ve güvenceye sahip olmaktan, bilimden ve arkadaşça ama sert ve amansız eleştiriden yararlanacak olan, ayırım gözetmeksizin eskisi yenisi bütün arkadaşlarımızdır. Bu Okul’un bilimsel kalitesi yükselecektir. Bunu kimse engelleyemez. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde olmak bir ayrıcalık (imtiyaz) değil; bir güven ve onur olacaktır.

Okulda son iki haftadır yaşanan olumlu ama keyfi ve palyatif gelişmeleri mantıksal sonucuna tüm Okul’u vardıracak, onu bir Fakülte yapacak olan bu otuz beş kişidir. Vistilef’ten bahsetmiyorum. Vistilef, çaktırmadan-belli etmeden okuyanlarla birlikte 70 kişilik bir elektronik ileti grubudur. Vistilef’e üyelik bana destek demek değil; bir İletişim okulunda yok edilen iletişim kurma ihtiyacını karşılıyor sadece. Tamamıyla İstilef’i yok edenlere karşı kurulmuş bir sivil girişim. Ben Dekan olsam da, başkası Dekan olsa da artık gelişme tersine döndürülemez. Bu otuz beş kişinin dışında –şimdilik- kalanlar da, yeni dönemde bu Okul’un ayrılmaz bir parçası olarak bize katılacaklardır. Kucağımız çok büyük ve geniştir.

Bir Dekan’ın ayırım yaptığını itiraf etmesi ve bunu sonlandıracağını söylemesi GÜZEL ve olması gereken bir davranış ama GEÇ kalınmış bir davranıştır. Geç de olsa takdirim onunla. Ayırımcılık (discrimination) uluslararası hukukta ve bazı devletler hukukunda bir suçtur. Biz ayrımcı değildik; herkesle dialoğumuz var, kapımız açık, kimseyi dışlamadık. Ayrımcılık yaptıklarını itiraf edenlerin davranışlarını sona erdirmek istemelerini de kutluyoruz.

Çeçen ve Boşnak ruhu ve kültürünün ılıman, savaşımcı, acımasız, şefkâtli ama terbiye edici kültürünün sert yasalarının ne olduğunu tartışmak; Batı ile Doğu’nun sentezini yaratmak; Anadolulukla yapılaşan bir üst kimlik olarak Türk kültürünü Okul’da egemen kılmak... İşte bizim yasalar da bu. Öyle asıp savurup üst perdeden değil; "naçizane yasalar" bunlar ama acımasız yasalar. Naçizane ama naciz değil. Hukuksal ve akademik. Hem de Türkiye düzeyinin de üstünde akademik düzeye sahip YASALAR bunlar. YASAKLAR değil. Sadece Doğu kültürü diyerek ayırımcılık yapmak hiç değil. Bundan böyle, ben de Dekan olsam, başkası da, YASA egemen olacak; YASAK değil. (Bu arada daha önce gruba gönderdiğim iletilerden de anlayacağınız gibi, bu Okul’da Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi eksenli bir anabilimdalı kurmanın hazırlığı içindeyim. Güneş Dil Teorisi semiolojik bir teoridir. Çok iletişimseldir. Simge ve işaretten (sign and symbol) yola çıkarak Türkçe’nin kökenini araştırır. Bu konuda bilgi edinmek isteyen arkadaşlara üç kitap önerim var: Nurihan Fattah, Tanrıların ve Firavunların Dili, Selenge Yay., 2004 ve Olcas Süleymanov, Yazının Dili, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay., 2001 ve Umberto Eco, Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı, Afa Yay, 1995)

Ben bu Okul’da şimdiki Rektörümüz Prof. Dr. Mesut Parlak’ın engellendiğini; toplantı yaptırılmaması için engellenmeye yeltenildiğini (dört yıl kadar önce, bir önceki rektörlük seçim döneminde) gördüm. Nükhet Hanım, ben ve bazı arkadaşlar olmasaydı, şimdiki Rektörümüz dört yıl önce seçim konuşması bile yapamayacaktı bu Okul’da. Nitekim, Mesut Parlak Hocamızın zorla yapabildiği toplantıya, ben dahil sadece beş-altı kişi katılmıştı. Şu andaki Dekan o toplantıda yoktu. Tarih ne kadar ironik ve trajik.

Herkes kendine gelsin ve ne yaptığını bilsin... Atıp tutma ile olmaz. Burası hukuksal bir kurum; bilimsel bir yapı ve eleştirel; sert, haşin, terbiye edici eleştirel bir ortam. Kimse aklından bir dakika bile çıkartamaz bu üç boyutu: Hukuk, bilimsellik ve eleştirellik. Eleştirellik konusundaki Yargıtay kararlarını daha önce gruba gönderdim. Burası DEVLET’in okulu; o devlete de hepimiz sahibiz. O DEVLET’in bir kuruşunu boşuna harcatmayız; hiç kimse kendini benden ya da sizden fazla DEVLET’in sahibi ve koruyucusu sanmasın. Daha az sahibi veya koruyucusu olabilir ama daha fazlasını olamaz.

Şimdi gelelim mevzuumuza:

Serdar Taşçı’nın gruba gönderdiği aşağıdaki yazısı çok öğretici.

Bence Bölümlerin kuruluşu acilen tamamlanmalı, her kim olacaksa Bölüm Başkanlarının atanması yapılmalı (Bu konuda Yasa Dekan’a amir hüküm olarak yetki vermektedir);

Ana Bilim Dallarının 1995 modeline göre yapılandırılması sağlanmalı ve varolan akademik huzura, YASAL ve iDARİ huzurun eklenmesi ile bu Okul’un Fakülte olmasına hızla yönelmeli... ÇÜNKÜ ana bilim dallarının ve yasal bölüm başkanlarının olmadığı bir Fakülte teşkilatında, kurullar ve bölüm toplantıları yasal kararlar almaya uygun değil... Bunun yasal müeyideleri de başlayacak yakında. Bir de Serdar Taşçı da değinmiş. Doçentlik bilim alanları ile ana bilim dalları arasında hiçbir ilişki yok. Cahil cahil konuşulmasın. Kelimeleri bile farklı: bir alan diğeri dal.Anladınız mı, dal.... Burada hayatında hiç Yrd. Doç, ya da hatta üniversite doçenti olmamış profesörler var. Ana bilim dalları ile bilim alanı arasında ilişki yok demek ki, şu anda bu kişiler profesör.

Atamalarda ve unvan yükseltmelerde bilimsellikten başka hiçbir ölçüt olmayacak.

Dışarıdan ders verenlerin yerlerine hemen, bu dönem, Okul’un asal kadrosundaki arkadaşlar atanacak. Dışarıdaki medya, cahil; bilgisiz, tecrübesiz ve acınası. Onlardan bize fayda YOK.

Okul yayınlarının (Bilimsel Dergi, İletim, 4. Boyut, Internet sayfası, Rd-Tv yayınları) yayın kurulları hemen değiştirilecek. ÇÜNKÜ bugüne kadar düzeyleri çok düşük. İletim gazetesi Alemdaroğlu’nun borazanı gibi çalışmış; Dergi, istediğini yayınlamış, istemediğini ikiye bölmüş de yayınlamış, ya da yayınlamamış; içinde bir yığın kabul edilemez makale var; 4. Boyut’un da ne olduğu belli değil. Rd-Tv yayınlarının havadan yayını zaten yasak. Kapalı devre olabilir o da kalitesiz.

Okuldaki dört kulüp ve stüdyolar Dekanlıktan alınıp, Bölümlere devredilecek: Akademedya, Araştırma Ana Bilim Dalına; İletim ve Ajans Gazetecilik Bölümünde ilgili Bilim dallarına, İletişim Kulübü HIT’e; stüdyolar da RTV’ye. Bunlar zaten oradalar diye kimse lâf etmesin; çünkü değiller. Dekan’a hiçbir eğitim ve öğrenim birimi ve kulüpler bağlı olmayacak.

Akademik mesai (tez, makale, kitap yazma; sınavlara ve jürilere hazırlanma; araştırma yapma, ders verme, sınav kağıdı okuma, seminer ve konferanslara katılmak ve yazılı veya sözlü tartışmak) zamana ve mekâna bağlı değildir.

Şimdiki Dekan bir yerde çok yanılıyor; Fakülte’de birlik beraberlik olmaz. Bu nokta onun en çok yanıldığı nokta. Biz bir huruç harekatına giren bindirilmiş kıt’alar değiliz. Burası kışla değil. Fakülte’de aykırılık, ayrışma, farklılık, tezat ve tartışma olur. Ziya Paşa’nın o beyti ne güzeldir: Barikayı Hakikât Müsademe-i Efkârdan Doğar. Türkçesi, aydınlığın kıvılcımı fikirlerin çarpışmasından doğar. Fakülte haşin, sert, acımasız eleştiri ve öğrenim yeridir. Kant’ın Fakülteler Çatışması adındaki makalesi de Eleştirel Üniversite’nin ilk kıvılcımlarından biridir. Birbirimize benzemeyeceğiz; farklılıklarımızla mükemmele varacağız. Birlik olmamız şart değil zaten hukuksal ve kamusal olarak birliğiz ve bir aradayız. Bizi birbirimize bağlayan hukuk. Daha fazla birlik bir Fakülte’de gerekli de değil, yararlı da değil.

Üniversite adıyla tezat bir biçimde çeşitliliğin yeridir. Yani Diversite’dir.

Şimdiki Dekan dostumuzdur; arkadaşımızdır, keyfiyeten hoşgörülüdür ancak yeni döneme bizleri rencide etmeden intibak edemedi. Edemeyeceği de anlaşıldı. Görülüyor ki hâlâ bir tezvirat kampanyasından medet umuyor. Nedendir bilinmez? Onu bu Okulda en fazla ben destekledim. Ama 22 Eylül 2004 günü de bir mektup yazarak (aynı mektup Edibe Sözen ve Nurdoğan Rigel’e de verilmiştir) Alemdaroğlu dönemi sonrasında onun başkanlığında hep birlikte ne yapacağımızı bir sohbet toplantısında tartışalım önerisi getirdim. Karşılığında Yönetim Kurulu’nda hakarete uğradım. Bu kabul edilemez bir durumdur. Tarafımdan kabul de edilmedi.

Benim Senatör seçilmem yasal değildir. Kendi ret oyuma karşın Senatör seçildim. Senatörlüğün icabeti, idare dışında, idarenin yaptıklarını Üniversite’ye bildirmek ve Üniversite’de olan biteni Fakültedeki her düzey arkadaşa bildirmektir. Bunun için oda toplantıları yaptım ve Vistilef’i kurdum. Bu çalışmalara devam edeceğim.

Şeffaf olacağız; YASA amir hüküm olarak Yönetim Kurulu’nun okul bütçesini hazırlayacağını söylüyor. Dekan’a güvenimiz tamdı. Bu güne kadar bu konuları bu nedenle gündeme getirmedim. Ama bundan sonra YASA ne diyorsa o OLACAK.

Ben de olsam, başkası da, YASA’ya göre Dekan olan kişi sadece ve sadece TEMSİLCİ, DENETLEYİCİ/GÖZETMEN/EŞGÜDÜMCÜ ve KURUL KARARLARINI UYGULAYAN bir kişidir. Bundan başka görevi yoktur. YÖNETİCİ değildir. Dilerseniz yasayı okuyun ve öğrenin. Türk kamu hukukunda denetlemekle, eşgüdümcülükle, kurul kararlarını uygulamakla ve temsilcilikle görevlendirilmiş kişi yöneticilik yapamaz.

Fransız Devrimi’nin şiarı EŞİTLİK, DAYANIŞMA, ÖZGÜRLÜK idi. Bizim Okul’un şiarı ise HUKUKSALLIK, BİLİMSELLİK ve ELEŞTİRELLİK olacaktır.

İronik bir tarih oldu bu yazının Vistilefte yayınlanması. 28 Şubat belki de en fazla hasarını İletişim Fakültesi’nde yaptı; ben bu Okul’da 28 Şubatı devam ettirmek isteyenlere de uğurlar olsun diyorum.

Yeni dönemde herkesi kutluyorum.

Şimdi Serdar’ın öğretici yazısını bir daha okuyalım:

25.02.2005 Cuma günü yani dün, Gazetecilik Bölümü, bölümün tüm hocaları iştirak etmese bile (Bölümümüzden Yönetim Kurulu üyeleri Prof. Dr. Edibe Sözen ve Prof. Dr. Nurdoğan Rigel katılmadılar; Prof. Dr. Veysel Batmaz da HIT toplantısına, bölümlerin yasal statüsü yasa dışı olduğundan, bana katılmadığını ve bun bir dilekçe ile Dekanlığa bildirdiğini söyledi), dekanın çağrısıyla toplandı. Bu toplantı, iki yılı aşkındır görev yaptığım bölümde rastladığım ilk toplantı idi. İki yılı aşkındır çalıştığım bölümle ilgili duyurularda ve imza çizelgelerinde, hukuka aykırı biçimde hala ismi bulundurulmayan biri olarak toplantıya katıldım, toplantıda yapılan bilim-dışı sataşmalara hiç cevap verme gereği duymadım. Kamu yararını düşünen bir kamu görevlisi olarak, eleştiri hakkımı, en geniş kamusal olan, internet üzerimden kullanmayı yeğledim. Bu mesajları, dekanın dediği gibi ‘‘terbiyesiz internet mesajları’’ olarak da algılamıyorum. Bu ifadelerin; benim, Veysel Batmaz’ın ve Hikmet Kırık’ın yazıları için söylendiği aşikardır. Ben, kamu yararı ve fakülte çıkarı için hukuku, bilimsel standartları ve nesnelliği savunmanın bir terbiyesizlik olduğunu ilk defa duydum ve çok şaşırdım.

Toplantıda dekanın tüm konuşmalarını hayretler içinde kalarak not ettim. Bir üniversitede ve bilim kurumunda yapılmaması gereken ve bilimle uzaktan yakından alakası olmayan nutukları not etmek, sıkıcı oldu. Bu sıkıcılık üzerine, bir de polemiğe girip, hukuktan, bilimden ve nesnellikten bahsedip sözüm ona ‘‘terbiyesizlik yapmak’’ istemedim. Şimdi ise biraz bilimden, hukuktan ve nesnellikten bahsetmek istedim, yani ‘‘terbiyesizlik yapacağım!’’ Oysa, beni herkes çok terbiyeli biri olarak bilir ve bunu yüzüme de söylerler.

Parantez içlerindeki bold/koyu yazılar doğrudan aktarmadır, sonraki ifadeler benim yorum ve eleştirilerimdir:

1: Dekan diyor ki: ‘‘Ayrımcılığa dur diyoruz. Fakültemizin kimliği ve bütünlüğü ile oynatmayacağız.’’
Ayrımcılığa dur demek, şimdiye kadarki ayrımcılığın kabulüdür. Ayrımcılık açıktır ve kamuda suçtur. Fakültenin olmayan bütünlüğü de korunamaz.

2: Dekan diyor ki: ‘‘Şimdiye kadar hoşgörülü oldum, bundan sonra böyle olmayacak. Bu insanlarla dekan olarak değil, S.G. olarak uğraşacağım.’’
Bir bölüm toplantısında, akademik işlerin konuşulması gereken bir yerde, bu tarz söylemler gerçekten çok hatalıdır. Kamu yöneticileri, çalışanlarına karşı kişisel husumet güdemez ve bundan kaynaklanan tehditvari laflar edemezler. Bir Üstün Altına kişisel husumet duyması ve bunu ifade etmesi Türk Ceza Kanunu kapsamına giren ciddi ve ağırlaştırılmış bir suçtur. Bilmeyenler açıp kanunu okuyabilirler. Bu uğraşmanın kapsamını hiç merak etmiyorum.

3: Dekan diyor ki: ‘‘Dürüst olduğumuza inanıyoruz.’’
Acaba dürüstlüğün tarifi mi değişti, diye düşünmüyor değilim hani. Dürüstlük şunlar ise, ben dürüst olmadığımı peşinen kabule hazırım: Dürüstlük: Hukuku hiçe sayma, bilimsel standartları önemsememe, her keyfi ve nesnel olmayan davranışı makamdan güç alarak yapma ve sonra çıkıp ‘ahlak hocalığı’ taslama, sözler verip tutmama, yasal olmayan ve kılıfına uydurulmuş, pardon yeterince uydurulamamış soruşturma ve tehditlerinde bulunma, açma; görevini kişisel husumete yöneltme, okulda görevli bir akademik personelin her tür özlük haklarıyla, sanki o okulda yokmuş gibi oynama, onu bölüm listesinden hukuka aykırı olarak çıkartma, silme; kamu görevini yapmasını böylece engellemeye çalışma. Tüm bunları ve fakülte yönetimin dürüst olmadığını, her an ve herkese açık mekanlarda resmi belgelerle ispatlayabilirim. Gerekirse hukuksuzluğu ve dürüst olunmadığını açıkça ispat eden bu resmi belgeleri, tarayıp hem internet ortamında burada yayınlarım, hem de fotokopi yaparak hepinize dağıtırım. Dekan da bu durumun ve yaptıkları çok sayıda hukuksuzlukların gayet iyi farkındadır.

4: Dekan diyor ki: ‘‘Bilmek önemli değil, insan olmak önemli.’’
Burası üniversite ve burada bilmek önemli. Üniversitenin kreşler ve yardım vakıflarıyla farkını anlamış değiller. Burası Sevgi Dostları Derneği değil. Cemaat değil. Herkesin insanlığı kendine. İnsanlı, okula kendi aldığı asistana, mesnetsiz soruşturma açmak mı? Hukuku hiçe saymak, hukuka karşı hile yapmak mı insanlık? Onu bunu Van’a, Erzurum’a gönderirim seni haa, demek mi? Doçentlik kadrosunu üç yıl bekletip, sonra lütuf gibi vermek mi? Bir profesöre, terbiyesiz adam diye bağırmak mı? İnsan olmak bilmekle başlar.

5: Dekan diyor ki: ‘‘Birisi felsefeden bahsediyor, Kant falan diyor, kitaplar yayınlayıp çeviriler yapıyor. Bunları yapıyor olması, bacak bacak üstüne atıp öğrencileri hor görmesini gerektirmez.’’ Bu anlatılan kişi ben oluyorum galiba. Ama yanlış bir yorum, ben öğrencilerin hakkını savunuyorum, hem de fakülte yönetimine rağmen. Onlara saatlerce vakit harcayıp BİLİM anlatıyorum, hem de odanın basılıp ‘yallah yallah’ denerek çocukların kovulmasını göze alarak bunu yapıyorum. Bu başımıza çok geldi. Okuldan çok şikayetçiler, kimi dersleri boş geçiyor, kimileri ise çok yetersiz. Bu fakülteyi ne umutlarla girdiklerini ama artık hayal kırıklığı içinde olduklarını her gün duymayanınız yoktur. Geçen bir sınavda çocuklar diyor ki: Hocam bu ders hiç yapılmadı, hoca son ders geldi, on-on beş sayfalık bir kitap fotokopisi verdi ve gitti! Bu kimi öğrencilerin hoşuma gidiyor, çünkü yapılmayan dersten kolay geçiyorlar. Anlaşılan fakülte yönetimi öğrencileri bu anlamda çok seviyor. Öğrenci psikolojisi durumun ne kadar vahim olduğunu er geç anlıyor. Bazen de sınavda görevliyken görüyorum-duyuyorum; öyle acayip kişiler geliyor ki salona, meğer o dersin hocasıymış! Bu adam ne diyor, nasıl ders veriyor, hangi bilim kapasitesiyle bir fakültede öğrenci okutuyor şaşırıyorum. Ders notları görüyorum sınav anında, şöyle bir göz atıyorum ayak üstü, ne diyeyim içler acısı: güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum! ‘Dürüst’ yönetim, bir zahmet bu çocukları daha fazla zehirlenmekten kurtarın. Bilim ve eğitim günü kurtarma işi değildir. Ne olduğu belirsiz anketlerle memnuniyet ölçmek değildir bilim.

6: Dekan diyor ki: ‘‘Hayat geçip gidiyor. Her an her şey olabilir. Her an herkes ölebilir. Ölüm her an gelebilir. Bir yerde yürürken aniden araba çarpabilir, kafanıza bir yerden taş düşüp ölebilirsiniz. Doğu kültürünün yasalarında bu böyledir.’’
Ben doğuyu çok iyi bilirim, filozofisinden yemeklerine kadar. Doğu Karadeniz’denim. İsterlerse DOĞU’yu tartışırız. Ama ben bu doğunun sert yasalarına karşı batının hafif rüzgarlarını anımsatmak isterim. Umarım bu hava değişikliği birilerini üşütmez. Yani bir bilim kurumunda bunlar konuşulacak şeyler değil, hem bunları herkes biliyor. Dileğim hiçbirimizin başına böyle şeyler gelmesin, kafamıza taş düşmesin, araba çarpmasın!

7: Dekan diyor ki: ‘‘Kimde bilgisayar yok’’
Bu çok garip bir şey, kimde ne var ne yok bunu herkes biliyor, yönetim ise çok daha iyi biliyor. Böyle formalite şeyleri yutan arkadaşlar da ben de bu yok şu yok diye atlayıveriyorlar hemen. Böyle şeyleri dekanın sorması garip, zaten adil ve nesnel olunmadığını herkes biliyor. O yüzden ben, şuyum yok buyum yok demeyi gerekli bulmadım. Çünkü HİÇBİR ŞEYİM YOK. Klimalı, Pentium bilmem kaçlı, yazıcılı arkadaşlara da özendiğim yok. Hatta onlara, birer adet NOTE-BOOK verilmesini sevinçle karşılarım. Chat-çetciler için birer adet webcam olsa ne de iyi olur!

8: Dekan diyor ki: ‘‘Fakülte Dergimizi beğenmeyenler, yetersiz bulanlar var ama YÖK tarafından kabul edilen bir dergi.’’
Ben dergiyi yetersiz-ötesi, yandaş-puan deposu olarak görüyorum ve bu derginin çıkmasının kamu yararı içermediği gerekçesiyle durdurulmasının lüzumunu savunuyorum. Bilmem kim kişi, bilmem hangi unvana atanacak ve başka yerde yazı yayınlatamıyor diye dergi çıkarılamaz. Burası kamudur ve özel amaçlar bu kadar aleni biçimde doyurulamaz.

9: Dekan diyor ki: ‘‘İki tane uluslararası seminer yapıyoruz.’’
Bu seminerler akla ziyan şeyler. Dergi için söylediklerim bu konu için de aynen geçerli. Daha fazlasını bilen biliyor, bilmeyen de bilmemeye devam etsin. Kendi aralarında uluslararası seminerde, uluslararası bilim yapsınlar!

10: Dekan diyor ki: ‘‘Bu binayı taşıyacağım.’’
Müteahhitlik devri kapanıp bilim devri açılmalıdır. Öncelik bu olmalı. Binanın çürük olduğu muhakkak, taşınmalı tabii, ben de bu konuda gerekli girişimleri yapıyorum. Başbakan, Bakan, Müsteşar ve Defterdar tanıyan hocalarım da. Ben de epey siyasi tanırım. Çok etkili siyasi bir ailenin çocuğuyum ve gerekmediği zaman bu ilişkilerimi kullanmam ama okul için kullanacağım. Burası onun bunun değil tüm milletin, hepimizin yeri, yuvası. Burası buradaki her çalışan için YUVA haline dönüşür. Sadece onun bunun yuvası olmaz.

11: Dekan diyor ki: ‘‘Bilmeden etmeden kapatılan bilim dalları hakkında yazıyorlar, bunlar Doçentlik başvurularına uygun olmadıkları için kapatıldı.’’
Yasa gayet açık, bu bilim dalları ile doçentlik bağlantısı yok. Üniversitelerarası Kurul’un bir YÖNERGE olarak çıkarttığı kısa adıyla Doçentlik Yönergesi’nde yer alan bilim alanı ile Yüksek Öğrenim Yasası ve Üniversitelerde Akademik Teşkilat Yönetmenliği’nde yer alan Ana Bilim Dalı ve Bilim Dalı kavramları ve olguları farklı şeydir. Bilim alanı genel bir tanımlamadır. Ana Bilim Dalı ve Bilim Dalı ise HUKUKİ bir idare teşkilat birimidir. Bir fakülte; bölüm ve ana bilim dallarından oluşmalıdır. Kanunun amir hükmüdür bu. Fakültenin teşkilatı Bölüm ve Anabilim dalı yoksa kanunen sakattır. Bu hükmü çiğneyenler yasa dışı iş yapmaktadırlar. Bu yapılanmanın doçentlikle alakası yoktur. Doçenlik başvurusu üniversite dışından da yapılabildiği için, bölüm yada ana bilim dalı değil, bilim alanı esasına göre yapılır. Farklı bölüm ya da bilim dalları bir bilim alanına ya da diğerine ait olabilir. Her şeyden önce kim karıştırıyorsa alan ile dal’ı, artık karıştırmasın.

12: Dekan diyor ki: ‘‘Bu hafta Cuma genel bir toplantı yapacağız, saatini sonra bildiririz.’’
Ben diyorum ki, yönetim demokratik bir ortam sağlasın ve herkes eteğindeki taşları döksün, kaçak güreşmek ve hukuku aldatmak olmasın. Kimse kimseye hakaret etmeden, gerekirse sertçe, bilim adamlarına yakışır biçimde konuşalım. Ben bu toplantıya tüm hocalarımın ve meslekdaşlarımın katılmasını isterim. Bence artık Okul’un dinamiğinin harekete geçirilmesi lâzım. Bizim uğraşlarımızla oldu bu olumlu gelişmeler, meyvasını herkes yesin.