Add to Flipboard Magazine.

10 Kasım 2010

ÖLÜMÜNÜN 72. YILINDA SOSYALİSTLER MUSTAFA KEMAL'E NASIL BAKIYOR?

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu:
Ben öncelikle bir Marksist, bir sosyalist olarak Mustafa Kemal’i bugün hayırla yad edilecek bir burjuva devrimcisi olarak değerlendiriyorum....Mustafa Kemal’den akademik bir kimliği ya da tam oturmuş ideolojik formasyonu olmamasına rağmen tarihten öğrenme, farklı kültürlerden öğrenme, dünyaya geniş bir ufukla bakabilme anlayışının bugün için ciddi bir anlam ifade ettiğini düşünüyorum. Diğer taraftan yaşama sevincinin, estetik kaygılarının, belagata önem vermesinin önemli olduğunu düşünüyorum.... Aynı şekilde Cumhuriyet’in yetmiş iki buçuk millet denen, Balkanlardan Kafkaslara ve Ortadoğu’ya kadar farklı coğrafi ve etnik kökenlerden gelen insanları bir gelecek umudunda, bir ortak yaşam sürme iradesinde birleştirmek konusunda tarihsel olarak başarısız sayılamayacağını düşünüyorum. Bugün bizi bir arada tutan, sorunlara rağmen bize bir arada yaşama gücü veren de bu anlayıştır. Diğer taraftan bugünün insan hakları, özgürlükler anlayışı çerçevesinde bu yetmiş iki buçuk milletin tümünün taleplerini karşılamaktan Cumhuriyet’in uzak olduğunu görmek gerekir. Özellikle Mustafa Kemal’in kendi ifade ettiği ‘Kürtlerin kendi iradelerini özerk biçimde sağlamaları gerektiği anlayışını” bugün hatırlamak Kürt sorunun çözümü için çok önemli olacaktır.

Aydın Çubukçu:
1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren Avrupa’ya hâkim olan totaliter milliyetçi akımlara da sempatiyle bakmasının bir yanında bu modernizm tutkusunun bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. 12 Mayıs 1937’de Meclis’te yaptığı konuşmada, İspanya İç Savaşı’nı değerlendirirken söyledikleri, aslında kendi ülkesi için düşündüklerinin bir ifadesidir: “Dünya Endülüs'te muazzam bir ihtilâle şahitlik etmektedir. General Franco'nun milletperverlerden müteşekkil ordusu, İspanyol halkının desteğini de ardına alarak, halkı sınıf tabanında parçalamak gibi bir felakete girişmiş olan hükümete karşı haklı bir mukavemet göstermekte ve yirmi beş milyonluk büyük İspanyol milletini tek bayrak ve mukaddes bir milli ülkü etrafında birleştirerek zafere yürümektedir.”
Bu bir iç politika konuşmasıdır ve özellikle kendi devlet ve toplum anlayışının açıklanması için İspanya’daki durum vesile olarak kullanılmıştır. İmtiyazsız sınıfsız bir millet yaratmak ve onu tek bayrak ve mukaddes bir ülkü etrafında birleştirmek… Atatürk’ün Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren düşüncesinde köklü bir yer bulan hedefi aslında tam da budur. Bu yüzden, onun yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti, Batı’daki örneklerinden fazlasıyla feyiz almış, fakat eksik sermaye gücü dolayısıyla asla onlarla yarışamayacak olan özenti bir faşist diktatörlüktü.

