Add to Flipboard Magazine.

31 Mayıs 2009

TAM GÜNE TAM KARŞIYIZ...

HER “ÜNİVERSİTE ÖĞRETİM ÜYESİNİ” SAĞLIK PERSONELİ ZANNEDEN YASA TASARISINA KARŞI İLERİ !

Tam gün yasa tasarısı, üniversiteyi “tıp fakültelerinden” müteşekkil ve üniversite öğretim üyesini de “memur” zannediyor...

Prof. Dr. Veysel Batmaz
Eski Rektör adayı


Sorun:

“Üniversite ve Sağlık Personelinin tam gün çalışmasına ve bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun tasarısı” adlı sağlık personeli ile ilgili bir tasarı TBMM gündemine girmiş ve kanunlaşma sürecine başlamış bulunuyor.

Tasarının sahibi Sağlık Bakanlığı. Fakat, 15 maddeden oluşan bu tasarının dört maddesi doğrudan ve üç maddesi de dolaylı olarak, Sağlık Bakanlığı ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan, uzun zamandır “özerk ve demokratik” denilegelen; Yasasında da bu ibarenin “bilimsel özerklik” olarak yer aldığı ve YÖK ile diğer bakanlıklardan ayrılmış bulunan “üniversite” ile ilgili olarak, 2547 sayılı Yasanın en önemli maddeleri olan 36. (çalışma esasları) ve 58. (döner sermaye) maddelerini değiştiriyor.

Herşeyden önce, üniversiteyi “tıp fakültelerinden” müteşekkil ve üniversite öğretim üyesini de “memur” zanneden bir anlayışın ürünü olan bu yasa tasarısı uygulanamaz, Anayasa Mahkemesi’nden döner ve en önemlisi de “öğretim üyesi/biliminsanı” kavramına hakarettir.

Tasarı, 2547 sayılı yasanın çalışma esasları ile ilgili 36. maddesindeki bütün ayrıntıları kaldırarak, dört paragraflık bir metinle, üniversitede kısmî statü denilen “part-time” çalışma hakkını yok ediyor ve “öğretim elemanları, üniversitede devamlı statüde görev yapar” hükmünü getiriyor. Buna ek olarak, “öğretim elemanının görevi ile bağlantılı olarak verdiği hizmetin karşılığında telif ücreti adıyla bir bedel tahsil etmesi halinde 58inci madde hükümleri uygulanır” diyerek, üniversite alt yapısından hiç bir biçimde yararlanmayan ve üniversite ile ilgili olmayan bilimsel/akademik eser müelliflerini de, sadece üniversitede çalıştıkları için üniversiteye zorla para kazandırma “angaryasına” zorluyor.

Bütün bunları da, İstanbul Üniversitesi’nin Cerrahpaşa ve Çapa Tıp Fakültelerindeki tüm profesör kadrolarını dağıtmak için yapıyor.

Başka amacı yok. Çünkü, yasa tasarısı, arkeoloji veya iletişim profesörünü de tıp profesörü zannediyor olmasa, eğer sağlık alanında tam gün çalışmanın üniversiteye getireceği bir yarar varsa, tıp fakültelerine özel bir statü atfederek, bu yarar doğrultusunda kanunî tanımlar yapardı. Veya, tıp fakültelerini diğer sağlık personeli statüsüne indirgemeyerek, özel bir konum kazandırırdı.

Tasarının, özde ve üniversitenin toplumun en önemli yapı taşı olarak varolmasının 12 Eylül ile budanmış halini bile daha geri götüren iki önemli sakatlığı bulunuyor:

1- Üniversite öğretim üyelerinin tamamını "sağlık personeli" zannediyor;
2- Üniversitede çalışan tüm öğretim üyelerini "memur" zannediyor.


İstanbul Üniversitesi’nde Alemdaroğlu ve Parlak kafalı profesörlerin yarattığı bu iki yanlış algılamanın ve genel olarak üniversiteyi bir kışla görünümüne sokan, paşalardan yardım aldığını artık gizlemeyerek, “onlar olmasaydı, ben ne yapardım” gibi, bir öğretim üyesine yakışmayacak hallere düşenlerin bizi getirdiği son durum, bütün öğretim üyelerini, bir Sağlık Bakanı’nın eline, “sağlık personeli” ve “memur” olarak düşürmektir. Bu ironik duruma, şimdiki İstanbul Üniversitesi yönetiminin nasıl tepki göstereceğini merakla bekliyorum. YÖK ne yapacaktır, onu da merakla bekliyorum.

Başta tıpçı öğretim üyeleri de dahil olmak üzere, bu tasarıya, “sağlık personeli” ve “memur” olmadığımızı haykırmak için karşı çıkmamız lazımdır.

“Sağlık personeli” değiliz; tıpçı profesör, doçent ve yardımcı doçentler de değil.

“Memur” değiliz; 657 ile özlük bağımız olmasına karşın; üniversite öğretim üyesi olarak, bizzat 2547 sayılı yasanın 3-d maddesinde belirtilen, “bilimsel özerkliğe sahip, eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapan” kişi olarak çalışmakla yükümlüyüz.

Bilimsel eğitim/öğretim, araştırma, yayın ve danışmanlık yapmakla görevliyseniz, bunların hiç birini “memur” olarak yapamazsınız.

Çünkü, memur-amir, Arapça emir’den türeyen ve “emir alan” ile “emir veren” ilişkisini tanımlayan hukuki statülerdir. Dikkat ettiniz mi bilemem ama, 657’nin bir çok maddesinde “amir” sözü geçerken, 2547’de sadece “disiplin veya sicil amiri” olarak (yani, özlük ile ilişkili olarak) bu sözün kullanılması, pozitif hukukta da, üniversitede öğretim üyesinin memur olamayacağına ilişkindir. Üniversitede rektör dahil tüm yöneticiler (Bölüm Başkanı hariç) “kurul kararlarını” uygulamakla (2547-13 ve 16) yükümlüdür.

Tıp fakültelerinin başımıza açtığı bir sorun olarak, tasarıdan kaynaklanan bu iki algılama ve uygulama sorununu, ilk önce onların çözmesi gereklidir. Sağlık Bakanlığına ve YÖK’e başvurarak, “sağlık personeli” ve “memur” olmadıklarını söylemelidirler.

Çünkü bilimsel/akademik eğitim, “memur zihniyetiyle,” “tam gün çalışma” ile (her ne demekse), “sağlık sorunlarını” çözmek için geliştirilen akla ziyan önerilerle yapılamaz.

Üniversitelerde çalışan öğretim üyelerinin büyük bir çoğunluğu “tıpçı” değillerdir.

Öneriler:

1. Üniversitelerde çalışan tüm öğretim üyeleri (doktorasını almış ve 2547’ye göre öğretim üyesi sıfatı kazanmış herkes), üniversitede günde en fazla üç saat çalışmalıdır. Bu çalışma, münavebeli (nöbetli) olarak tüm güne yayılmalıdır.

2547’nin şu hali ile (36. madde, 2-d) ve Tasarının Madde 2-2. paragrafına göre, zaten bugün, bir öğretim üyesinin haftalık çalışma saati 10 saattir. Bu söylediğim kafaları karştırmamalıdır. Bu iki maddede de, “öğretim üyesinin haftalık ders yükü en az 10 saattir” denmektedir ve bunun mesai saatini kastetmediği ileri sürülebilir. Oysa, bu görüş tam anlamıyla hukuken yanlıştır. Çünkü, Yasanın ve Tasarının diğer maddelerinde, haftalık 10 saat ders yükünün üzerinde ders verenlere, “ek ders ücreti” ödenmesi hükmü vardır. Bu demektir ki, haftada ek ders ücreti olmadan 10 saat dersten fazla ders vermek angaryadır ve Anayasa ile yasaklanmıştır. Bu da, bir öğretim üyesinin haftalık olarak doğrudan üniversite ile ilişkin çalışma saatini (mesai saatini) belirlemektedir. 10 saatlik (eğitim-öğretim) ders vermenin üstünde, bir öğretim üyesi, araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak için, isterse, haftada, 109 saat daha “çalışabilir” [7 X 24 = 168 (haftalık saat toplamı); 168 – 10/zorunlu ders saati + 49/haftalık ortalama uyku) = 109] ancak bu çalışmasını üniversitede belirlenmiş yerlerde yapmak zorunda değildir. Bu çalışmasının karşılığı da sadece telif olarak ödenir veya hiç ödenmez. Üniversite öğretim üyesi, klinik, poliklinik, gelir getirici proje yapmak zorunda değildir. Çünkü, 2547 sayılı Yasa çok açıktır (3-d), “üniversite [sadece] eğitim-öğretim, araştırma, yayın ve danışmanlık” yapar. Teşhis, ameliyat, tedavi, proje, gelir getirici başka iş yapamaz. Değiitirilecekse, bu durum değiştirilmelidir.

2. Yukarıdaki 1. maddedeki öneriye bağlı olarak, Üniversitelerde, döner sermayeye bağlı olmadan gelir getirici iş yapılması sağlanmalıdır.

Bugünkü Yasa ve Tasarı, üniversite öğretim üyesini devletten başka yerden para almadan, bir sağlık personeli gibi, 2547 sayılı yasada yer almamış bazı işlerden kazanacağı para kazanma sistemi getirmiş ve bu sistem bugüne kadar Yasanın öngördüğü biçimde burada tartışmadığım ama herkesce malum nedenlerle uygulanmamıştır.

Böylelikle, artık öğretim üyesine (üstelik 2547 sayılı yasanın 3-d maddesine aykırı olarak) üniversiteye (devlete) para kazandıran bir tüccardan başka bir gözle bakmanın zamanı gelmiştir.

Üstelik öğretim üyesine “devlete para kazandıran tüccar” konumu, paradoksal olarak, Tasarının ve (belli ölçüde 2547 sayılı Yasayı Alemdaroğlu ve Parlak kafalı profesörler gibi uygulayanlara göre Yasanın), öğetim üyesini “sağlık personeli” ve “memur” konumuna indirdiği bir aşamada kazandırılmak istenmektedir.

Şimdi sorulması gereken durum şudur:

Bir hukukî düzenleme, hukuk sistemi içinde dört farklı hak/yetki statüsü olan, öğretim üyeliği, tüccarlık, sağlık personeli ve memur statülerini aynı kişide nasıl birleştirebilir? Birleştirmesi mümkün müdür?

Birleştirirse, bunun istismarını önlemek mümkün olabilir mi?

Sağlık Bakanı diyecektir ki, “işte bunun için tam gün yasasını çıkartıyoruz; tüccar öğretim üyesi ile, memur öğretim üyesini ayıralım, hatta, öğretim üyeliğini “memur” olduğu sürece tüccarlaştırmayalım.” Peki, o zaman, “döner sermaye” ne için var? Adı üstünde bu “sermaye,” bütçeden ayrı olarak kişisel ve kurumsal bir para kazanma (tüccarlaşma) durumudur. Bu sermaye, işin kötüsü sadece Tıp Fakültelerinde “iş yapmaktadır.”

Bu döngüsel durumun en sade çözümü şudur:

Üniversite öğretim üyesi, haftada 15 saat (veya günde üç saat) üniversitede çalışmasının dışında, kendi adına bir tüccar gibi para kazanmalıdır ve vergisini ödeyerek (bu vergi doğrudan üniversitesine de ödenebilir) devlete katkıda bulunmalıdır.

Üstüne üstlük yeni Tasarı, telif ücretlerini de döner sermayeye irat kaydedtmiştir. Karşımızda, Üniversite alt yapısından hiç bir şekilde yararlanmadan yazılan bilimsel eserlerden de, para kazanan bir devlet vardır. Bu da, bütün öğretim üyelerini tıpçı zannetmenin bir başka yansımasıdır.


3. Yukarıda önerilen aynı anda uygulanması zorunlu iki çözüm önerisi “beğenilmemişse,” öğretim üyeliği haftada genel olarak 40 saatlik bir mesai biçiminde (tam zamanlı) uygulanırsa, bu kez de, şu andaki maaşın dört katı maaşla, tüm fakültelerde tekli statü sağlanmalıdır.

Bugün, “citation index”lerine girmeye çabaladığımız gelişmiş ülkelerde (AB ve ABD), bir öğretim üyesi (profesör) maaşı yılda 75-100 bin dolardır. Türkiye’de ise bu maaş 25 bin dolardır. Ancak dört kat fazla maaşla, öğretim üyeleri üniversitede haftada genel olarak (647-99) 40 saat çalıştırmak adaletlidir. Bu durumda, tıpçılarla diğer öğretim üyeleri arasında bir fark kalmayacağı ve tıp fakültesi hastanelerinin sadece “tetkik ve eğitim hastanesi” olacağından, sorun çözülmüş olur.

Ayrıca, yukarıda değindiğim gibi, 2547 sayılı Yasa, zaten bir öğretim üyesini haftada sadece 10 saat çalıştırma (ders verme) zorunluluğu getirmekte ve üzerinde çalışanlara ek ücret ödemektedir. Bu nedenle de, maaşın dört katına çıkması, adalet açısından zorunludur.

Ayrıca, haftada 40 saatin dışında yine, isteyenin gelir getirici iş yapmasında bir sakınca bulunmamalıdır.


Sonuç:

Tasarı, bizleri “sağlık personeli” ve “memur” olarak görmektedir.

Öğretim üyesi/biliminsanı, memur da değildir, sağlık personeli de...

Sadece 12 Eylülden bu yana zaman zaman görülen bu iki algılama (zannetme) durumunun, üniversitede yarattığı tahribat, küçük Tasarılarla ve bazı tıp fakültelerine karşı girişildiği mutlak olan düzenleyici işlemlerle geçiştirilecek ve çözülecek durumda değildir.

Bu nedenle, üniversitede herkese part-time (haftada 15 saat) ve döner sermaye katkılı ve/veya gelir getirici iş yapma serbestili bir düzen istiyoruz. [NOT: Ben, biliyorsunuz ki, 2547 içinde bu öneriyi Rektör Adaylığı Kampanyası süresince yapmıştım.]

Ya da, üniversitede 2547 sayılı Yasanın ruhuna uygun olarak, yani şu andaki 10 saat zorunlu ders yükünü ve çalışmayı 40 saatli tam zamanlılığa yükselterek, maaşlarımızın dört katına çıkartılmasını talep ediyoruz.

“Sağlık personeli” ve “emir alan (memur)” değiliz...

Bir başka çözüm yok !

27 Mayıs 2009

ÜNİVERSİTELERİN BÖLÜNMESİ YİNE GÜNDEMDE

TRT'ye göre, üniversitelerin bölünmesi yine gündeme girdi:


Üniversiteler bölünüyor: İlk sırada Marmara var

Büyük ve yönetimi güç üniversitelerin daha etkin çalışması için bölünme süreci başlıyor
Çarşamba, 27 Mayıs 2009 16:18

Yükseköğretim Kurulu'nun çok büyüyen ve idaresi zorlaşan üniversiteler için yeniden yapılandırma çalışmalarında sona gelindi. İlk aşamada 5 üniversitenin bölünmesi öngörülüyor.
Özellikle nüfusu 40 bini aşan üniversitelerin bölünmesi gündemde... Buna göre YÖK, ilk aşamada 5 üniversitenin bölünmesini öngörüyor. Bunlar; İstanbul, Marmara, Gazi, Selçuk ve Uludağ üniversiteleri.

Bu konuda ilk adımı Marmara Üniversitesi attı ve üniversitenin senatosundan bölünme kararı oy birliği ile çıktı. Marmara Üniversitesi, kararını YÖK'e bildirdi. Şimdi iki taraf bölünmenin nasıl gerçekleşeceğini karara bağlayacak.

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan TRT'ye yaptığı açıklamada, bölünmesi en kolay ikinci üniversitenin Selçuk Üniversitesi olacağını söyledi. Ancak bölünmesi planlanan bazı üniversitelerin rektörleri uygulamaya karşı...

YÖK Başkanı Özcan ise bölünmenin üniversiteleri daha etkili bir çalışma düzenine kavşturacağı görüşünde.

Özcan, "O işte ciddi olduğumuzu bilmenizi isteriz... Biz rektörlerimize soruyoruz, tartışmalar devam ediyor, bakacağız duruma ikna edebiliriz bazılarını, ikna edemediklerimiz olabilir." diye konuştu.

Kaynak: TRT

BUGÜN 27 MAYIS ANAYASA ve HÜRRİYET BAYRAMI

Hürriyet Kavgası

Yine kitapları,
türküleri,
bayraklarıyla geldiler,
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
Meydanları zaptettiler yine.


Beyazıt'ta şehit düşen
silkinip kalktı kabrinden,
ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını
yıktı Şahmeran'ın mağarasını.

Daha gün o gün değil,
derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı,
bu kavga hürriyet kavgasıdır.

27 Mayıs 1962
NAZIM HİKMET

19 Mayıs 2009

BUGÜN ONDOKUZ MAYIS, 12 EYLÜLCÜ GENERALLERE HÂLÂ DOKUNALAMIYOR...

bugün ondokuz mayıs
mayısın ondokuzu
sen ey türk istiklalinin koruyucusu
sen ey ülkemizin geleceği
ulusumuzun gözbebeği
sen ey demir parmaklıklarında barfiks yapan
ranzalarda perende atan
sportmen ve kahraman türk gençliği
önünde bütün kilitbahirler açık
ama her zaman samsun'a çıkılmaz a
bu sabah da avluda volta atmaya çık

Can Yücel

14 Mayıs 2009

GÖRSEL İDEOLOJİ


GÖRSEL İDEOLOJİ
22-23 Mayıs 2009
Sempozyum

İstanbul Bilgi Universitesi
Santral Kampüsü



PROGRAM:
22.05.2009, Cuma,

10.00-11.00 Açılış Konuşması:
Uğur Kömeçoğlu
Ali Şimşek

11.00-12.30 I. Oturum: Politika, Cinsiyet, Görsellik

Moderatör: Uğur Kömeçoğlu

N.Türkoğlu-S.T. Alayoğlu “Chavez ve 21. Yüzyıl Misyon Görüntüleri”

Veysel Batmaz “Görselliğin İletişimi: Zihin Karşısında Zihin”

Nermin Saybaşılı “Cinsiyetleştirilmiş Ulusaşırı Göç, Dijital Coğrafyalar ve Küresel Görsel İdeoloji”

12.30-13.30 Öğle Yemeği

13.30-15.00 II. Oturum: Görseli Üretmek

Moderatör: Feyyaz Yaman

Genco Gülan “Sanatçı ve Artist Sözcüklerinin İkinci Binyıl Başı Türkçesindeki Tartışmalı Kullanımları”

Marcus Graf “War of Images: About Radical and Violent Artistic Strategies against Today’s Hegemony of Populist Visual Culture”

Barış Acar “Sanat Tarihinin Nesnesi”

15.00-15.15 Kahve Arası

15.15-17.00 III. Oturum: Sosyolojinin Görüntüsü

Moderatör: Gamze Toksoy

B. Düzcan “Medyada Askerlik Fotoğraflarına Bakmak”

Yasemin Yıldız “Cumhuriyet Dönemi Belgesel Fotoğraflarında Kadın İmgesi”

Gülay Kayacan “Eminönü Meydanı’nın Görünmez Yurttaşları: Seyyar Satıcılar ‘Sahne Senin İstanbul’un Neresinde?”

Özlem Yeniay “Gökova Körfezi’nde Görünmez Emekçiler: Kadın Balıkçılar”

23.05.2009, Cumartesi,

10:30 – 12:30 IV. Oturum: Gündelik Hayat, İdeoloji ve Görsellik

Moderatör: Arus Yumul

Özgür Taburoğlu “Yurdum İnsanı: Halkın Medyada Temsili Üzerine”

Ali Şimşek “Alt Sınıfları Groteskleştirmek ya da Görünür Kılmak”

G. Aymaz-M. Öztürk “Kahkahacılar Kolektifi’nde Zekâ Irkçılığı: Günümüz Türk Sineması ve Televizyonlarında Entelektüelin Sunumu”

Levent Cantek “Kadınlar ve Kadınsılar: Köleler ve Düşmanlar”

12.30-13.30 Öğle Yemeği

13.30-15.15 V. Oturum: Göz ve İktidar

Moderatör: Fırat Kaya

Barış Çoban “Göz ve İktidar: ‘Vitrinlere Değil Gökyüzüne Bak!’”

Rahmi Öğdül “Örtülü ve Çıplak Hakikat: Beden Temsillerinde Örtünme ve Çıplaklığın İdeolojisi”

Özlem Oğuzhan “Spekülasyon Evreninde Yıldız Gibi Görünürken”

15.15-15.30 Kahve Arası

15.30-17.30 VI. Oturum: Görsellik, Etik ve İdeoloji

Moderatör: Ali Şimşek

Murat Germen “Görsellik, Manipülasyon ve Hegemonya’nın Tasarımı”

Murat Yaykın “Fotoğraf İdeolojisi”

Yücel Tunca “Belgesel Fotoğrafın Multimedya Açılımı: Yeni Bir Anlamlandırma Olanağı mı Yoksa Yeni Sezon için Bir Vitrin Düzenlemesi mi?”

Melek Özman “Sinema ve Video: Yeni Medyada Görsellik”



Sunuşlarda İngilizce çeviri yapılmayacaktır.

06 Mayıs 2009

MARE NOSTRUM

En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

CAN YÜCEL

03 Mayıs 2009

Kemal Alemdaroğlu'ndan tarihi itiraf : “Paşalar olmasaydı ne yapardım!”

Vistilef’in Notu: İstanbul Üniversitesi’ni “ideolojik cendere” haline getiren iki rektörden biri olan Alemdaroğlu, diğeri Parlak’tır, aşağıda askerlerle olan ilişkisini anlatıyor... Türban karşıtlığını ve üniversiteyi “cephe” olarak gören bu zihniyetler (Alemdaroğlu ve Parlak) dönemleri boyunca Mustafa Kemal’in bilimsel çalışmaları ile ilgili tek bir akademik çalışma için platform hazırlamamışlardır. Bu dönemde (1997-2008), bu iki rektörün sadece iki bilimsel (!) etkinliği göze çarpmaktadır: “Çanakkale Savaşı” tanıtımları ve “Ermeni Konferansı.” İlginçtir ki, her iki “olay” da 1920’den önce olan olaylardır. Yani, Cumhuriyet ve Meclis kurulmadan, Türkiye Cumhuriyeti tüzel kişiliğini Mustafa Kemal önderliğinde kazanmamışken... İstanbul Üniversitesi’ni cehennemsel bir cendere halinde yöneten bu iki rektör ve hempalarından, hukuk karşısında hesap sormaya akademik olarak devam edeceğiz.

Alemdaroğlu bakın neler yumurtluyor... Şimdi o haberi okuyalım:

1998 yılında üniversitede türbana yasak getirildiği zaman İl Emniyet Koordinasyon Kurulu'nda sorgulandığına dikkat çeken Alemdaroğlu, "O gün taviz verilseydi türban ve üniversite konusunda cephe kaybedilirdi." diyor. Yine aynı endişeleri yaşadığını iddia eden Alemdaroğlu şöyle devam ediyor: "Dönemin Genelkurmay başkanı 3 kez telefonla aradı ve destek verdi. Vali toplumu germeyelim, taviz verin, hoşgörülü olun imasında bulundu ama direnildi. Bu tip durumların tekrarlanabileceğinden endişe ediyorum. O dönemde TSK arkamda olmasaydı ben ne yapardım? Olaylar haftasında resmî kıyafetle 3 korgeneral beni ziyaret etti. Askerler her vesile ile üniversiteleri desteklediklerini göstermeliler."

Kemal Alemdaroğlu kaygılarını dile getirirken üniversitesindeki başörtülü sayısını da veriyor. Buna göre, 2003 yılında İstanbul Üniversitesi'ne 11 bin başvuru olmuş. 170 tane de türbanlı başvurmuş. Kayıt sırasında peruk takanlar var.

TSK, öğretmenleri eğitsin!

Rektörler, şikâyetlerini o kadar geniş tutmuşlar ki, değinmedikleri konu ve kurum kalmamış. İşte bazıları: "Mütareke basını kayıtsız kalıyor. Bugün Türkiye'de 600 bin öğretmen var, onlardan ne kadar eminiz? Belki okul müdürlerine TSK tarafından psikolojik eğitim verilebilir. Adliyede irtica kol geziyor. Dinciler 2 büyükşehir belediyesini elde ettiler ve çok büyük gelirler elde ediyorlar. Valiler cuma namazına gidiyor."

Kayıtlara giren cümlelerden bazıları şöyle: "Bugüne kadar her şeyi devletten bekleyen halk kendi başına birey olamıyor... Türk halkı kadar dedikodudan ve günlük olaylardan etkilenen bir halk dünyada yok. Türk halkı değişik. Güce tapıyor... Önümüzde yerel seçimler var. Halka güven olmaz." Askerlere "Planlı faaliyetleri uygulamalıyız. Bir kıvılcıma ihtiyaç var ve kıvılcımı daha sonra genişletmeliyiz. Ama bu kıvılcım var mı?" diye soran rektörlerin çözüm için söyledikleri de ilginç: "En önemli konu caydırma ve korku yaratmak. Kapı kapı dolaşıp bu gidişin tehlikelerini anlatmalıyız."

Kemal Alemdaroğlu'nun rektörlük koltuğuna oturduğu 1997 yılının Aralık ayında Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı idi. Karadayı, görevini 1998 yılının Ağustos ayında Hüseyin Kıvrıkoğlu'na devretti. İÜ'nün 98'in Eylül ayında başlattığı başörtüsü yasağı kararı sonrası yüzlerce öğrenci eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştı. Türkiye'de okuma fırsatı ellerinden alınan yine yüzlerce öğrenci de yurt dışında eğitimini tamamlamıştı.

19 Eylül 2003 tarihindeki toplantıya şu üniversitelerin rektörleri katılmıştı. İstanbul Üniversitesi, 9 Eylül Üniversitesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi, Malatya İnönü Üniversitesi, Karadeniz Teknik Üniversitesi ve Ondokuzmayıs Üniversitesi.

Zaman, 2 Mayıs 2009