Metin Çulhaoğlu:
Mustafa Kemal, 20. yüzyılın en büyük burjuva devrimcisidir.
İsteyen, 20. yüzyıla şöyle bir bakıp “daha büyük” bir başka burjuva devrimcisi olup olmadığını araştırabilir. Akla gelebilecek olan Sun Yat-Sen’dir; ama Kemal kadarını şu veya bu nedenle yapamamış, gerisini “başkaları” getirmiştir.
“En büyük” olması, soluğu daha 19. yüzyılın ilk yarısında kesilen bir devrim dalgasını 20. yüzyıla ve Türkiye gibi çorak bir toprağa sarkıtabilmesinden, “burjuvalığı” bu sınıfın ufkunu hiç aşamamasından, “devrimciliği” de aynı sınıfın ufkundan bakıldığında yapılabileceklerin azamisini yapmış olmasından kaynaklanır.
Bir burjuva devrimcisi olarak Mustafa Kemal sonrasında gelmesi gereken devrimci dalganın kaynaklarını mı kurutmuştur, yoksa bu dalga için az çok (Türkiye’de olabilecek kadarıyla) elverişli bir zemin mi bırakmıştır?
Asıl soru budur ve özellikle bugün pek çok solcuya göre bunlardan birincisi doğrudur.
Kişisel olarak, birincisini “doğru” bulanları yanlış buluyorum.
“Yanlış” bulmanın ötesinde, tarihsel bakış olarak aciz ve zavallı bulduğumu da söyleyebilirim. Bir burjuva devrimcisine “madem burjuva devrimcisisin, neden benim gelişmem için elverişli zemin yaratmadın?” diye bakmak tam tamına zavallılıktır. Tarihteki bütün burjuva devrimler ve devrimciler sahnedeki yerlerini “burası işin sonudur” diye almışlardır; “ben buraya kadar getirdim, gerisi başkalarına düşer” türü “aşkın” bir tarihselciliği burjuva devrimlerinden ve devrimcilerinden beklemek safdilliktir. (http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/marksistlerin-mustafa-kemale-bakisi-haberi-35639)

Prof. Dr. Veysel Batmaz:
Yakın tarihte unutulan, göz ardı edilen veya bilinmeyen ve özellikle de Marksistler tarafından anlaşılamayan bir aynılık ile işe başlayalım: Mustafa Kemal’in “sınıfsız, imtiyazsız bir ulus” yaratma projesi, Marx’a göre, “sınıfsız” bir toplum yaratmak görevine tarihsel olarak sahip olan proletaryanın deterministik amacı ile aynıdır.
Lenin ve Mustafa Kemal’in bu aynı amaçsal projeyi, epifenomen bir gerçekmiş gibi kendi toplumlarına uygulamaları da, tarihsel olarak aynı ontolojik sonla bitmiştir. Her iki önder de sınıflı toplum içinde yeni bir sınıflı toplum yaratmıştır (Bkz: özellikle Sovyetler ve Lenin için James C. Scott, Devlet Gibi Görmek, Çev: Nil Erdoğan, Versus Yayınları, 2008).
Ve her iki önderin yarattıkları toplum, Sovyetlerde merkeziyetçi, temellükçü bürokrasinin; Türkiye’de ise emperyalizmle bütünleşmiş laikçi Atatürkçü militer ve sivil sağcıların marifetiyle tarihin sayfalarına gömülmüş durumdadır....
Mustafa Kemalcilik bir anti-emperyalizm praxis’idir. Açıkçası, günümüzde, Fidel Castro için Jose Marti; Hugo Chavez için Simon Bolivar neyse, Türkiye’deki sosyalist sol için de Mustafa Kemal odur. Ne daha fazlası, ne daha azı. Laikçi Atatürkçülüğe dönüştürülerek kabul veya ret edilemez. Aynı Bolivar ve Marti gibi, bütünsel bir teorik metinsel külliyata dönüşmemiş eylemselliğin (parxis’in) sadece söylem olduğu bir süreçten oluşur. Ancak farkı, yirmi yıllık bir devlet uygulaması ile pekişmiş ve daha sonra da egemen sınıflar tarafından ideolojik çarpıtmaya uğratılmış olmasıdır. “Sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum” projesi için girişilen ultra-modernist yöntem, dönemin genel havası içinde örtük bir sınıfsal analizin sonucudur (Bu, Lenin’de açık bir sınıfsal analizdi). (http://www.adilmedya.com/makale.asp?yazid=29&id=134 )

Hiç yorum yok: